Küçücük bir işaret bekliyordu benden; göz göze gelmemizi ya da ona gülümsememi… O zaman bütün engeller ortadan kalkacak, birden ahbap olacaktık. Avını gözetleyen yırtıcı bir kaplan gibi sırtı kamburlaşmış, gözleri kısılmıştı. Ona hiç bakmadım ama işe yaramadı.
Açık kapılar, küçük tufanlar, uzayan yollar, bir dua gibi yağan yağmurlar, hatıralar… Ayartan, kanırtan, küçülen, büyüyen
karşılaşmalar. Baştan ayağa saplantılar.
Gamze Güller’in biriyle Orhan Kemal Öykü Ödülü’nü aldığı iki kitabı bir arada. Bir çaydanlık gibi fokurdayan, dünyayı öpen, kahreden, sus pus oturan hikâyeler…
Beşinci Köşe ve İçimdeki Kalabalık, insan huyları ve hallerinin şehirden manzaraları, serinliği ve sıcaklığıyla, biraz öfkeli, biraz içli…
İÇİNDEKİLER
Beşinci Köşe
Bal Kemiği………………………………………………………………………………………………………..11
Gerçek Hayattan Fotoğraflar…………………………………………………….19
Beşinci Köşe…………………………………………………………………………………………………….29
Kirazların Açtığı Gün………………………………………………………………………..35
Son Durak………………………………………………………………………………………………………….43
Zeliş’in Rüyası……………………………………………………………………………………………..53
Kartpostallar …………………………………………………………………………………………………61
Tuzak………………………………………………………………………………………………………………………..69
İçimdeki Kalabalık
Dağların Soluğu………………………………………………………………………………………..81
Ağrı…………………………………………………………………………………………………………………………….91
Otel………………………………………………………………………………………………………………………………97
İçimdeki Kalabalık………………………………………………………………………………105
Gel Pisi Pisi…………………………………………………………………………………………………..111
Ölümün Rengi……………………………………………………………………………………………115
Kutu………………………………………………………………………………………………………………………..121
Kayıp Aranıyor………………………………………………………………………………………..127
Noel Baba’nın Bisikleti…………………………………………………………………..135
Diğerleri
Çok Daha Fazlası…………………………………………………………………………………..145
Nihal mi Acaba? ……………………………………………………………………………………..151
Beşinci Köşe
2012 ORHAN KEMAL ÖYKÜ ÖDÜLÜ
Bal Kemiği
“Geçenlerde başkanımı da götürdük ormana,” dedi Sadık Usta. “Et çevirdik, bayıldı bal kemiğine. Ne olduğunu bilse uçururdu hepimizi.” Müthiş lezzetli olduğunu söyledi. Sonra, siz anladınız dercesine göz kırptı. Anlamamıştık. Sorar gibi baktığımızı görünce, “Biliyorsunuz ya,” dedi. “Bilmiyoruz,” dedik. Gerçekten hiç duymamıştık. “Hayvanın göğsünde, kaburgasının da altında, daha derinde bulunan kalbi koruyan tek bir kemik. Azıcık et olur içinde. Sıyırarak yersin. Zor bulunur, tek bir kemik parçası… Ama bir de tadı olur ki…” Sonra sesini iyice alçalttı, “Karaca,” dedi, “başkanım bilmiyor. Aman sakın bilmesin.” İçim acıdı bunu duyunca. Cem merakla dinliyordu. Gözleri pırıl pırıl devam etti Sadık Usta: “Öyle masum olur ki bu namussuzlar. Korkmuyorlar, insanın yakınına geliyorlar. Hele bir de kocaman gözleriyle yüzüne bakmıyorlar mı? Ama bizim Memet deli. Laf, söz dinlemez. Her türlü acayiplik onda. Vuruyor işte arada.” “Hep mi avlar?” diye sordum.
“Yoo,” diye savundu deli Memet’i, “iyi çocuktur aslında, ama böyle tuhaflıklar yapar ara sıra.” “Nasıl şeyler?” Belli ki daha fazla açık vermek istemedi. “Başkanım da çok sever onu,” dedi. “Çok kalender adamdır bizim başkan. Kahveye girdiğini görmedik daha. Çayını içecekse oturur önünde içer. Ama başkanım gel mangal yapalım dedik mi kırmaz bizi. Açık havaya meftun. İllâ odunu o toplar, gocunmaz hiç, yakar ateşi. Muhabbeti de iyidir.” Yine sesini alçalttı, “İyi de içer.” Sağa sola bakındı telaşla, “Başkadır bizim başkan.” Önümdeki yemekten bir lokma daha aldım; yediğim en güzel köfte-patates. Cem önündekileri çoktan silip süpürmüş. “O geldi geleli çehresi değişti beldenin. Dürüst adam, dürüst. Varını yoğunu buraya harcar. İstanbul’a gittiydi geçenlerde. Resmi iş için. Öğretmenevinde kalmış. Otobüsle gitmiş gelmiş iyi mi? Başkan git en âlâ otelde kal, uçakla git gel, hepimiz helâl ederiz dedik. Güldü geçti bize.” Sütlaç ve tulumba tatlısı ikram etti. Sütlacı karısı yapıyormuş, üzeri bol cevizli. Ben hiç tutturamam, üstünü yakarım hep. Tulumbayı babasından öğrenmiş. “On iki yaşımdaydım mutfağa girdiğimde. Elli yıldır tulumbacıyız biz.” Güldü sonra, gözlerinin kenarları kırış kırış. “Sen benim yaşıma bakma, babamla birlikte elli yıl.” “Kızılcık şurubu içmeden bırakmam.” Yüzünde güller açıyor konuşurken. “Buralara kadar gelmişsiniz.” “Bizim bahçeden bunlar, sadece suyla şeker katıyoruz biraz.” Gerçekten de çok lezzetli. Hem tıka basa doymuş hem de güzel sohbetten gevşemiş olarak kalktık masadan. Bizi arabaya kadar geçirdi. “Bir daha şelaleye de çıkın mutlaka,” dedi. “Ama böyle gelmeyin. Üstünüz başınız uygun olsun. Suyun içinden tırmanacaksınız yedi şelaleyi. Tam yirmi sekiz tane var.”
Normal bir zamanda bile göze alamazdık bunu, diye düşündüm. “Hiç olmazsa kıyısında mangal yapın. Kalacak olsanız yarın gece ormana götürürdüm sizi. Başkanıma da haber vereceğiz. Ziyafet var.” “Belki de başkan biliyordur ne yediğini,” dedim. Cem kötü kötü baktı bana. Sadık Usta’nın alnı kırıştı. Yüzü asıldı. “Belki…” “Hadi güle güle gidin, gene gelin,” diye seslendi arkamızdan. Bir süre sessizce yol aldık. “Neden adamı utandırdın? Bizi ağırlamak için çırpınıp duruyordu,” dedi Cem. “Başkan biliyormuş işte,” dedim. “Eee ne var bunda? Bazen göz yummak gerekir.” Yanıt vermedim. “İyi ki gelmişiz değil mi? Bak istemiyordun bir de.” Evet, istemiyordum. Ama istemediğim bu gezi değildi. Bir şeyleri kurtarabilmek umuduyla Cem’le baş başa günler geçirmekti. Böyle gizli saklı… Hayır diyemedim bir türlü. “Bu gece şehirde kalırız,” dedi. “Yarın da sahil yolundan devam ederiz.” Omzumu silktim, fark etmezdi. Yol alıyorduk ama bir yere varıyor muyduk bilmiyordum. Şehir şehir, kasaba kasaba ilerliyorduk. Ben bir yandan geride bıraktığımız zamanın üzerinden geçiyordum. “Acaba karaca görür müyüz?” dedi sesinde çocukça bir tınıyla. “Belki,” dedim. “Ormana girersek…” “Saçmalama,” der gibi baktı bana. Daha katılımcı olmamı beklediğini biliyordum, ama yapamıyordum. Bana kızıyordu. Sonra unutuyor, tekrar tekrar deniyordu. Sonuna kadar zorlayacaktı bu yolculuğu, biliyordum. Oysa duraklardan birinde bir otobüse atlayıp dönme ve bu tiyatroyu sona erdirme ihtimalim yüksekti. Bunu hiç düşünmüyor gibiydi. Bir çıkmazda değil de romantik bir tatildeymişiz gibi davranmaya devam ediyordu. “Hiç kamp yaptın mı?” “Hayır,” dedim. “Börtü böcek içinde uyuyamam ben.” “Ben çok severim. Üniversitede arkadaşlarla yapmıştık birkaç defa.” Hiç bilmiyordum. “Seda da var mıydı?” diye soramadım. Kim bilir daha bilmediğim neler vardı. Artık umurumda bile değildi. “Sadık Usta anlatırken o geldi aklıma. Ormanda mangal yapmak, piknikteki gibi değildir. Hele buralarda…” Camın ardında akıp giden ağaç gövdelerine baktım. Arkalarında ışık yoktu. Karanlık, daha çok karanlık ve ağaçlar yalnızca… Sonsuz bir orman gibi… “Dünyadan kopmuş gibi olursun. Doğanın sesinden başka hiçbir şey duyulmaz. Hele biraz da içince, her şey değişmeye başlar etrafında. Denizde çok açılıp karayı yitirmek gibi… Ormanda da çok açılırsan medeniyeti yitirirsin.” “Korkutucu,” dedim. “Evet,” dedi. “Korkutucu. Ama bir o kadar da cezbedici. Lunaparktaki oyuncaklara binmek gibi. Korkarsın, ama o korkuyu da seversin. Binmeden duramazsın.” “Ben binmem,” dedim. “Lunaparklardan nefret ederim. Pikniklerden de…” İçini çekti yalnızca. Gözünü yoldan ayırmadı bir süre. Bir an, az da olsa vicdan azabı duyar gibi oldum. Ne de olsa çabalıyordu. Onu hâlâ sevip sevmediğimi sorup duruyordum kendime, ama yanıtı bir türlü bulamıyordum içimde. Kat ettiğimiz her kilometre, beni ondan uzaklaştırıyordu. Bu bir aşk mı yoksa kör dövüşü mü bilmiyordum. “Avlanır mıydınız siz de?” diye sordum. Nihayet sohbete katılmış olmamdan memnun, anlatmaya başladı. “Yok, pek sayılmaz. Ama Harun meraklıydı biraz. Hani şu Sadık Usta’nın Memet’i gibi…” Gülümsedi. “Mızmız Harun mu?” “Ta kendisi.” “Hadi canım hayatta inanmam. Evden çıkmaya üşeniyor Harun. Kampa gitsin, ava çıksın bir de, yok artık!” “Harun’u tanımıyorsun,” dedi. Yüzünde sinsi bir gülüş görür gibi oldum. “Bir zamanlar sonuna kadar gitmeyi bilirdi Harun. Memet gibi.” “Evet, belli ki tanımıyormuşum.” “Bir defasında Sipil dağlarındaydık. On-on beş gün kaldık oralarda.” Başka birini anlatıyor gibiydi. İlk defa duyuyordum bütün bunları. Dinledikçe şaşırıyordum. “Harun nereden bulduysa bir de tüfek getirmiş. Kendimizi korumamız gerekirse diye. Hatta birkaç tane de kuş vurdu onunla.” Yola diktiği gözlerine baktım, ışıl ışıldı. Sonra radyonun sesini kıstı. Ne zaman kendince önemli bir şey anlatacak olsa böyle yapardı. Oysa ben konuşurken bangır bangır çalabilirdi müzik. “Bir gece düzlük bir yer bulduk, çadırları kurduk, yedik, içtik, sonunda sızdık. Birkaç saat sonra bir gürültüyle uyandık. Tuhaf bir ses duymuştum. ‘Oralarda ayı vardır,’ demişlerdi, korkmuştum. Apar topar fırladım çadırdan. Çocuklardan bazıları da uyanmış don paça kendilerini dışarı atmışlar. Harun küllenmiş ateşin arkasında sırtı bize dönük duruyordu. Tüfek elindeydi.” Sustu. Devam etmesini istiyordum, merak etmiştim. “İnceburun’a da uğrayalım mı? Türkiye’nin en kuzey ucu.” Bilerek uzatıyordu sanki. “Sonra ne oldu?” dedim.
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Türkiye Edebiyatı Öykü
- Kitap AdıBeşinci Köşe ve İçimdeki Kalabalık
- Sayfa Sayısı155
- YazarGamze Güller
- ISBN9789750521669
- Boyutlar, Kapak13.5x21 cm, Karton Kapak
- Yayıneviİletişim Yayınları / 2017
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Sinek Kadar Kocam Olsun Başımda Bulunsun ~ Hatice Meryem
Sinek Kadar Kocam Olsun Başımda Bulunsun
Hatice Meryem
“A kızım, sinek kadar kocan olsun, başında bulunsun; sinek kadar olsun ama olsun…” Nasıldır mesela… Bir ayyaşın karısı olmak… bir apartman kapıcısının karısı… bir...
- Venedik’te Ölüm ~ Thomas Mann
Venedik’te Ölüm
Thomas Mann
Thomas Mann’ın yazarlık yaşamında Venedik’te Ölüm’ün özel bir yeri vardır. 1929’da Nobel Edebiyat Ödülü’ne değer görülen Mann, Birinci Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde yayımlanan Venedik’te...
- İki Deli Derviş – Yazyalnızı ~ Behçet Çelik
İki Deli Derviş – Yazyalnızı
Behçet Çelik
“Bir ara kıyıya takıldı gözüm. Çırılçıplak bir çocuk vardı. Yan yan yürüyordu, yere bakarak. Bir yengeç olmalıydı yerde. Bakıp öykündüğü. Başımı çevirmiş iskambil oynamaya...