1968 olaylarının etkisi altında düşüncelerini ortaya koyan ve temsil düşüncesine en fazla karşı çıkan Gilles Deleuze ve Felix Guattari post-yapısalcı yaklaşımda ayrı bir konumdadırlar. Bu filozoflar, toplumsal, siyasal ve ekonomik yaşamın değişimlerine paralel biçimde yeni bir düşünce pratiği geliştirmişler ve felsefeye ilk ilkelerden başlamak yerine ortadan bir yerden başlamışlardır. Deleuze felsefesinde arzu, duyumsama, anlam ve yaşam gibi pek çok kavram, estetik, etik ve siyasete yönelik bir sarmal biçiminde iç içe geçer. Kavramlar değişim ve dönüşüm içinde klasik felsefenin ağaçbiçimli düşünce sistematiğinin dışına çıkarak, ö zgür bir düşünceye ulaşılabileceğini gösterir. Bu kitap fark ve oluş filozofu Deleuze’ün rehberliğinde sinemanın felsefesini anlama çabası içinde ortaya çıkmıştır. Daima değişimi olumlayan, yaratıcı bir arzuyu öne çıkaran Deleuze keşfedilirken, çoklu bağlantılarla sınırdaki devrimcinin yani minörün gücü anlaşılmay a çalışılmıştır. Minör, molar yapılardan kaçış hattı çizerek, farklılığı, oluşu ve yaşamı olumlar. Minör sinema ise klasik sinemanın aksine evrim ya da devrim gibi fikirlerden bağımsız bir biçimde politiktir, tahammül edilemeyendir ve imkânsızlıklarla yapılandır. Bir kitle sanatı olan sinema “halkın eksikliği”ni en etkili bir biçimde gösterecek tek sanattır. Politik sinemanın üzerine kurulduğu temel budur. Bu yüzden sinema sanatı, henüz orada olmayan bir halkın özne olmasına katkıda bulunma işlevini üstlenmelidir. Sınıfsal farkın, toplumsal cinsiyetin ayrımlarında izleri görülen minör; ideolojik söylemin, bilinçlendirmenin yerini terk ederek, şizo/özneye kucak açan, parçalanarak çoğalan, izleyiciyi rahatsız eden bir sinema dilini oluşturmalıdır.
Giriş
Platon’dan itibaren Batı metafiziğini yönlendiren devlet felsefesi, temsili bir düşünce oldu. Fakat son çeyrek yüzyılda Michel Foucault, Jacques Derrida, Felix Guattari, Gilles Deleuze gibi postyapısalcı düşünürler tarafından temsili devlet düşüncesi sekteye uğradı. Devlet düşüncesi, iki önemli özdeşlik üzerinde tasarlandı. Bu özdeşlikler; düşünen özne (ben) ve yaratılan öznenin, kendi sözde nitelikleri olan aynıyı ve sabiteyi inşa ettiği kavramlardı. Bu yaklaşım, Aydınlanma düşüncesi ve modernizm ile gelişti, fakat İkinci Dünya Savaşı’nın yarattığı yıkımın ardından 1960’larda ortaya çıkan yaklaşımlar çerçevesinde eleştirilerin hedefi haline geldi. 1968 olaylarının etkisi altında düşüncelerini ortaya koyan filozoflar, devlet iktidarının taşıdığı yapıların bir türlü kırılamaması nedeniyle yeni düşünceler geliştirdiler. Temsil düşüncesine en fazla karşı çıkan ve bu çalışmanın genel izleğini oluşturan Gilles Deleuze ve Felix Guattari postyapısalcı yaklaşımda ayrı bir konumdadırlar. Onlar, toplumsal, siyasal ve ekonomik yaşamın değişimlerine paralel biçimde yeni bir düşünce pratiği ortaya çıkardılar. Teori ve pratiğin değişimiyle felsefeye ilk ilkelerden başlamak yerine ortadan bir yerden başladılar. Onlara göre, değişen yeni küresel düzen, teori ve pratiğin yeni algılanış biçimlerine karşın ortadan başlamak, felsefe tarihinin sabit, özne-nesne diyaloğuna son verecek ve bu şekilde yeni, daha aktif bir felsefi yaklaşım gelişecekti. Deleuze ve Guattari’nin felsefedeki yeni arayışları ve ürettikleri kavramlar, onların Hegel karşıtı bir konuma yerleşmelerine (Yücefer, 2014, s. 110) neden oldu. Deleuze felsefesinin temel argümanları, onun Nietzsche okumaları, aynı zamanda Guattari ile birlikte geliştirdikleri arzu politikası ve mikropolitikadır. Deleuze’e göre kişisel, toplumsal ve politik alanı sorunsallaştıran mikropolitika, aynı zamanda benliği sorunsallaştırmanın, eleştirel ve yaratıcı bir şekilde benliği dönüştürmenin yeni bir aracıdır (Massumi, 2019, s. 95).
Felsefeyi bir kavram üretimi olarak gören Deleuze felsefesine birçok noktadan başlanabilir. Arzu, duyumsama, anlam ve yaşam gibi pek çok kavram veya problem, estetik, etik, felsefi ve ayrıca siyasete yönelik bir sarmal biçiminde iç içe geçer. Eserlerinde kavram yaratımı ve bu kavramların tekrarları, değişim ve dönüşüm içinde araştırmacı için güçlükler çıkarabilir, fakat Deleuze’ün isteği de tam olarak budur; klasik felsefenin ağaçbiçimli düşünce sistematiğinin dışına çıkmak. Deleuze ve Guattari’nin bu yaklaşımları, Türkiye’de Bir Direniş Figürü Olarak Minör Sinema: Politikadan Sinemaya Minör-Oluş isimli bu çalışmanın probleminin oluşmasını sağlayan temel düzlemdir. Çalışmanın problemi, Yeni Türkiye sinemasına Deleuze ve Guattari’nin ortaya koydukları minör kavramı çerçevesinde yaklaşılabileceği ve onların felsefi düşüncelerinin yöneliminde minör bir sinemanın varlığının tartışılabileceğidir. Bu problemden yola çıkarak, “Anti-Otoriter Düşünce” isimli ilk başlıkta, Deleuze ve Guattari’nin molar yapılardan kaçış hattı çizebilecek, temsil edilemeyen bir akışa yönelimi sağlayan kavramlar ve bunların neler olduğu tartışıldı.
Deleuze, Batı felsefesine hâkim olan ağaçbiçimli düşüncenin hiyerarşik, majöratif, tarihselci, temsilci ve aşkınsal (Kılıç, 2012, s. 8) özelliklere sahip olmasından dolayı, bu düşüncenin karşısında yer aldı. Bu yüzden Deleuze düşünceyi, temsilciliğin egemenliğinden kurtarmaya çalıştı, düşüncenin özgürleşmesi ve arzuladığı üretime ulaşması için minör/şizoid’i önerdi. Deleuzee göre düşünce, öze veya kökene doğru bir yolculuk ya da temsilleri içeren diyalektik bir tartışma olarak incelenemezdi. Özne, içinde bulunduğu koşullardan ayrı ele alınamaz ve her şeyin peşine takılıp gidebilen pasif bir özne tasvirinden ziyade ilişkisel ağları çözebilen, yeniye açık yaratıcı olan bir oluş olarak ele alınmalıydı. Deleuze, Descartes ile başlayan Kant ile biçimlenen Kartezyen cogito düşüncesinden koparak farklı bir yaklaşım ortaya koydu (Başaran, 2016, s. 94). Guattari ile birlikte kaleme aldıkları Kapitalizm ve Şizofreni’de, psikanalizin ortaya koyduğu “ben” düşüncesi çerçevesinde, tek öznenin imkânsızlığını iddia ettiler. Deleuze ve Guattari’nin ortaya çıkardığı şizoözne ben’i reddeder ve ondan ayrılır (Akay, 2004, s. 71–72). Onlar, düşüncenin özler ya da temsiller çerçevesinde sınırlandırılmasının, dogmatik bir yapıya dönüşmesine neden olacağını ileri sürdüler. Burada ele alınan kavramlar, bu yapıya karşı bir direniş potansiyelini (Foucault, 2006, s. 102) içermektedir. Deleuze, bu iktidara karşın ikili ayrımlardan kaçınan, çoklukları ve oluşu (Badiou, 2019, s. 27) ön plana çıkaran ‘rizom modelini önermektedir. Sistematik bir biçimde düzeni esas alarak gelişen ağaçbiçimli modelin aksine rizom, rastgele, dağınık ve kendiliğinden büyüyen ayrıkotları gibi bir alternatif sunar. İnsanın, özsel kimliğini reddetmeyle direnişe girişileceğini ifade eden postyapısalcı eleştirmenlerde olduğu gibi Deleuze de oluşun, özneleşmeden kaçış yolu olduğunu savunur ve oluşu bir çokluk, bir süreç ve yer olmayan olarak nitelendirir.
Deleuze ve Guattari’ye göre, özdeşlik düşüncesine dayanan devlet, arzuyu kodlayan bir makinedir ve sosyal makineye ilişkindir. Bu filozoflar, üretim tarzları yerine libidinal toplumsal makinelerden bahsederek kendi Marksist teorilerini, Nietzscheci ve Freudcu (karşı referans) bir yaklaşım içinde geliştirdiler (Holland, 2013, s. 25; Best&Kellner, 2011, s. 114). Siyaset felsefesinin temel sorunu üzerine eğilen Deleuze ve Guattari, ilk kez Spinoza’nın düşündüğü ve Wilhem Reich’in yeniden ortaya koyduğu, “insanlar neden kendi kullukları için inatla, sanki bu kendi kurtuluşlarıymış gibi savaşıyorlar?” sorusu özelinde tartıştılar. Anti-Ödipus üç tip soyut toplumsal makinenin “evrensel tarih’ini sunar: İlkel/yaban yerliyurtlu, barbar despotik ve uygar kapitalist. Her bir toplumsal makineyi belirleyen şey sayesinde bütünün ve parçalarının bir socius olarak işlediği (2017, s. 33) bağlayıcı, ayırıcı, birleştirici üç sentez aracılığıyla bir bileşim tarzıdır. Onlar, devletin yerliyurtlulaşma anlayışıyla, siyasal arzunun tarihsel süreç içerisinde katmanlaşmasıyla ve tahakküm kurma yapısıyla işlediğini ifade ettiler. Deleuzee göre devlet, minör egemenlikleri damgalayarak kendi kodlaması aracılığıyla düzenli hale getirmektedir. Soyut makinenin buradaki önemi, nasıl tezahür ettiğinden ziyade işlevidir. Devlet, tarihsel olarak üretim biçiminden daha önce gelmekle birlikte, bu sürecin de ön koşulu olarak görülmektedir. Deleuze, Marksist teoriyi tersine çevirerek, üretim biçiminin devletten ortaya çıkmış olabileceğini ileri sürmektedir. Deleuze ve Guattari, Marx’ı majör bir yapı sunmasından öte minör bir hattın doğmasına kaynak olarak gördü (Thoburn, 2009, s. 26). Onlara göre devlet, güçlerin bağımsız akışlarını kontrolü altında tutarak, devrim potansiyelini dağıtmada baskıcıdır. Bu yüzden anarşist filozoflar gibi devlete direnilmesi gerektiğini savunurlar (Perez, 2008, s. 47). Öznenin topluma tabi kılınması, ona bir cinsiyet, ulus, kimlik, meslek ve toplumsal roller üretmesiyle gerçekleşir. Dilbilim aracılığıyla bir anlamlandırma ve temsiliyet durumu ortaya çıkar. Bireysel, majöriter konuşan özne, doğruluğun, anlamın ya da değerin nihai kuruluşu olarak ele alınamaz; bu tür bir özne, sadece yankılanmanın bir yüzey etkisi olur. Dolayısıyla öznellikle ilgili olarak, sadece ruhun dışsal yetileri, kişiler arası ilişkiler ve aile içi kompleksler tarafından üretilip üretilmediğinden çok, toplumsal, kültürel, çevresel ya da teknolojik toplanışlar gibi makinelerin öznelliğin üretimine girip girmedikleri sorunu ortaya çıkar (Goodchild, 2005, s. 240). Bu sorun etrafında gelişen kavramlar, kitabın ilk düzlemini oluşturmaktadır.
Molar yapı ve özdeşliklere karşı önerdikleri minör politika çerçevesinde “Edebiyattan Sinemaya Minör Politika” isimli ikinci ana başlık altında ise “Minör nedir?”, “Minör bir edebiyattan bahsedilebileceği gibi minör bir sinemadan da bahsetmek mümkün müdür?” sorularından yola çıkarak Deleuze’ün sinema felsefesi açıklandı. Ona göre, sinema bizi yaşama inandıracak bir sanattır. Bütün normatif yapılardan özgürleştiren düşünce yapısıyla minör özellikler, yeni dünyaların olanaklılığında bu bölümde, Yeni Türkiye sinemasında arandı. Deleuze ve Guattari, majör ve minör ayrımlarını ortaya koyarken, majör olanın karşıtlığı verili, kökensel bir koşula dayandığını vurguladılar. İnsan, majör bir biçim olarak değerlendirildiğinde genel bir varlık ve daha sonra ırk, cinsiyet ya da kültüre dayalı kimi farklılaşmalara sahip olduğu görülür. Buna karşın oluş felsefesi, bitki-oluş, kadın-oluş, böcek-oluş ve hayvan-oluş gibi melezleşmelerle, bir bedenin veya ruhun kendini aşarak, değişmesi, dönüşmesi ve başkalaşmasına imkân tanır. Oluş, daima yeni bağlantılar kuran yersizyurtsuzlaşmadır ve çapraz ilişkileri içerir. Dolayısıyla oluş, insanın kendisini hayvan ya da bitki olarak görmesi değil, insan bedenini yapısöküme uğratma, yeğinlik alanlarını keşfetmesidir (Albertsen&Diken, 2014, s. 161).
Minör politika, Deleuze’ün ortaya koyduğu üzere “halk eksiktir” kurucu koşuluyla başlamaktadır. Bu kavram ve politik inceleme için ayrıcalıklı figür ise Kafka’dır. Kitabın bu bölümünde, Deleuze ve Guattari’nin Kafka’ya bağlanması ve bu doğrultuda açığa çıkarmış oldukları minör politika üzerinde durulmaktadır. Onların politikaları, daha önce üretmiş oldukları kavram ve kategorilerle bağlantılı bir biçimde, Spinozacı ve Nietzscheci materyalizme yakın, daima varlık biçimleri kuran, aynı zamanda da onları yıkan, sürekli değişen karmaşık düzenlemeler toplamı olarak dünya kavrayışları ile bütünlüklüdür. Akay’ın belirttiği gibi minörlük, yüksek olduğu iddia edilen sanatların ya da yüksek sınıfların, kültürün ötesinde bir oluşumdur. Ortaçağ ve Rönesans dönemiyle birlikte ortaya çıkan düşünce ve sanat akımlarının, bir diğer deyişle yüksek sanatların majör olduğu görülmektedir. Bu majöriter oluş aynı zamanda liberal sanatlara dönüşmüştür. Bu majöriterlik, içerisinde üstün ırk, üstün değerler, faşist güç vb. gibi unsurlar barındırır. Minör ise bu değerlerin dışında kalan ve toplumun hastalıklaşmasına neden olduğu iddia edilen kadını, çocuğu, Yahudi’yi, homoseksüeli ve göçmenleri de kapsar (Akay, 2015, s. 234).
Deleuze, Sinema I ve Sinema II eserlerinde sinemanın felsefesini yaptı ve sinemaya da sinemaya özgü kavramlarla yaklaştı. Guattari ile birlikte kaleme aldıkları Kafka: Minör Bir Edebiyat İçin isimli eserlerinde minör edebiyatı kavramsallaştırmışlar ve özelliklerini belirlemişlerdir. Minör sinema kavramı doğrudan Deleuze’ün sinema kitaplarında yer almamaktadır. Sinema II’de zaman-imge sinemasının özelliklerini anlattığı eserinin bir bölümünde “Sinema ve Politika” başlığıyla değindiği konularda minör edebiyata gönderme yaparak, “Halk noksan…” ifadelerini kullandığı üçüncü sinemacıların filmlerine yer verir. Kafka: Minör Bir Edebiyat İçin isimli eserlerinde ise minor sinemayı Orson Welles’in bir Kafka uyarlaması olan Dava filmi ve Jean Luc Godard’ın filmleri üzerinden değerlendirir. Deleuze ve Guattari’nin edebiyat incelemelerinde ayrı bir konuma sahip olan Kafka üzerine düşüncelerinden hareketle, ürettikleri minör edebiyat ve yine onların felsefeleri çerçevesinde minör-oluş çeşitli edebiyat metinleri üzerinden örneklendirildi. Fakat doğrudan bir minör sinema çalışması akademik anlamda oldukça sınırlı kalmaktadır. Türkiye’deki sinema çalışmalarında da doğrudan minör sinema çalışması oldukça kısıtlıdır, bu durum aynı zamanda çalışmanın önemini ortaya koyar. Öncelikle minör sinema kavramsallaştırmasını yapan D. N. Rodowick tarafından Gilles Deleuze’ün Zaman Makinesi isimli eserinde minör sinema ifadesi yer almıştır. Deleuze felsefesi üzerine çalışan Damian Sutton ve David Martin-Jones de minör sinema kavramını kullanarak ulus, kimlik, toplumsal cinsiyet gibi konuları çeşitli filmler üzerinden incelemişlerdir.
Deleuze’e göre uygarlık tarihinde beliren iki önemli halk modeli vardır. Bunlardan ilki Avrupa’ya özgü ulus, aile, miras gibi unsurlar olmaksızın bir evrensel göç ile birleşen “kardeşler toplumu” yani Amerikan “yeni dünya insanı”; diğeri ise yine mülkiyet, aile ve ulus kavramlarını içermeyen evrensel bir proleterleşme ile oluşan “yoldaşlar toplumu” yani Sovyet “proletaryası”dır. Her iki halk modelinde de babasız yeni bir insanın ortak ve birbirine geçen mesihçiliği söz konusudur (Thoburn, 2009, s. 41). Bolşevik Rusya’nın gücünü evrensel bir proleterleşme ile bulma girişimi, yani dünya işçilerinin birleşmesinden doğacak devrime benzer biçimde Amerika da dünya göçmenlerinden gücünü alan bir devrim yaratmaya çalıştı. Böylece iki sınıf mücadelesi ortaya çıktı. Dolayısıyla 19. yüzyılın mesihçiliğinin iki biçimi oluşmuştur. Rus biçimi, sosyalizmde olduğu kadar Amerikan pragmatizminde de ifadesini bulur (Deleuze, 2013b, s. 86). Fakat bu halklar ya da bu modeller devam etmemiştir. Evrensel göç, evrensel proleterleşmeden daha başarılı olmamıştır. Ayrıca Amerikan evrensel göçündeki halk modeli, yerli nüfusun bir halk oluşturmasının mutlak reddi üzerine kurulmasından dolayı başından itibaren kusurludur. Amerikan ve Sovyet deneyimlerinin başarısızlığından sonra ise Stalinizm ve Nazizm ile kurulan halk modelinin başarısızlığının kabul edilmesi de halk modelinin günden güne önemini kaybetmesinde önemli bir etkendi (Thoburn, 2009, s. 42). Bu durum, halkın temsilinden ayrılan ve icat sürecini “halk eksiktir” koşuluyla başlatan modern siyasal sinemanın ortaya çıkmasında etkili oldu.
Deleuze, modern siyasal sinema ile klasik sinema arasındaki ilk büyük farkı “halkın noksan”lığı üzerine inşa eder. Klasik sinemada ezilmiş, kandırılmış, tahakküm altına alınmış ya da bilinçsiz ve kör olsalar bile halk oradadır. Sovyet sinemasında olduğu gibi Eisentein’in filmlerinde halk zaten vardır. Eisentein, halkı nitel bir sıçrama yaparken gösterir; Korkunç İvan filminde olduğu gibi halkı çarın elinde tuttuğu en ileri nokta haline getirmektedir. Pudovkin’de de belli bir farkındalığın giderek artması ile aktüelleşme sürecinde virtüel bir varlığı olduğunu gösterir. Bütün bunların yanı sıra Deleuze’ün ürettiği felsefi kavramlar (rizom, kaçış çizgisi, hayvanoluş, kadın-oluş, organsız beden vb.) sinema incelemelerinde de görülmektedir; Deleuze’ün fark ve oluş felsefesinin temel argümanı olan “Ben Bir Başkasıdır”, öznellik düşüncesine yaklaşımını sergiler. Minör-şizoid ya da minör-oluş, herhangi bir temsiliyet durumunun söz konusu olmadığı bir oluş halini göstermektedir. Bu felsefenin sinemaya yansıması ise zamanimge (genetik göstergeler) olarak nitelendirilen filmlerde, transa sokmak, henüz olmayan bir halka seslenmek, yersizyurtsuzlaşma, kolektif sözcelem ve bireyselin siyasala bağlanması gibi bileşenlerle kendini göstermektedir. Deleuze ve Guattari’nin, Kafka özelinde yoğunlaşan incelemeleri, minör olanın ve minör dilin edebiyatta nasıl olacağına odaklanmış görünse de minör fikrinin aslında yaşama içkin olduğu anlaşılmaktadır. Dolayısıyla sinema da dahil olmak üzere birçok farklı alanda görülmektedir. Çalışmanın bu bölümünde minör edebiyat ve sinemadaki izdüşümleri üzerinde duruldu.
Kitabın son bölümünde ise “minör bir sinemanın özellikleri nelerdir?”, “Yeni Türkiye Sinemasında hangi filmlerde minörün tematik ve biçimsel özellikleri vardır?” soruları ışığında Kaygı, Yol Kenarı, Kız Kardeşler, Gelincik ve Hayaletler filmleri ele alındı. Deleuze’ün ürettiği ve Guattari ile birlikte ortaya koydukları bütün kavramlar ve sorunsallaştırmaların ötesinde, öncelikli olarak bu bölümde üzerinde durulan Deleuze’ün tanımladığı modern siyasal sinemadır. Deleuze felsefesine özgü bir siyaset anlayışının potansiyelleri çok geniş bir alanda tartışılmaya açıktır. Ancak elinizdeki kitabın üzerinde durduğu nokta; Deleuze felsefesinin politika nosyonunu bütünüyle açıklamak değil, sınırlandırılmış bir uzamda, sinemaya yaklaşımı, felsefede ürettiği kavramlarla birlikte sinemaya ne tür bir politik anlam yüklediğini açığa çıkarmaktır. Bu doğrultuda çalışmanın amacı, Deleuze’ün felsefesini bir bütünlük içinde sistematik bir biçimde aktarmak yerine, sinema ve bu doğrultuda modern siyasal sinema (minör sinema) üzerine görüşlerini açıklığa kavuşturmaktır. Deleuze’ün edebiyat ile bağlantı kurduğu modern siyasal sinema üzerine düşüncelerini, ürettiği felsefi kavramlarla bağlantılarıyla birlikte analiz etmek ve böylece sinema yaklaşımının politik nosyonu olanaklı kıldığını göstermektir. Minör kavramı çerçevesinde, Yeni Türkiye Sinemasını değerlendirmek amacıyla bu kitap çalışması ortaya çıktı. Bu kapsamda örnek filmler üzerinden minör bileşenler; mevcut hegemonyadan kaçış çizgisine yönelten yersizyurtsuzluk, kolektif sözcelem üreterek siyasal olana bağlanma gibi özelliklerin hangi koşullarda ve nasıl sinemaya dahil olduğu tartışıldı. Klasik sinema anlayışından radikal bir kopuş olarak değerlendirilen Yeni Türkiye Sineması ve onun modern siyasal sinemadaki mikropolitik unsurları incelendi. Bu doğrultuda zaman-imge içerisinde örgütlenen diziselliğin, minör sinemaya ne kadar tekabül ettiğinden hareket ederek, imajın felsefi değeri, 2000 sonrası seçilen beş örnek film çerçevesinde incelemeye tabi tutuldu.
Bu kapsamda ulaşılan varsayımlar; ilk olarak Yeni Türkiye Sinemasında bireysel hikâyelerden yola çıkan anlatı, politikaya içkindir. Yeni sinemada
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Sinema-Tiyatro
- Kitap AdıPolitikadan Sinemaya Minör-Oluş / Sürgüne Ait ve Diyasporal Film Yapımı
- Sayfa Sayısı240
- YazarAzime Cantaş
- ISBN9786053146704
- Boyutlar, Kapak16,3 x 23,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviAyrıntı Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Dubrovnik Üçlemesi ~ Ivo Vojnovic
Dubrovnik Üçlemesi
Ivo Vojnovic
“Sahnelendiği andan itibaren klasikleşmiş bir tarihi drama…” Adriyatik’in incisi Dubrovnik’in üzerine, Dalmaçya kıyılarına kurulmuş Ragusa Cumhuriyeti’nin özgürlüğünü kaybedişinin hikâyesidir anlatılan. Takvimler 1808 yılını gösterdiğinde...
- Jet Rejisör Çetin İnanç ~ Pınar Öğünç
Jet Rejisör Çetin İnanç
Pınar Öğünç
“Törkiş Star Wars” diye global şöhrete ulaşan tam manasıyla bir kült film, Dünyayı Kurtaran Adam. Onun yönetmeni Çetin İnanç, kovboy filminden edebiyat uyarlamasına, avantürden...
- Gizemli Bir Dünya: Sinema ~ İslam Gemici
Gizemli Bir Dünya: Sinema
İslam Gemici
Beylik laftır, “Türkler tarih yapmayı bilir, tarih yazmayı bilmezler.” Sinemadaki durum da bundan farklı değil. Yeşilçam kriz dönemlerinde bile film üretebilen dünyanın sayılı sinemasından...