Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Siroziler
Siroziler

Siroziler

Muharrem Varol

Bugünkü Yunanistan sınırları içerisinde bulunan Siroz beş asır Osmanlıların elinde kalmış ve Rumeli’de tipik bir Osmanlı kentine dönüşmüştür. Çandarlıların ve Gazi Evrenosların fethettiği ve…

Bugünkü Yunanistan sınırları içerisinde bulunan Siroz beş asır Osmanlıların elinde kalmış ve Rumeli’de tipik bir Osmanlı kentine dönüşmüştür. Çandarlıların ve Gazi Evrenosların fethettiği ve imar ettiği bu kadim şehrin son bir buçuk asrına ise “Siyavuşpaşazâdeler” damga vurmuştur. Osmanlılara hem tâbi hem de şerik olarak hareket eden bu ailenin en şöhretli âyânlardan biri olan Sirozî İsmail Bey 1808’de ordusuyla Davudpaşa sahrasına gelmiş ve Sened-i İttifak metnine imza atmıştı. “Asilzâde” yaşantısı ile dikkat çeken Sirozî İsmail Bey’in varisi Yusuf Muhlis Paşa ise Tanzimat Fermanı okunduğunda İstanbul’dadır. Devletin merkezî otoritesinin arttığı ve yerel hanedanlıklarının gücünün azaldığı bir ortamda Sirozîler kendi bölgelerinde etkinliğini devam ettirmiştir. Sultan II. Abdülhamid’in devrilmesine yol açan II. Meşrutiyet’in ilanı için Yıldız Sarayı’na telgraf çekenler arasında Sirozîlerin torunları olan Müftüzâdeler de vardır. Bölgedeki İttihat ve Terakki oluşumu içerisinde güçlü bir damar olan Sirozîler ve Müftüzâdeler, Balkan Harbi sonrasında yurtlarını terk ederek payitahta göç etmiş ve faaliyetlerine burada devam etmiştir.

Dr. Muharrem Varol tarafından kaleme alınan bu çalışma, tamamen birincil kaynaklara dayanmakta, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e evrilen sosyo-politik ve kültürel süreçler içerisinde aktif rol oynayan bu yerel hanedanlığa dair çok yeni ve orijinal bilgiler sunmakta ve Osmanlı tarihine bir de çevreden bakmanın ne derece önemli olduğunu vurgulamaktadır.

ÖNSÖZ

Hem Ezel Erverdi ağabeyden hem de İsmail Kara hocadan sıkça duyduğum manidar bir söz vardır: “Her kitabın bir kaderi var”. Bu kitabın da kendine mahsus bir kaderi ve pek tabii kaderin gergef gibi ördüğü bir hikâyesi var. Bu satırların yazarı, bütün cihânı istila eden amansız bir hastalığın zuhurundan az önce, ne yazık ki Covid-19’a mağlup olacak bir “sahaf dostu”nun tavassutuyla kaleme aldı bu çalışmayı. Merhum Yusuf Çağlar’a, yine bir sahaf yakını üzerinden ulaşan Tunç Tiryaki’nin aile köklerine olan ilgisiyle başladı bu öykü ve elinizde tuttuğunuz iki kapak arasındaki sayfalara dönüştü. Oysa ki daha projenin başında sekiz dokuz yıl önce basılmış iki ciltlik Memleket Hatıraları adlı bir kitap esas alınarak, sadece kırk elli sayfalık kısa bir “text” yazılması istenmişti. Doğrusu, böylesi bir metnin en az üç dört haftalık bir süre alacağı kesindi ve bazı meşgalelerimden ötürü çok da sıcak bakamamıştım. Fakat merhum Çağlar da ısrarcı olmamakla beraber bu metni yazmam hususunda mütemadi telkinlerden de geri durmuyordu. Bir gün onu Kadıköy’de Tellalzâde Sokak’taki büyük mutlulukla kurduğu atölyesinde yine bu hususa dair biraz meyus görünce, kabul ettim gayriihtiyari. Önce iki ciltlik hatıratı okudum notlar alarak ve sonra literatürü karıştırdım ümitsizce. Zira kitabın merkezindeki önemli iki şahsa dair çok fazla kaynak yok gibiydi. Elbette, tarihçinin panteonu “arşiv”i en sona bırakmıştım, turbun büyüğü heybede diyerek. “Sened-i İttifak” merasiminin icra edildiği Sadabad’ın karşısında duran mutantan arşiv binası ise her zamanki gibi, “Aradığın bendedir, sağa sola bakınmayı bırak! Âfâkta çok dolaştın, biraz da enfüse yoğunlaş!” diyordu. Mutadı veçhile Kağıthane’ye gidilip “computer marifetiyle” eskimez evraka nazar kılındı. Hatırata damgasını vuran Sirozî İsmail Bey ve Yusuf Muhlis Paşa’ya dair yüzlerce belge, ışıksız bir kasabadan âsumana doğru bakıldığında semada parıldayan sayısız yıldız gibi göz kırpıyordu adeta. Arşivin vâsi salonunda heyecan ve helecanla “evraka evraka!” diye sessiz çığlıklara gömülmüştüm ama hedef belli olduğu için, mahdut sayıda evrak almakla iktifa edildi. Tutulan notlar, karıştırılan literatür derken, belgeler de okunmaya başlandı. Lakin, çıkan manzara bambaşka bir vadiye itiyordu bizi. Elli sayfalık bir metin bu konuyu izaha kesinlikle kâfi ve vâfi olmayacaktı. Nihayetinde, Tunç Bey’e durumu ilettik ve kısa zamanda yazılacak bu metnin çok az şey ifade edeceğini anlattık. Kendisi de bir akademisyen olan Tunç Bey, “Meydan sizin yazabildiğiniz kadar yazın.” dedi vâzıh bir lisanla. Bu sırada, sinsi virüs yayıldıkça yayılıyor, insanlar da kapandıkça kapanıyordu ve “evde kal!” kampanyaları köşe bucak kol geziyordu. İki asır önce kaleme alınan belgeler ise bu olan biteni duymuyordu tabii. “Beni okuduysan şu belgeye de bakmalısın.” diyerek farklı konulara kapı açıyordu. Ancak işyerlerin kapandığı, insanların evlerine sığındığı bu süreçte arşiv de sırlandı. Fakat kapanan bir kapıya karşı yüzlerce belgenin ekran kilidi bir anda açılıverdi. Artık pek çok belgeye anında erişmek mümkündü, hem de Sadabad’a çıkmaya gerek kalmadan! “Leyl u nehâr azm u ikdâm ile sa’y u gayret” gösterildi. Sirozî hânedânlığından Müftüzâde zâdegânlığına ne varsa –görülebildiği kadar- arandı, tarandı, toplandı ve fişlendi. Osmanlıların son vakanüvisleri de bu sırada imdada yetişmişti. Markete bile nadiren çıkıldığı, mübrem bir ihtiyaç olmadıkça terk edilmeyen üç oda bir salon, çekirdek aileye dar geliyordu ama emektar masada emektar laptop karşısında vakit geçirmekten başka çare yoktu. Sağolsun sevgili eşim, bir yandan bana çalışma ortamını hazırlıyor diğer yandan ise “hamur işleri” hususunda maharetli olduğunu bilfiil ispat ediyordu. Kilo almamak kaçınılmazdı. Korona gündüzleri ve geceleri, hatta günleri yeknesak hale getirmiş, haftaları ve ayları fotokopi çıktısına döndürmüştü. Fakat tarihçi milleti için değişen bir şey yoktu, yeter ki internet, bilgisayar, masa, müracaat eserler ve birincil kaynaklar elinin altında olsun! Bu çetin şartlar, krizi fırsata çevirdi ve korona geceleri bereketli çalışmalara dönüşüverdi. Böylece geçen yılın sonuna doğru eser büyük ölçüde ete kemiğe bürünmüş oldu. Ne yazık ki dışarıdaki hayat, cümlelerde geçtiği gibi bir rahatlığı yansıtmıyordu. Her gün yüzlerce kişi “terk-i dağdağa-i hayat” ediyordu. İşte, bu esere vesile olan Yusuf Çağlar ağabeyi de 28 Kasım 2020’de koronadan dolayı ansızın kaybettik. Her zaman üreten ve ortaya ürün çıksın diyen bu “dar çağ çelebisi” bir anda bırakıp gitti bizi, arkada bıraktığı hatıralarla kala kaldık! Bu eser, onun muazzez ruhuna küçük bir tuhfedir ve pek tabii onun vesilesidir. Arşiv evrakı ve literatür taraması derken, iki büyük Osmanlı âyânı ve onların neslinden gelen Müftüzâde ailesinin Siroz müftülerine dair kompoze bir metin ortaya çıktı. Bugüne değin, Osmanlıların bu son dönemine damgasını vurmuş Sirozî hânedânlığına dair müstakil bir çalışmanın olmayışı Türk tarihçiliği açısından büyük bir talihsizlikti. İşte bu mütevazı eser, bilhassa Sirozî İsmail Bey ve Yusuf Muhlis Paşa hakkında bir ön çalışma niteliğinde olup; belki ileride hazırlanacak başka çalışmalar için bir mukaddime mesabesindedir. Müftüzâde ailesine dair anlatılanlar da aynı nitelikte olup, daha geniş ve daha dar anlamlarda ilmiye ve siyaset ilişkisi üzerinde çalışanlara yeni kapılar ve menfezler açması beklenebilir. Bu kitap üç dört asırlık bir hânedânlığın dal budak salmış nesillerinden bir kesitinin tarihine mercek tutmakta. Osmanlılar zamanında Siroz diye bilinen bölgenin ünlü bir âyân familyasının izinde yürümekte ve bu ailenin Osmanlı Devleti’nin ve genç Cumhuriyet’in kaderlerine paralel bir şekilde yaşadığı değişim ve dönüşümü yansıtmakta. Modernleşme sürecinde Osmanlı taşrasında, Rumeli’de, Siroz’da sivrilen bir yönetici aile… Tanzimat öncesi ve sonrası, I. ve II. Meşrutiyet devirleri, Balkan faciasıyla başlayan hicret, İmparatorluğun inkırazı ve yeni bir devletin ortaya çıkışı; yani Cumhuriyet dönemi ve sonrası… Türk Edebiyatı’nın en renkli ve sivri kalemlerinden biri olan Refik Halit Karay’ın Üç Nesil Üç Hayat adlı çalışmasından esinlenerek koyduk başlığımızı. Böylece, Sirozlu İsmail Bey ile parlayan ve Yusuf Muhlis Paşa ile kamer haline gelerek yaşadığı bölgeyi aydınlatan yıldız bir ailenin Müftüzâdeler diye bilinen kolundan günümüze ulaşan torunları arasındaki süreklilik ve değişimi vurgulamak istedik. Bunu yaparken de görüleceği üzere büyük oranda birincil ve özgün kaynaklara müracaat ettik. Çalışma sırasında bilhassa Onan ve Serezli ailelerinin muavenetlerini gördüm, desteklerini aldım. Öncelikle şunu söylemeliyim ki başından sonuna değin Prof. Dr. Tunç Tiryaki’nin desteği, teşviği ve yönlendirmesi olmasaydı bu çalışma vücut bulmazdı. Ona medyun-ı şükranım. Kardeşi Doç. Dr. Ayça T. Türkmenoğlu bizi annesi İffet Tiryaki ve diğer aile büyükleri Zekiye Hacıosmanoğlu ve Ferda Berksoy ile bir araya getirdi. Bu kıymetli büyükler ile sözlü tarih çalışması yapmış olduk. Ellerindeki görselleri -Ayça hocanın tarama desteği sayesinde- paylaşma lütfunda bulundular. Bu görüşmelerde ailenin büyük dedelerinin hikâyesini son kuşağa mensup Teodor Tiryaki merakla dinlerken, ailenin en küçüğü Batu da hazır bulunuyor, sessizliği ve sükûneti bozmamaya özen göstererek adeta o da dinliyordu. Ailenin diğer kolunu temsilen saygıdeğer Demir Alp Serezli ve Rıza Güloğul beyler de aynı şekilde yardımlarını esirgemediler. Demir Bey evinin ve arşivinin kapısını ardına kadar açma lütfunda bulundu. Rıza Bey de babasına ait bazı görsel ve belgeleri paylaşma nezaketini gösterdi. Hepsine ayrı ayrı can u gönülden teşekkür ederim. Bu araştırmanın ilerleyen safhalarında yardımlarını gördüğüm pek çok arkadaşa ve meslektaşa teşekkürü bir borç bilirim. Keza, en başından itibaren çalışma konusundan kendilerini haberdar ettiğim ve kıymetli görüşlerini benimle paylaşan saygıdeğer Sinan Kuneralp’e ve metni okuyup yapıcı eleştirileriyle, farklı açılardan konuya yaklaşmamı sağlayan meslektaşım Dr. Yener Bayar’a, bazı kaynaklara ulaşmam da muavenetlerini gördüğüm Birol Ülker Ağabey ve doktora adayı Ensar Karagöz’e ayrı ayrı müteşekkirim. Prof. Dr. Ali Akyıldız ve Dr. Hakan Erdem eserin ikmali için önemli katkılarda bulundular. Yine, kendisi de Sirozî Yusuf Muhlis Paşa’nın ahfadından olan Prof. Dr. Baha Tanman bize değerli görüşlerini iletti. Bununla yetinmedi, ağabeyi Hulusi Bey’in Söke’deki çiftliğinde mahfuz olan tarihî kılıcın görsellerini yeğeni Fahrettin Bey vasıtasıyla bize ulaştırdı. Her üçüne de minnettarım. Prof. Dr. Ali Yaycıoğlu, Dr. Kaan Durukan, Dr. Selim Ahmetoğlu, Zeynep Berktaş, Bilal Keskin, Şükrü Oral, Doç. Dr. Kahraman Şakul ve Ufuk Çiftçi’yi de yardımlarından ötürü anmam gerekiyor. Ayrıca, eserin basımını üstlenen Timaş Akademi Yayınları idaresine ve editöryasına şükranlarımı sunarım. Bu kitabın yazımı bir yönüyle talihsiz bir döneme denk geldi. Yukarıda da değinildiği gibi, korona denen sâri illetin yayılmasından ötürü pek çok araştırma merkezinin kapalı ve kitap satın almanın bile sıkıntılı olduğu bir süreçti bu. Ancak her türlü kısıtlamaya rağmen bilhassa Osmanlı Arşivleri’nin online hizmete açılması işimizi bir yönüyle kolaylaştırdı. Fakat yine de hem yurt dışındaki hem de yurt içindeki bazı arşivlere erişim mümkün olmadı. Kısa da olsa araya başka çalışmalar ve uğraşlar da girdi. Umarım bu çalışma akademik anlamda daha büyük etütler için bir başlangıç ve hareket noktası sağlar. Son olarak çalışma süresinde her daim desteğini gördüğüm eşime ve çocuklarıma ayrıca teşekkür ederim. Bu çalışmada görülebilecek eksikliklerin ve hataların nâkıs şahsımdan kaynaklandığını itirafla beraber, affedilmesini temenni ederim.

Dr. Muharrem Varol

Maltepe, Eylül 2021

GİRİŞ

Âyânla mültezim olmayınca
Osmanlı padişahı denilen derbeder,
âşârı, tekâlifi kendi başına mı toplayacak?
Askeri kendi mi sürecek?
Kemal Tahir, Yediçınar Yaylası

İtalyan sosyolog Vilfredo Pareto, “tarih aristokrasilerin mezarlığıdır” şeklinde hayli süslü bir söz söylemiştir.1 Mikro tarih çalışmalarının son on yıllardır revaçta olduğu ve “büyük adam” anlatısının rahnedar olduğu bir tarihyazımı evriminde bu sözün kıymet-i harbiyesi ne ölçüdedir? Bu vecizenin geçerliliğini pek çok ulusun tarihyazımında olduğu gibi Osmanlılar özelindeki tarihyazımı bağlamında değerlendirmek de mümkündür. Aristokrasi mezarlığı anolojisinden hareketle, “epigrafi” zaviyesinden mezar taşlarının niteliksel ve niceliksel tarih malzemesi sunduğu aşikâr. Bu sebeple, Osmanlı devlet teşkilatına dair ana kaynaklar hem merkezde hem de taşrada konuşlanmış seçkinlere/aristokratlara dair mebzul miktarda zengin materyal bırakmış olmasına rağmen, bu topraklardaki “asilzâde mezarlığına” ait envai çeşit ve müzeyyen taşların tam tekmil ve eksiksiz okunduğu iddia edilebilir mi? Bu soruya rahatlıkla evet denilemez. İşte bu kitaba konu olan “asilzâdeler” de bu uçsuz bucaksız mezarlıkta taşları gereğince okunamamış bir sadrazam ve âyân ailesini oluşturmakta. Osmanlı Rumelisi’nin güzide merkezlerinden biri olan Siroz özelinde ortaya çıkmış bu “hânedânlık” aslında hem ırsi hem de siyasi anlamda imparatorluk “ortaklarından” birini temsil etmektedir. 1808 senesinde Sened-i İttifak metnine imza atan âyânlardan biri olan Sirozî İsmail Bey ile adından söz ettiren bu aile, İmparatorluğun son iki buçuk asrının siyasi, sosyal, askerî, ekonomik ve kültürel olaylarının bir kısmını yansıtabilecek özelliktedir. Bir taraftan “hizmet aristokrasisi” içerisinde serpilip gelişen bu hânedânlık XVIII. yüzyılda de facto bir bölgenin idarecisi ya da idari mercii kabul edilen âyânlık sistemi sayesinde zaten sağlam olan kökeni üzerinden boy atmış, gelişmiş ve Rumeli’yi temsil eden “kadim hânedânlıklardan” birine dönüşmüştür. Köprülüler devrinde Köprülü Mehmet Paşa’nın kapı halkına mensup Abaza asıllı Siyavuş Ağa’nın önce Köprülü’ye damat olması ve sonra da çocuklarının hizmetinde bulunması ile başlayan bu serüven; “paşalık” ve “sadrazamlık” payeleriyle Siyavuş’u “vekil-i mutlak” makamına getirmişse de kısa süre içerisinde ve feci bir şekilde “Osmanlı siyaset meydanında” öğüterek aile tarihinde trajik ama didaktik bir hatıraya dönüşmüştür. Osmanlı vekayinâmelerinde detaylıca anlatılan bu fecayiden sonra aile üyelerinin çok önde olmadıklarını söylemek mümkün. XVIII. yüzyılda Siyavuş Paşa’nın ailesinin bir bölümünün Siroz’da yaşadığı anlaşılıyor; ancak buraya nasıl geldiklerine dair şimdilik malumatımız yok. Belli bir müddet içerisinde bölgenin önde gelen, maruf ailelerinden biri haline dönüşmesi ise eski bir sadrazamın ahfâdı olmaları yönüyle şaşırtıcı olmasa gerek. İşte “Siyavuşpaşazâde” unvanı ile Siroz’un eşrafından olarak ortaya atılan İsmail Bey ise uzun süren Avusturya ve Rusya harplerinin vazgeçilmez bir komutanı olarak Osmanlı kaynaklarında anılmaya başlar. Asker toplama ve besleme özelliği, hem onun sosyo-ekonomik hem de sosyo-politik konumunu pekiştirmek suretiyle çeyrek asır içerisinde Rumeli âyânları arasında itibarlı ve hatırı sayılır bir şöhrete malik olmasını netice vermiştir. Ondan sonra bayrağı devralan büyük oğlu Yusuf Muhlis Paşa ise Tanzimat’a giden merkeziyetçi siyasetin şekillendirdiği şartlara adapte olmaya çalışmış ve baba mirasını korumaya gayret ederek bir sonraki kuşaklara bu nüfuzlu mirası bırakmaya çalışmıştır. Babası kadar olmasa da önce bir âyân sonra da paşa sıfatıyla Osmanlı coğrafyasının muhtelif bölgelerinde “devlet mansıpları” alarak hânedânlığını sürdürmeye gayret etmiştir. Bu aile, Osmanlı merkez ve taşra teşkilatlarında, Tanzimat sonrasında “kalemiyeden mülkiyeye” doğru evrilen bürokratik kadro içerisinde ispat-ı vücut ederek devlet ve toplum içerisinde hem dönüşen hem de dönüştüren bir konumda olmuştur. Nitekim, Sirozizâdelere bağlı bir emektarın soyundan gelen bir müftü ve Sirozî Yusuf Muhlis Paşa’nın torununun izdivacı ile ortaya çıkan yeni bir dal ise XX. yüzyıla doğru bu kez Siroz’un dinî, ilmî ve kültürel hayatında etkin bir başka şecereyi tevlit etmiştir. Bu, bölgesel seçkinlerin tesirlerinin nesiller boyu sürdüğünün de güzel bir numunesidir. “Müftüzâdeler” şeklinde bilinen bu aile de aslında Sirozîlerin devamı ve bilhassa “ilmiye bürokrasisi” içerisinde Osmanlı merkezî devletinin hem hizmetkârı hem de ortağıdır.

Osmanlı taşrası ya da periferisi denilebilecek olan Siroz’da ortaya çıkan nüfuzlu bir ailenin kökeni ve kimliği üzerinde biraz durmak gerekir. Aristokrat ve soylu (noble) tabirleri bu tip bölgesel nüfuza sahip Osmanlılar için kullanılabilir mi? Babadan oğula geçmek suretiyle intikal eden statü ve kapital bir bakıma “kan bağına” bağlı bir “seçkinler” zümresinin varlığını ortaya koyar. Bu yönüyle, Sirozîler için kadim hânedânlık, eşraf (notables) ve “âyân” nitelemeleri resmî olarak kabul edilmiş bir statüdür. Aynı dönemde hem Rumeli’de hem de Anadolu’da muadili olan diğer bazı âyânlar ile kıyas yapmak gerekirse Sirozî İsmail Bey’i Yanya’daki Yanyalı Ali Paşa, Rusçuk’taki Tirsiniklioğlu İsmail Ağa ve halefi Alemdar Mustafa Paşa, Vidin’deki Pazvandoğlu Osman ya da Anadolu’daki Karaosmanzâdeler ve Çapanoğulları ile mukayese etmek mümkündür. Bu isimlere kıyasla, sosyal köken itibarıyla Sirozî İsmail’in bir Osmanlı sadrazamı torunu ve “bey” olduğu gözden kaçmaz. Bununla beraber, büyük dedesi olan Siyavuş Paşa’nın da büyük bir yönetici ailesi olan Köprülülerin kapı halkından olup, daha sonra damatlık mertebesine eriştiği de unutulmamalıdır. Yani, Sirozîleri bir çeşit “hizmet aristokrasisi”2 diyebileceğimiz bir kökenle ilişkilendirmek mümkün görünüyor. Dolayısıyla, Sirozîlerin öncelikle hizmet aristokrasisi içerisinde agnatik (babayani) bir biçimde teşekkül etmiş ve evlilik yoluyla nüfuza erişmiş bir aile kökenine (anayanlı) sahip olduğu ve bu prestijli durum sayesinde Osmanlı taşrasında “âyânlık” gibi belli bir dönem etkili olmuş bir pozisyona geldiği söylenebilir. Sirozîleri ve onların torunlarının Osmanlı siyasal ve toplumsal düzleminde ihraz ettikleri konumu daha iyi anlayabilmek ve ileriki bölümlerde bu aile fertlerine yönelik tespitleri anlamlı bir bağlama oturtabilmek için evvela Osmanlılara mahsus seçkinlik kavramını Batı’daki aristokrasilerle kıyaslayacağız. İkinci olarak, Osmanlı coğrafyasındaki seçkinlerin/aristokrasilerin mahiyetini ve tarihsel süreçlerini kısa da olsa değerlendirmek suretiyle merkez ve çevredeki “aristokrat” zümreleri tasnif etmek ve dönemlendirmek gerekecektir. Böylelikle, XVIII. yüzyılda Anadolu ve Rumeli’de güçlerinin zirvesinde olan âyânlara yönelik sosyolojik ve siyasi argümanların Sirozîler özelindeki karşılığı vurgulanacaktır. Son olarak, Siyavuşpaşazâde Sirozî İsmail Bey’in merkezinde olduğu bu aileye lakabını veren Siroz’un da tarihçesine kısaca değinmek lazımdır. Zira ailenin bu bölgeye ait siyasi, ekonomik, sosyal, askerî, dinî ve kültürel tarihi üzerinden yükseldiğini söylemek herhalde yanlış olmayacaktır. Dolayısıyla, şehrin tarihsel kimliğinin hânedânlığın toplumsal kimliğine ışık tutacağı muhakkaktır. Türk edebiyatında yirminci asrın en büyük hikâye yazarlarından biri olan Ömer Seyfettin’in kaleme aldığı Asilzâdeler başlıklı öykü aslında XIX. yüzyılda Osmanlı Payitahtı’nda “kişizâdelik” kontenjanından kendilerinde bir “asillik” vehmeden sözde beyzâdeleri konu edinir ve mizahi bir dille bu yapmacık tutum eleştirilir. Efruz Bey serisinin devamı olan bu güzel hikâyede Sultan II. Abdülhamid döneminin şımarık paşazâdelerinin ve saraya yakın beyzâdelerinin Avrupa’daki asillere özenmeleri ve bu anlamda sergiledikleri bazı ortak davranış kalıpları tasvir edilir. “Asalet yalnız kanında değil, etlerinde, sinirlerinde, lenfalarında, rielerinde, böbreklerinde, hatta kemiklerinde, kemiklerinin içindeki iliklerinde kaynıyordu”3 derken yazar, Osmanlı topraklarında Batı tarzı kana dayalı bir aristokratik anlayışın mevcut olamayacağını istihza ile izah etmiş oluyordu. Bazı tarihçiler bu bağlamda Osmanlı toplumunda Batı tipi “yasal olarak” kabul edilmiş, ırsî bir aristokrasinin mevcut olmadığını özellikle vurgularlar. Sosyolojik olarak yöneten ve denetici sınıflardan bahsedilse de bunların imtiyazlarını hukuki olarak bir sonraki nesle intikal ettiremediklerinden bahsedilir. Avrupa feodal yapısına benzer bir feodalleşme söz konusu olmadığı için hükümdar karşısında “nüfuz alanlarını hukuki müessese ve sözleşmelerle berkiten feodal sınıflar” ve “evlilik yoluyla ırsen aktarılan soyluluk imtiyazlarının” olmadığı vurgulanırken Osmanlılar özelinde birtakım istisnalardan da bahis vardır.4 Buna rağmen, Osmanlılarda babadan oğula intikal eden pek çok pozisyonun yanı sıra, ırsî imtiyazlı zümrelerden bahsetmek de mümkündür. Ulema aileleri, Mekke emirleri, Mısır’da memluk, Bağdat’ta kölemen beyleri, Ocaklık-Yurtluk sahibi Kürt beyleri, Rum-Ortodoks mezhebinden olan Fenerli beyler, Ermeni amira sınıfı, Eflak-Boğdan, Erdel beyleri, Kırım Giray hânedânlığı (sülale-i Cengiziyye), Mevlevî ve Bektaşî çelebileri gibi hukuki anlamda tanınmış sülaleler ve hânedânlar da yok değildir. Bununla beraber, önemli devlet adamlarının kurduğu bir çeşit hizmet aristokrasisi5 diyebileceğimiz hânedânlıklar da belli dönemlerde etkinliğini sürdürmüştür. Ayrıca, Bizans ve Selçuklu’dan devreden miras üzerine, Osmanlıların da saray ve taşra aristokrasileri kurduklarını, devletin feodal eğilimleri yok etmek ve merkeziyetçi yapıyı tahkim etmek için ikincilerin rağmına birinci grubu güçlendirdiği ama zaman zaman aralarında “denge” kurulduğu ifade edilmiştir.6 Hatta, Bizans başta olmak üzere,7 fethedilen gayrimüslim toprakların yerli aristokrasisine ayrıcalıklar tanındığı da burada belirtilmelidir.

….

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Tarih Türk-Osmanlı
  • Kitap AdıSiroziler
  • Sayfa Sayısı368
  • YazarMuharrem Varol
  • ISBN9786050842371
  • Boyutlar, Kapak16,5x24 cm, Karton Kapak
  • YayıneviTimaş Akademi / 2021

Yazarın Diğer Kitapları

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur