Usta hicivci Saltıkov-Şçedrin’in 1879’da Otoçestvennaya Zapiski’de (Anavatan Notları) yayımlanan yazılardan oluşan bu eseri, 19. yüzyıl Rusya’sının toplumsal yapısına dair önemli ipuçları sunar. Saltıkov- Şçedrin Monröpo Sığınağı’nda köylü reformu sonrasındaki toplumsal dönüşümü mizahi ve eleştirel bir üslupla mercek altına alır.
Monröpo’daki yaşam sanılanın aksine ne huzur ne de özgürlük verir; kaçınılmaz sonun eşiğinde, toplumsal yapıya dair şehir koşturmacasında üzerine düşünülmesi mümkün olmayan endişelerle doludur. Saltıkov-Şçedrin, okurun dikkatini dönemin Rus toplumunun sosyo-politik, ekonomik, psikolojik arka planında yatan temel sorunlara çevirir.
*
UMUMİ BİR BAKIŞ
“Tabii siz de yazın monröpo’nuza
çekiliyorsunuzdur?”
“Elbette! Ne de olsa dinlenmek lazım!”
Sosyete konuşmaları
Ne yaptınız da dinleneceksiniz denebilir ama bu başka bir mesele; yazın yine de dinlenmek lazım. Yazın duvar ustaları, sıvacılar, kaldırımcılar suretinde Duleba’ lar, Radimiça’lar, Vyatiça’lar ve diğerleri doldurur şehirleri; okuyup incelmiş bir insan için bunlarla birlikte yaşamak bir sürü sebepten ötürü pek uygunsuzdur.
Bu ihtiyacı karşılamak için ben de uzun yıllar yaz aylarımı Moskova’nın bir banliyösünde keyifle geçirdim. Bu mülkü, serfliğin kaldırılmasından hemen sonra edindim ve doğrusunu söylemek gerekirse epey tuhaf bir şekilde satın aldım.1 İlkin, araziyi görüp incelemeye kışın geldim ki dünyada hiç kimse böyle bir şey yapmaz; ikincisi, kiliselerdeki müminlerin ayinine mest halinde gidip gelen ihtiyar bir satıcıya denk geldim ve onun bu haline itimat ettim. İhtiyar, bir zamanlar erzak idaresinde çalışmıştı, dolayısıyla da iyi huylu ve misafirperverdi. Beni yemeğe davet etti, karnımı en hakikisinden Küçük Rusya2 borşuyla doyurdu ve bir de Kiev likörü ikram etti. Sonra kendisi de benimle birlikte çiftliği incelemeye geldi, burada tavuk çorbası pişirmelerini ve kremalı havuz balığı kızartmalarını buyurdu, bu arada şöyle dedi: “Tavuk buranın tavuğu, havuz balığı da buradaki gölden, ayrıca nehrin sazanı, levreği boldur, kadife balıklarının ise üzerine yoktur!” Sonra etrafı incelemeye koyuldu. Bey konağının verandasına çıktı, parmağıyla uzaklarda ışıl ışıl parlayan ormanı gösterdi ve şöyle dedi: “İşte şu ormanı da satıyorum! Ne çok odun çıkar, ha?..” Beni samanlığa götürdü, ne iyi bir adam olduğunu göstermek istermiş gibi kollarımdaki samanı silkeledi ve şöyle söyledi: “Bu saman gelecek hasada kadar yeter, saman da saman hani, böyle samanın olsun, yulafa lüzum yok!” Sanki bilhassa ayarlanmış gibi üç çift değirmen taşı birden harıl harıl çalışan değirmene götürdü, orada da şöyle söyledi: “Bu diyarın buğdayı var ya, öyle çok çıkar ki değirmen öğütmeye yetişemez! Yayıkla dövme makinesi de koyarsanız burası öyle kalabalık olur ki iğne atsan yere düşmez!” Benimle birlikte kar tepelerinin arasından nehir boyunca kısa bir yolculuk yaptı ve orada da şöyle dedi: “Nehir burada acayip canlıdır!” Tüm bunları dualar eşliğinde söyledi. Bir yandan konuşuyor, bir yandan istavroz çıkarıyor, gözbebekleri de yukarı doğru süzülüyor, dudakları kıpır kıpır, sanırsın her yere, her şeye Tanrı’nın kutlu nefesini çağırıyor. Yalnız bitirmeye yakın sinirlendi. Yeni azatlı köylülerin yaşadığı köye yumruğunu tehditkâr bir tavırla salladı ve ekledi: “Hepsi şunların yüzünden. Çakallar! Bu namussuzlar olmasa böyle bir cennetten hayatta ayrılmazdım.”
Uzun lafın kısası, beni derinden büyüledi. En çok da şu hoşuma gitti: Mülkün zayıf yanlarını gizlemedi. “Yalnız müştemilatı pek zayıftır! Kışın da bu namussuzların yüzsüzlüğü yüzünden ekilmeden kaldı; bunu da saklayamam!” Fakat “namussuzlar”ı hatırlayınca yine öfkelendi ve ekledi: “Ama onların defteri de ceza mahkemesinde karara bağlandı; altmış kişi söğüt yahnisine üşüşsün de süpürge sapını unutmasınlar!”
Bu inceleme esnasında papaz efendi de vardı; mütevazı bir tavırla gıdısını sıvazlıyordu; satıcının söylediklerini onaylamıyordu gerçi ama ret de etmiyordu.
O zamanlar henüz gençtim. Ziraatla, çiftçilikle hiç alakam olmamıştı. Cebimde epeyce yüklü bir para vardı (laf aramızda, borç almıştım) ama paradan filan anlamıyordum: Nasılsa sonu gelmez diye düşünüyordum. Uzun lafın kısası, rüyada gibiydim. Kesin olarak tek bir şeyi biliyordum: İşi azatlı köylü yapacaktı, dolayısıyla toprağı da aşara vermek gerekti. Çünkü o sırada bu türden hesaplar pullu mühürlü yapılıyordu. İyi ki köyde doğup büyümüşüm. On yaşıma kadar doğduğum yerden hiç ayrılmadım. Sonra, devlet işleri gereği seyahatlere başlayınca her sene kısa yaz tatillerinde köye gidip geldim. Orman ne demek biliyordum; mantar ve yemiş toplamak için çokça dolaşmıştım oralarda; arpayı çavdardan, çavdarı yulaftan ayırt edebiliyordum; tarlalara gübreyi nasıl taşıdıklarını, toprağı nasıl sürdüklerini, tırmıkladıklarını, ektiklerini, kestiklerini, dövdüklerini, biçtiklerini de görüyordum. Ne var ki bütün bunlardan kesinlikle hiçbir şey anlamıyordum. Aslına bakılırsa bu benim için hakikat değil de zihnimde sadece türlü türlü parçalar bırakan bir rüyaydı… Annem ve babam, yakın köylerde gayet tecrübeli ve gayretkeş tarım işletmecileri olarak bilinirlerdi. Her işe “bizzat kendileri girerlerdi” ki bu dönemde, “işletmeci” itibarını hak etmek için bu kadarı yeterliydi. Muhtar her akşam işgünü boyunca kazanılmış başarıların raporunu kapıp beyin evine gelirdi; her akşam sonu gelmez konuşmalar, öneriler ve yakınmalar olurdu; ertesi gün için talimatlar verilirdi, kötü havalar ya da yağmurla ilgili sayısız tahminler işitilirdi, toprak köleliği ruhuna uygun, “yediden yetmişe,” “kardeş kardeşe” türünden çiftçilik terimleri havada uçuşurdu. Bu konuşmalar sırasında ben de sık sık hazır bulunurdum. Hâlâ hatırlarım, ilgilenirdim de bunlarla, zira o konuşmalarla birlikte evin ihtiyaçlarına dair talimatlar da yağardı. Bu ihtiyaçların akabinde bol miktarda reçel yapılır, turşular kurulur, sebze meyve kurutulurdu. Bu titizlik gerektiren iş sadece günden güne değil, saatten saate, hatta dakikadan dakikaya görülürdü; bolluk da bu sayede yaratılırdı. Her yerde görürdüm bu bolluğu: Her türden tahılla dolu ambarlarda, mahzenlerde ve depolarda, ahırda, meyve bahçelerinde vesaire. Karınca yuvasını andıran çiftliğin her köşesinde günün ilk ışıklarından akşam çökene kadar arı gibi kaynaşırdı insanlar ve hep bir şeyleri bir yerlere taşır dururlardı. Ama geceleyin, bu bolluk diyarının etrafında bekçi dolaşır ve elindeki demir levhayı döverdi. Bütün bunları görürdüm, ezbere bilirdim ve kendi sözlerimle de anlatabilirdim ancak hiçbirinden bir şey anlamazdım. Belli ki bu da benim bir kusurum. Bolluğun yaratılırken içinde belirdiği bütün biçimleri bilirdim ama bu biçimlerin muhtevalarını anlamazdım. Onun ortaya çıkarılışına eşlik eden bu çabalardan, fiziksel emekten, bitkinlikten, terden, homurtulardan ve ümitsizliklerden meydana gelen bu korkunç yığın, bir sır olarak kalırdı benim için. Sanırım şöyle düşünürdüm: Babacığımla anneciğimin kâhya Lukyanıç’a emir vermesi yeterlidir çavdarımız, yulafımız, samanımız olması için…
Bu yüzden, Moskova yakınlarındaki mülkün işini bitirdikten, yani satış sözleşmesini yapıp mülk sahibi olduktan sonra da bu rüya bir süre daha devam etti, üstelik en kör uykulardaki bir adamı bile kendine getirmesi gereken hakikat şimdi çırçıplak ortaya çıktığı halde. Tam olarak şuydu hakikat: İhtiyar satıcının bana parmağıyla gösterdiği sık ve yüksek ağaçlardan oluşan orman başkasının çıkmıştı, benim ormanımda ise ağaçlar bodur ve seyrekti; ağzına kadar dolu saman ambarları yerine samandan ustalıkla ayrılmış, arkalarındaki boşluğu gizleyen çıplak duvarlar vardı; değirmende öğütülmeyi bekleyen buğday da azdı, zaten su nadiren kâfi geliyordu; çayırlarda saman “zamanla biterdi”, ne ki şimdi yoktu, zaten saman dediği de sazla karışıktı. Yalnız bir şey doğru çıkmıştı: Müştemilat zayıftı, aslında hepten haraptı, nehir de hakikaten canlıydı: Kıvrım kıvrımdı, köpük köpüktü, kıyıları da yemyeşildi.
Ancak melankoliye kapılmadım ve bu yeni yuvama kıpır kıpır uyum sağlamaya başladım. Çocukluğun, ilk gençliğin ve gençliğin “havai hayalleri”, olanca havailiğine rağmen, onca yıldan sonra bile içimde epeyce muhkem kalan bir şeyler de bırakmıştı geride. Öyle ki bunlar, her insanın adeta doğal olarak kendi köşesine sahip olma ihtiyacı bulunduğu inancına temel teşkil etmişlerdi. İnsan burada yurt bildiği, kutsal, tatlı ve hoş şeylere yoğunlaşır; bütün dünyayı gezip dolaşıp bitkin düşünce hayatın dertlerinden uzaklaşmak için oraya gider; çocuklarını burada büyütüp yetiştirir ve onlara gerçek, zorlu hakikatin gerçeklerine nüfuz etme imkânı verir; burada kendini her tür adi bağımlılıktan, diz çöküşten, nefes almak, konuşmak, düşünmek için verilen alçaltıcı mücadeleden azade hissedecektir… Uzun lafın kısası, bu “kendine ait köşe” ifadesiyle anlatılan şeyi ben daima, insanın anne babasının koruması altında yaşamaktan huzursuzluk duymaya başlayıp eski civciv yuvası da artık mümkün olmadığında, yeni bir yuva temin etme düşüncesinin onu adeta adım adım takip etmeye başladığı şeklinde anlarım. Yine uzun lafın kısası, ben de yukarıda söylediğim gibi bu yuvaya sahip olmuştum. Burada işletmecilik maceralarımı anlatmayacağım. Fantastik bir şeydi bu. Hiçbir işte başarı kazanamadım. Buğday görünüşte bereketliydi ama ambara gelinceye kadar azalıyordu (“herhalde dövülürken dikkat etmemişler,” diye açıklıyorlardı “akıllı” mujikler); yoncalar ve çayırotları tarlalarda bir türlü kök tutmuyordu (“herhalde düzgün tohumlamamışlar: Mesela şurada tohumlamışlar, burada atlamışlar”). Ancak iki sene inat ettim, yani ekip biçtim ama üçüncüsünde teslim oldum. Ya da başka kelimelerle söyleyecek olursam, bu mülküme, sadece yazları iki-üç ay kalacağım bir daça1 olarak bakmaya başladım. Bütün işletmecilik kurallarını çiğnedim, arazinin genişçe bir parçasını, konak ve çiftlik hariç, idarecilik giderlerini bile karşılamaya yetmeyecek yıllık bir ödeme karşılığında köylülere verdim ve kendim de Petersburg’a kaçtım. Olay, bu basit haliyle tam on beş sene devam etti. Yazları monröpo’ma gidip geliyor, bey konağının pencerelerinin tam karşısında parlayan “canlı” nehre keyifle bakıyordum. Zamanla, değirmen bendi yüzünden ortaya çıkan adacığa bir bülbül de gelmeye ve bütün gece guruldayıp cıvıldamaya başladı. Kısa sürdü gerçi bu çünkü komşu köyün değirmencileri sabaha bülbülü muhakkak yakalamak niyetiyle pusuya yattılar ve yakaladılar da. Ama olsun, yağmur ya da fırtına gibi ıstırap verici düşünceler olmaksızın, şu dakika tarlada neler yaşandığıyla ilgili (ekin büyüyor mu acaba? Yoksa büyümüyor mu?) boş tahminlerde bulunmak zarureti olmaksızın yaşıyordum. “Benim” olan dışında bir şeyim yoktu, her tür ıvır zıvır için Moskova’ya adam gönderiyordum ve şaşılacak şey, hepsi de işletmeciliği bizzat yapsam bana mal olacağından hem daha iyi hem daha ucuza geliyordu. Küçük bir bostanım da vardı, her bahar beceriksiz ellerle ekilirdi ama yüreğimi daraltmazdı yine de, zira daha ilk seneden anlamıştım ki bu bostandaki sebzeler şehirden çıkıp köye vardığım gün olgunlaşmış olacaklardı. Nihayetinde böyle basitleştirilmiş bir biçimde ebediyen yaşamanın imkânsız olduğu ortaya çıktı. Bir dizi tuhaf olay meydana geldi. Orman (ihtiyar satıcının bana vaat ettiği gibi yüksek ağaçlardan müteşekkil değildi gerçi ama yine de ormandı işte) büyümeyi bıraktı. “Ormanın kıyısı” saydığım huş koruluğu da on beş senede tastamam ormanın kıyısı oldu. Para eder beklentisiyle kestiğim kavak koruluğu on beş senede kel, dağınık kütüklerle dolu bir yere dönüştü. (“Herhalde sığırları orada otlatmışlardır,” diye açıklıyorlardı “akıllı” mujikler, kiracıydılar şimdi). Toprak çoraklaşmıştı; bir zamanlar taze saman veren otlak şimdi neredeyse ısırgandan başka bir şey vermemeye başlamıştı. Köylülere kiralamanın ve mülkümü basitleştirilmiş bir biçimde hale yola koymanın neticeleriydi bunlar. Hakikaten de yakın zamanda çok büyük masraflar yapılması gerektiğinin alameti kusurlar ortaya çıkıyordu. Parktaki otlar patikaları öyle sarmıştı ki temizlemek için bile avuç dolusu para gerekiyordu. Üstüne üstlük, benim çiftliğin köylülerin tarlalarının yanına bile yaklaşamayacak kadar geri kalmış olması yetmezmiş gibi işletmecilik kurallarını ihlal ederek hizmetlilerin sayısını da azaltmış olduğumdan, geceleri insanın korkudan ödü kopuyordu. Doğru, bizim elleri haydutlar sarmamışlardı henüz ama on-on iki verst’te,1 demiryolu istasyonunun yakınında “hırlaşma”ya başlamışlardı. “Uğursuz saat,” “sen esirgeyeceksin ki Tanrı da esirgeyecek,” “malını çalınmayacak yere koy” gibi eski Rus deyişlerini aklıma getiriyor ve ilk zamanlarda demiryolu istasyonu etrafında yoğunlaşan daça hayatının her geçen gün bize daha çok yaklaştığını görüyordum (bir Yunan yanında on Yunan getirir, bir Yahudi de yüz Yahudi getirir), böylece kimseye fark ettirmeden düşüncelere dalmaya başladım.
Bu hal bir tek benim üzerimde de değildi. Moskova yakınlarında mülk sahibi bulunduğum şu kısa on beş sene boyunca etrafımdaki toprak mülkiyetinin neredeyse bütün kompozisyonu da değişmişti. Bana en yakın olan, asırlık ormanlarıyla, muazzam limonluklarıyla, muhteşem yapılmış bey konağıyla eski prenslik malikânesi, iki senede iki defa sahip değiştirdi, sahiplerinden biri de Yahudiydi. Üstelik bölgenin her yerinde aynı şey oluyordu. İsa Mesih’in tapınağının inşasına elleri değen insanlar geldi, her nasılsa büyülü bir davayı kazanan ve şimdi “bey” olmak için acele eden bir avukat geldi; nihayet bir de Yunan ortaya çıkıp benden bir verst öteye yerleşti, bizim mütevazı köy kilisesine çıktı ve orada kendine kartal yuvasına1 benzer bir şey yaptı, yani herkes bu Samson Dyubekoviç’in kendi tanrısına ibadet edeceğini görüyordu. Kala kala sadece iki ihtiyar ve epeyce de büyük bir toprak sahibi kaldı, hani başlarına ne gelse şaşırmayacak türden insanlar.
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Deneme
- Kitap AdıMonröpo Sığınağı
- Sayfa Sayısı
- YazarSaltıkov-Şçedrin
- ISBN9789750764547
- Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Tüm Soruların Anası ~ Rebecca Solnit
Tüm Soruların Anası
Rebecca Solnit
“Hikâyeler hayatımızı kurtarır ve hikâyeler hayatımızdır.” Yazar ve aktivist Rebecca Solnit’ten kadınların temel meselelerine geniş açıyla bakan bir kitap: Tüm Soruların Anası. Tüm Soruların...
- Aşka Dair ~ Prof. Dr. İskender Pala
Aşka Dair
Prof. Dr. İskender Pala
Aşkın başlangıcı “görme”, sonucu “bakma” dır. İlk görüş anında başlayan ilginin sırasıyla sevgiye, bağlılığa, kalbin erimesine, tutkuya, özleme ve nihayet aşka dönüşmesinin bir tek...
- Kristal Denizaltı ~ Ahmet Altan
Kristal Denizaltı
Ahmet Altan
Bazen en büyük öfkeyi en çok sevdiklerimize duyarız. Bazen en yakınlarımız en çok acıtır canımızı. Bazen en tutkulu aşkla bağlı olduğumuzdan en vahşi intikamı...