Denize giden insan farklıdır ve aşka çağrılan deli divane bir âşık gibi gözden kaybolana kadar, ellerini sallayarak vedalaşır sevdicekleriyle. Yazgısının arkasından koşan deniz insanı için uzundur bu vedalaşmalar…
İsmi ile müsemma Hoyratdeniz… Kıyısında küçük bir köy, Dünyanıngözü; iki ağızlı, ters dönmüş bir kaşık, belki de denizde yüzen fettan bir kadının omzu gibi… Kıyı köyünde bir dalgıç; dünyaya açılan iki penceresinden birini savaşta kaybeden Camgöz Reis…
Vecdi Çıracıoğlu, “Denize Dair Hikâyat” üçlemesinin ilk kitabında, cumhuriyetin onuncu yılı kutlamalarının arifesinde, iş güç dağdağasına kapılmış deniz insanlarının hikâyesini anlatıyor. Uzun sürmüş kışın ardından açan kızılşap renkli zambaklar, uzun eğrelti otları arasında telaşlı telaşlı dolaşan tavşanlar ve rıhtımın ilerisinde akşamsefaları köyün denizcilerini hayata bağlıyor. “Tutarga, tutarga!” Camgöz Reis derine dalıyor!
Sarıkasnak, ay çıkınca huyu değişen insanlarla uğraşan Camgöz Reis’in, pruva ile ufuk çizgisi arasında ağ ören denizcilerin romanı…
BİR
Ormanda uyuyan güzel prenses ilkbahar, o yıl, Dünyanıngözü’ne erken gelmişti. Onu uyandıran şehzade güneş, kalın beyaz kış üniformasını çıkartarak, baharın rengârenk çiçek desenli entarisine yerini bıraktırdığında, yağmurlar, Ayıbalığı Adası’nın yakınlarından göçen yunus sürülerini, tavşanları ve Boztepe’deki boynunu eğmiş kızılşap renkli zambakları çoktan selamlamaya başlamıştı. Abrul erikleri çiçek açmış, ceviz ağaçlarının tüm dallarını yeşil sarmış, kuzeyrüzgârı, meşelerin yosun bağa kabuklarını daha da koyulara bağlamıştı. Velhasıl kış uzun sürmüş, bir önceki mevsim dibine döktüğü yaprakları kendine gübre yapan ağaçlar, tomurcuklarını yer yer yeşilin titremlerine dönüştürmüştü. Sahilde ve onun kar çiçeğine kadar uzanan sisli yeşil tepelerin serin vadilerini eflatun dalgalarla yıkayan sümbüller, meşe ağaçlarının yamru yumru kökleri çevresinde kümelenmiş menekşegülleri, parlak kırlangıççiçekleri, mavi tavşanotları, leylâki altınsusamlar, bademlere taç giymiş gümüşçiçekler, benekli arıyatakları, solmuş yüksükçiçekleri, acemlâleleri, kestanelerin beyaz yıldızlardan kıvrımları, hatta ve hatta karaçalıların soluk güzel, adsız taneleri bile birarada; havada uçan kuşlar, yerde sürünen, gezen tüm hayvanlar birarada, bir cümbüş içersinde, yeryüzünün ayrı ayrı yerlerinden davet bularak bahar seline kapılmışlar, umarsız kaynaşmayla yeşil zeminin eşliğinde, mavi denize doğru yol alıyorlardı. Uzun eğrelti otları arasında telaşlı telaşlı dolaşan tavşanlar, çelik tüylü kapkara gagalı alacakargalar, dikenden bir yün yumağı gibi kirpiler, ağır ağır yürüyüp duran, sonra otların gevrek körpe yapraklarını ağızlarında geveleyen filozof tosbağalar; yeni baharı, güzel prenses ilkbaharın gelişini kutluyorlardı. Akşam olup da, çevre karanlıklarına bağrını açtığında, sur üstü evlerinin idare lambaları limana ve çarşıya fener oluyordu. Geceleri limanda bekleyen, bütün fenerleri yakılı uzun bir vapuru andıran Hoyratdeniz’in, iki kaya kütlesinin önce birbirlerine, sonra da anakaraya bir berzâhla bağlanan kıyı köyü Dünyanıngözü, gündüzleri ters dönmüş sapsız iki ağızlı bir kaşık, belki de denizde yüzen fettan bir kadının omzu gibiydi… Şimşir, ıhlamur, kestane, meşe ve çam ormanlarıyla yüklü, yer yer toplanmış beyaz Yörük çadırları gibi karları erimiş kıyı dağların eteğinde sırt sırta vermiş iki koylu Dünyanıngözü’nü çepeçevre sarmalamış kale surlarının oyuklarına da bahar gelmiş, vakvakçiçekleri; nar barbakanlı kale duvarı, kare ve yuvarlak kuleler köyün yerleştiği iki tepeye taç giydirmiş; akşamsefaları, rıhtımın hemen ilerisindeki kayalara kazınmış merdivenin basamaklarını süsleyip tepeye tırmanıyor, sonra, Cenevizlilerin gemilerini demirleyip karaya çıktıkları Kuşna’ya kadar kıvrıla kıvrıla iniyordu. İç içe geçmiş çağları barındıran Dünyanıngözü’nde; tarihle yoğrulmuş sıra sıra, üst üste dizili taşlarından birçoğu bedeninden koparılmıştı. Dalgın ve gamlı kale duvarları, tarihin hatıra tanığıydılar, denizlere bakan…
Ve evler… Yüzyıllara meydan okuyan, önceleri berzâh düzlüğünde, sonra dar sokakların bitişik düzende dizdiği, Sormagir’in, Zindan’ın ve İçkale’nin insanlarını barındıran küçük çantılar, ilk katlarını tarihî surlardan sökülmüş kare taşların süslediği iki katlı ahşap bey ve taş ağa konakları… Ve çiçekler, pırıl pırıldılar… Rengârenk kanatlı, bir gün ömürlü kelebekler, çiçeklerin arasında dans ediyor, sarı asmakuşları söğüt ağaçlarında ötüyordu. Bahçelere ve evlerin pencere içlerindeki saksılara dikilmiş çiçekler erkek rüzgârların biriktirdiği yağmuru bekliyordu, güneşin altındaki arılarıyla salınıp durarak… Denizlerde rüzgâr durmuştu, meltem esmiyordu. Çıksa da, denizin üstünü şöyle bir karıştırıyordu ki köpürtmeden, mavi bir ürperti geziniyordu bir süreliğine.. sonra yine aynı mavi kristal yerini alıyordu sularda. Karıncalar yine su içiyordu. Geçen som sonbahar boyunca çalışan, şimdiyse kışa hazırlanan hamarat karıncalar tüm işlerini bırakmış, denizin bu denli durgun, bu denli uykulu günlerini beklemişler gibi… Denizden biraz su alıp, toprağın altındaki gizli yerlerinde depolayacaklardı sanki. Deniz insanlarının deyimi gibi deniz kıyısına inip su içecekler, daha doğrusu su alıp götürecekler yuvalarına… Camgöz Reis, o sabah, Hoyratdeniz’in Boztepe yamacına kurulu çantısının içinde, patlayan hırçın dalgaların acı çığlıklarıyla uyandığında, bedavra tahtalarıyla örtülü çatısına açılmış tek hava penceresine bakarak, ışıkları yeni sönmüş Dünyanıngözü vapurunun yolcusu olduğunu ve ne zaman limandan ayrılacağını düşünüyordu.
*
Doğruldu ve hafif nemli yatağının kenarına oturdu. Başucundaki, cilası yer yer dökülmüş komodinin üzerindeki içi su dolu kâseden takma porselen gözünü aldı. Avucunda şöyle bir tarttı. Ve, bir-iki kez zıplattıktan sonra, güvelerin yiyerek delikler açtığı haroşo örgülü yün kazağının eteğine silerek nemini aldı. “Lay, şu evüy neminü alacak bi garu bulamadık gitti anasını döllediğimüy…” diye, kendi kendine söylendi. O zamana kadar yatağını kurutacak kadını bulamayışını, Bulgar’dan sonra Çanakkale’de çarpışırken yakınına düşen, kahpe bir şarapnel parçasının akıttığı gözünün yerine gömülü takma camgöze bağlar, yüzünün yarısı donuk baktığından, kadınların korktuğunu sanırdı. Hiçbir kadın onun yüzüne dikkatli ve uzun uzun bakmıyordu. Baksaydı eğer, “Bir harp yaşadım, ateşler gördüm ve bu ateşler gözümden girdi!..” çığlığını duyardı. Yorganının ucundan çıkan bir çift küçücük ayağı, bir güvercinin gözleri gibi böcül böcül bakan pembe tırnakları arada bir görseydi ne olurdu sanki… İlk kez bir erkeğin yanında soyunacak utangaç bir kadınla evlenseydi, zifaf gecesinde sağlam gözünü eliyle kapatarak, “Söz sağa bakmaycan gadunum…” diye yemin edeceği bir düşü hep özledi. Bu düşü, zamanla matraklaştı ve aklına her gelişinde gülmesini engelleyemedi. Bir kez olsun aşk kerpeteni kalbini yakalayıp sıkmamıştı. Yangın yerinde küllerin içinden çıkan baba incir piçleri gibi yalnızdı… Denizle uğraşan her insanın denizin dibinde bir dostu, bir sevgilisi vardır. Bir oğul, bir kardeş, bir kesik el, alabora batık bir tekne, fırtınanın kopardığı bir yelken direği… Bütün bunlara rağmen deniz insanı suskundur karada. Deniz insanı karada konuşmaz, sadece düşünür, onun herhangi bir lisanı yoktur konuşulacak. O, denizin enginliğine bakarak dantelalar örer, kanaviçeler işler yalnızlığına. O, türü keşfedilmemiş bir ipekböceği gibidir kozasını ören… Hangi deniz insanı aşk türküleri söylemeyi beceremez?..
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Türkiye Edebiyatı Roman (Yerli)
- Kitap AdıSarıkasnak - Denize Dair Hikâyat
- Sayfa Sayısı143
- YazarVecdi Çıracıoğlu
- ISBN9789750517921
- Boyutlar, Kapak13x19,5 cm, Karton Kapak
- Yayıneviİletişim Yayınları / 2018
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- İki Cami Arasında Aşk “Mihrimah ile Sinan” ~ Mürvet Sarıyıldız
İki Cami Arasında Aşk “Mihrimah ile Sinan”
Mürvet Sarıyıldız
18 Yaşında kendi arzusu ile devşirilip payitahta getirilen Sinan, Karaboğdan Seferi sırasında gördüğü Mihrimah Sultan’a aşık olur. Bu aşk, Sinan’a önce Prut Nehrini on...
- İyiyi ve Kötüyü Bilme Ağacı ~ Tecelli Sercan Sırma
İyiyi ve Kötüyü Bilme Ağacı
Tecelli Sercan Sırma
Simla, Bar’ın müdavimlerinden biri haline gelmişti. Her seferinde dipteki loş köşeye geçip oturuyordu. Garsonlar sadece günde bir iki kez masaya uğruyor, su bardağını sessizce...
- Likya’nın Şarkısı ~ Seran Demiral
Likya’nın Şarkısı
Seran Demiral
Genç yazar Seran Demiral’dan, müziğin kıyısında gezinen bir kendini keşfetme öyküsü. Yaşlılık, ölüm gibi kavramları müziğin naifliğiyle anlatan Likya’nın Şarkısı, annesinin hastalığı yüzünden yaşamı değişen...