Sanditon İngiliz yazar Jane Austen’ın 1817’de kaleme aldığı, sağlık sorunları nedeniyle bitiremediği son romanı. Romanı yazdığı sırada yaşadığı sıkıntılar nedeniyle hastalık ve hasta olma olgularını da kendine has alaycı bir dille mercek altına alan Austen, aynı zamanda günümüzde de çokça mustarip olduğumuz bir “mutenalaştırma” hikâyesi anlatır.
Birkaç yıl öncesine kadar küçük, gösterişsiz bir balıkçı kasabası olan Sanditon yatırımcıların dönemin modasına aynı zamanda sağlık turizmine uygun hale getirmek için çalıştıkları bir sahil kasabasıdır. Anlatının merkezinde bu kasabanın yanı sıra Sussex’li bir taşra beyefendisinin henüz evlenmemiş kızlarının en büyüğü Charlotte Heywood yer alır. Kasaba kendini modaya uygun bir yer olarak yeniden keşfetmeye çalışırken, Charlotte Heywood da oranın sakinleri arasında yeni bir başlangıç yapmaya çalışır.
Birçok edebiyat eleştirmeninin, tamamlansaydı yazarın en çok sevilen, okunan başyapıtlarından biri olacağını düşündüğü Sanditon, Austen’ın bitiremediği diğer iki romanı Watson Ailesi ve Lady Susan’la birlikte Can Yayınları’nda.
Birinci Bölüm
Bir beyefendiyle hanımefendi, Tonbridge’den Hastings ve Eastbourne arasındaki Sussex kıyılarına doğru seyahat eder ve işleri dolayısıyla anayoldan ayrılıp çetin bir tali yolda ilerlemeye çalışırlarken, yarı taşlı yarı kumlu olan uzun yokuşu ancak güçbela çıkabilen arabaları devrildi. Kaza, yola yakın yegâne beyzade konutu olan bir evin –kendisinden o yöne doğru gitmesi istenen arabacının başta hedef bellediği ama devam etmesi gerektiğini anlayınca da istemeye istemeye önünden geçip gittiği evin– hemen ilerisinde meydana gelmişti. Arabacı gerçekten de –bundan sonrasını ancak kağnı tekerlekleriyle güven içinde gidebileceklerini uğursuz, bilmiş bir ifadeyle anlatmak istercesine– öyle homurdanmış ve omuz silkmiş, atlarını içi acıya acıya öyle kamçılamıştı ki konağın arazisini geride bırakır bırakmaz yolun feci şekilde bozulduğu aşikâr olmasa, aracı kasten devirdiği sanılabilirdi. Neyse ki hızlarının düşük ve yolun dar oluşu devrilmenin etkisini hafifletmişti, nitekim beyefendinin sürünerek dışarı çıkıp hayat arkadaşının da çıkmasına yardım ettiği ilk başlarda, ikisi de biraz sarsılmış ve berelenmiş hissediyorlardı, o kadar. Fakat beyefendi arabanın içinden çıkarken ayağını burktu ve az sonra bunun farkına varınca da hem arabacıya olan sitemini hem de karısı ve kendi için duyduğu sevinci kısa kesmek zorunda kaldı, ayakta duramadığını görerek yol kenarındaki yükseltiye oturdu. Elini ayak bileğine götürerek, “Buraya bir şey oldu,” dedi. Başını kaldırıp kadına doğru gülümsedi. “Ama önemli değil, canım. Olabilecek en iyi yerde oldu, bunda da bir hayır vardır. İstesek bile belki daha iyisini bulamazdık. Yakında yardım gelir. Bana öyle geliyor ki ilacım orada…” Biraz ötedeki yüksek bir tepede, ağaçların arasındaki romantik bir noktada bulunan bir köy evinin muntazam görünümlü ucunu işaret etti. “Sana da en doğru yer gibi gelmiyor mu?” Karısı da bunu şiddetle umar ama bir şey yapamayacak veya söyleyemeyecek bir halde korku ve kaygıyla öylece dikilirken, imdada koşan birkaç kişiyi görerek ilk kez gerçek anlamda derin bir oh çekti. Az önce geçtikleri evin bitişiğindeki bir otlaktan kazayı fark etmişlerdi, orta yaşlı, beyzadeye benzer düzgün ve sağlam görünüşlü bir adam –mal sahibi oymuş ve o sırada tırpancılarıyla birlikteymiş– yanındakilerin en beceriklilerinden yardıma çağırdığı üç-dört kişiyle beraber yaklaştı, otlağın yakın sayılabilecek bölümündeki bütün erkek, kadın ve çocuklar da cabası. Mr. Heywood –mal sahibinin adı buydu– büyük kaygıyla ve bir arabanın böyle bir yoldan geçmeye yeltenmesi karşısında biraz da şaşkınlıkla, yardım etmeye hazır olarak ve büyük bir kibarlıkla selam vererek geldi. Gösterdiği nezaket büyük bir terbiye ve minnetle karşılandı, adamların bir-ikisi arabayı doğrultmak için arabacıya yardım ederlerken, yolcu, “Size ne kadar şükran duyduğumuzu anlatamam, beyefendi. Samimiyetinize güveniyorum. Bacağımdan aldığım yara önemsiz olsa gerek. Ama böyle durumlarda, takdir edersiniz ki bir an önce bir hekimin görüşünü almak en iyisi, yolun durumu da onun evine bizzat gitmeme elverir görünmediği için yanınızdaki iyi yürekli adamlardan birini hekime yollayabilirseniz müteşekkir olurum.” Mr. Heywood şaşkınlıkla, “Hekim mi, beyefendi?” diye sordu. “Burada hekim bulunmuyor maalesef ama sanırım onsuz da pekâlâ işimizi görebiliriz.” “Olmaz beyefendi. Eğer o yakınlarda değilse ortağını da memnuniyetle kabul edebilirim, hatta böylesi daha iyi olur. Emin olun, ortağının gelmesini tercih ederim. Yanınızdaki iyi yürekli adamlardan birinin üç dakikada oraya gidebileceğinden şüphem yok. Evini görebiliyorum bile” –ilerideki köy evine bakıyordu– “sizinkini saymazsak, burada bir centilmenin evi olabilecek başka hiçbir yerden geçmedik.” Neye uğradığını şaşırmış görünen Mr. Heywood, “Ama efendim!” diye karşılık verdi. “O köy evinde bir hekim bulabileceğinizi mi düşünüyorsunuz? Sizi temin ederim, bu beldede ne hekimimiz bulunur ne de ortağı.” “Affedersiniz, beyefendi,” dedi beriki, “sizinle zıtlaşıyor görünmek istemem ama beldenin boyutuyla mı ilgilidir yoksa başka bir sebepten mi bilemiyorum, dikkatinizden kaçmış olabilir. Bir dakika. Buranın adı konusunda yanılıyor olabilir miyim? Willingden’da değil miyiz? Burası Willingden değil mi?” “Evet, beyefendi. Söylediğiniz gibi burası Willingden.” “O zaman beyefendi, bilseniz de bilmeseniz de beldenizde bir hekim bulunduğunu size kanıtlayabilirim. Buyurun” –cebinden küçük bir defter çıkardı– “daha dün sabah Londra’dayken Morning Post ve Kentish Gazzette’den bizzat kestiğim şu ilanlara göz atarsanız boş konuşmadığıma siz de kanaat getirirsiniz. Beldenizdeki tıbbi bir ortaklığın bozulmasıyla ilgili bir ilan göreceksiniz: Tartışmasız kişilikleri ve saygın referanslarıyla büyük bir işin ortakları yollarını ayırmak istiyormuş. Burada tüm ayrıntılarıyla görebilirsiniz, beyefendi.” Ve yolcu dikdörtgen şeklinde kesilmiş iki küçük kupürü uzattı. Mr. Heywood tatlı bir gülümsemeyle, “Beyefendi,” dedi, “tüm krallıkta bir hafta boyunca basılan tüm gazeteleri gösterseniz de Willingden’da bir hekimin bulunduğuna beni ikna edemezsiniz. Burada doğmuş, çocukluğunu, yetişkinliğini burada geçirmiş ve elli yedi yıl burada yaşamış biri olarak öyle biri olsa bilirdim diye düşünüyorum. Öyle biri varsa bile pek iş yapmadığını söyleyebilirim. Beyzadeler arabalarıyla bu yoldan daha sık geçseydi, bir hekimin tepede bir ev alması kötü bir yatırım olmazdı. Ama o köy evine gelince, sizi temin edebilirim ki beyefendi, uzaktan verdiği zarif görüntüye rağmen aslında beldedeki yarı müstakil meskenlerin hiçbirinden farkı yok, üstelik bir tarafında benim çobanım, öbüründe de üç ihtiyar kadın yaşıyor.” Mr. Heywood sözünü bitirmeden kupürleri almıştı ve onlara şöyle bir göz gezdirdikten sonra, “Sanırım açıklayabilirim, beyefendi,” diye ekledi. “Gerçekten de mekân konusunda bir karışıklık olmuş. Bu vilayette iki Willingden var. Sizin ilanlarda öbürü kastediliyor, yani Büyük Willingden veya Willingden Abbots, Battle kasabasının öbür yanında yedi mil ileride, Weald’ın ta aşağısında yer alıyor. Biz ise, beyefendi, Weald’da değiliz,” diye biraz da gururla sözünü tamamladı. Yolcu beyefendi sevimlilikle, “Aşağıda, Weald’da olmadığımıza eminim,” diye karşılık verdi. “Sizin şu tepeyi tırmanmak yarım saatimizi aldı. Neyse, herhalde dediğiniz gibidir ve demek ki ben de bir dakika içinde feci aptalca bir gaf yaptım. İlanlar şehirdeki son yarım saatimizde gözüme ilişmişti, tam da oradaki kısa süreli ziyaretlere her seferinde eşlik eden bir telaş ve keşmekeş içindeyken yani. Bilirsiniz, araba kapıya gelene kadar insan işlerini bir türlü bitiremez. Ben de aynı hesap, kısa bir soruşturmayla yetindim ve o Willingden’ın birkaç mil yakınından geçeceğimizi öğrenince daha fazlasına gerek duymadım. Canım,” diyerek karısına döndü, “seni böyle bir sıkıntıya soktuğum için çok üzgünüm. Ama bacağım için sakın endişelenme. Sakin durduğum sürece bana hiç acı vermiyor. Bu iyi yürekli insanlar arabayı düzeltip atları öbür yana döndürür döndürmez yapacağımız en iyi şey anayola doğru adımlarımızın izini gerisingeri sürmek ve başka bir yere sapmadan, Hailsham üstünden eve dönmek. Hailsham’dan iki saatte eve varırız. Oraya vardık mı da, biliyorsun, ilacımız yanı başımızda. Bizim oranın insanı canlandıran deniz havası beni çabucak yine ayağa kaldırır. Güven bana canım, bu tam denizlik bir durum. Benim şifam tuzlu hava ve tuzlu su. Hislerim bunu bana şimdiden söylüyor.” Mr. Heywood burada büyük bir sevecenlikle araya girerek, yolcunun ayak bileği incelenmeden ve bir şeyler yenilip içilmeden yola devam etmeyi akıllarına bile getirmemelerini rica etti ve her iki amaç için de evine buyurmaları konusunda samimiyetle üsteledi. “Burkulmalar ve incinmeler için genel geçer ilaçlar dahil, bizde her şeyden bolca var,” dedi. “Karım ve kızlarımın size ellerinden gelenin en iyisiyle seve seve hizmet edeceklerine de kefilim.” Hareket ettirmeye çalıştığında ayağının bir-iki kez sızlaması yolcuyu hemen yardım almasının ilk başta düşündüğünden daha yararlı olacağına ikna etti ve karısına, “Eh canım, galiba bizim için böylesi daha iyi,” diye birkaç kelimeyle danıştıktan sonra yine Mr. Heywood’a döndü ve şöyle dedi: “Konukseverliğinizi kabul etmeden önce beyefendi, içinde bulduğumuz beyhude arayışın sizde uyandırmış olabileceği herhangi bir yanlış izlenimi gidermek için izin verin, kim olduğumuzu açıklayayım. Benim adım Parker, Sanditon’lu Mr. Parker, karım olan bu hanımefendi de Mrs. Parker. Londra’dan evimize dönüyoruz. Ailemde ilk olmasam da Sanditon beldesinde toprak sahibiyim ama kıyıdan bu kadar uzakta adım bilinmiyor olabilir. Fakat Sanditon’a gelince, orayı duymayan yoktur. Sahil beldeleri içinde yıldızı parlayan yeni bir gözde, özellikle de Sussex kıyısı boyunca bulabileceğiniz en gözde yerdir: Doğanın en çok kayırdığı ve insanların da en büyük tercihi olmaya aday bir yer.” Mr. Heywood, “Evet, Sanditon’u duydum,” diye karşılık verdi. “Her beş yılda bir, deniz kıyısında şu veya bu yeni beldenin parladığı ve moda olduğu duyuluyor. Asıl hayret edilecek şey, oraların yarısını bile nasıl doldurdukları! Oraya gidecek parası ve vakti olan insanları bunları nereden buldukları! Bunun bir memleketin hayrına olmadığına –yiyeceklerin fiyatını artıracağı ve yoksulları iyice zora düşüreceği kesin çünkü– sanırım siz de katılırsınız, beyefendi.” Mr. Parker, “Hiç de değil beyefendi, hiç de değil,” diye hevesle atıldı. “Sizi temin ederim, durum bunun tam tersi. Yaygın bir fikir bu ama yanlış. Brighton, Worthing veya Eastbourne gibi büyük, aşırı gelişmiş yerler için dediğiniz doğru olabilir ama boyutu sayesinde uygarlığın hiçbir şerrinin uğramadığı Sanditon gibi küçük bir köy için değil. Yerleşimin büyümesi, binalar, bahçe ve fidanlıklar, her şeye talebin artması ve en muteber kesimin, hem asalet hem karakterleriyle gittikleri her yerde nimet kabul edilen güvenilir, istikrarlı, seçkin ailelerin tartışmasız akını yoksulların zanaatını canlandırdığı gibi refahı da, her türden başka gelişmeyi de yaygınlaştırdı. Hayır beyefendi, sizi temin ederim, Sanditon öyle yerlerden biri…” “Ben belli bir yeri kastederek söylememiştim,” diye karşılık verdi Mr. Heywood. “Yalnızca sahillerimizin genel anlamda fazla kalabalık olduğunu düşünüyorum. Ama niye sizi şuraya…”
Mr. Parker, “Sahillerimiz fazla kalabalık!?” diye yineledi. “O konuda büsbütün farklı düşünmüyor olabiliriz. En azından yeterince sahil beldesi var. Sahillerimiz yeterince dolu. Daha fazlasına ihtiyaç yok. Herkesin zevkine ve mali durumuna uygun bir şeyler var. Buna daha fazlasını eklemeye çalışan iyi yürekli insanlar da bence fazlasıyla saçmalıyorlar ve yakında herhalde yanlış hesaplarla kendilerini çıkmaza sürükleyeceklerdir. Sanditon işte böyle bir yerdir beyefendi, aranan, istenen bir yer olduğunu söyleyebilirim. Doğa orayı seçmiş, bunu apaçık işaretlerle belirlemiş. Sahilde –herkesin kabul ettiği üzere– deniz melteminin en güzeli, en temizi – nefis bir deniz banyosu, incecik sıkı bir kum, on metre açılınca derin su, çamur yok, yosun yok, kaygan taşlar, kayalar yok. Doğa hastalar için bundan daha uygun bir yer tasarlayamazdı, binlerce insanın ihtiyaç duyduğu bir yermiş meğer! Londra’dan çok makul bir mesafede! Eastbourne’dan bir mil daha yakın, hesaplanmış; tam bir mil. Uzun bir yolculukta bir mil kazanmanın avantajını bir düşünün, beyefendi. Peki ya Brinshore öyle mi, beyefendi? Zannedersem aklınızda orası vardı: Geçen yıl iki-üç spekülatör Brinshore’u durgun bir bataklık, rüzgârlı bir bozkır ve çürüyen deniz yosunlarının sürekli koku yaydığı bir bayır arasında kalmış o sefil mezrayı parlatmaya çalıştı; girişimleri hayal kırıklığından başka bir sonuç veremezdi? Brinshore’un sağduyuya hitap edecek nesi var? Son derece sağlıksız havası, herkesin malumu olan bozuk yolları, görülmemiş derecede acı suyu. Üç mil çevresinde bir fincan iyi çay bulmak imkânsız. Toprağına gelince, öyle soğuk ve nankör ki lahana bile yetiştirmesi zor. Emin olun beyefendi, Brinshore’u aslına uygun anlattım… En küçük bir abartım yok… Eğer orası hakkında farklı bir şey işitirseniz…” Mr. Heywood, “Beyefendi, oranın adını hayatımda
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Edebiyat Roman (Yabancı)
- Kitap AdıSanditon
- Sayfa Sayısı
- YazarJane Austen
- ISBN9789750764530
- Boyutlar, Kapak14 x 20 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Cennetin Kökleri ~ Romain Gary, Emile Ajar
Cennetin Kökleri
Romain Gary, Emile Ajar
Gökyüzü kızıla bulanmış, bir serinliktir çökmüş; uçsuz bucaksız arazide ağır ama zarif adımlarla bir fil sürüsü sakince ilerliyor. Derken fildişi avcılarının giderek yaklaştığını belli...
- Diriliş ~ Lev Nikolayeviç Tolstoy
Diriliş
Lev Nikolayeviç Tolstoy
Tolstoyun en önemli üç romanından biri olan Diriliş, bir insanın geçirdiği sarsıcı değişimin romanıdır. Zengin Prens Nehlüdov, hizmetçi Maslovayı baştan çıkarıp terk ederek hırs...
- Özel Koruma ~ Katherine Center
Özel Koruma
Katherine Center
New York Times çok satan yazarı Katherine Center’dan size kendinizi iyi hissettirecek, sıcak yaz mevsiminin vazgeçilmezi olacak harika bir romantik komedi! Adamın arkasını kolladı....