Roman, şiir ve denemeleriyle tanınan ve günümüz edebiyatının en önemli yeteneklerinden biri olarak gösterilen Ben Lerner’ın son romanı, Kansas’ın Topeka şehrinde yaşayan Gordon ailesini konu alıyor: Geniş kitlelere seslenen kitapları sayesinde pek çok kadına yardımcı olmayı başarmış ve ülke çapında üne kavuşmuş bir terapist olan Jane; beyaz, orta sınıf ailelerin ketum “kayıp çocuklar”ıyla iletişim kurma konusunda uzmanlaşmış bir terapist olan kocası Jonathan; çiftin, ebeveynlerinin özgürlükçü dünyası ile yetiştiği çevrenin maço dünyası arasında kalmış lise son sınıf öğrencisi oğlu, münazara şampiyonu ve rap meraklısı Adam. Okul yılı sona yaklaştıkça türlü baskıların altında bocalamaya başlayan Adam ve arkadaşları çevrenin hor görülen gençlerinden Darren’ı topluluklarına dahil etmeye kalkarlar, ancak felaketle sonuçlanacak bir olaylar zincirini tetiklediklerinin farkında değillerdir.
“Topeka Okulu”, 1990’larda toksik erkeklik ve silah kültürünün hüküm sürdüğü bir kentte yaşayan ayrıcalıklı beyaz bir çevrenin hikâyesini baş döndürücü bir çokseslilik ve dil ustalığıyla anlatırken, konu edindiği zaman ve mekânı aşıp bugün karşı karşıya bulunduğumuz toplumsal krizlerin kökenlerini de irdeleyen yakıcı bir romana dönüşüyor.
“Kuşağının en yetenekli yazarının şimdilik en iyi kitabı… Lerner kendine, zamanımıza dair büyük bir resim oluşturmaya imkân tanıyan bir toplumsal bilgi arşivi olarak yaklaşıyor.”
Giles Harvey, The New York Times Magazine
“Topeka Okulu 21. yüzyıla ait bir Ses ve Öfke’ye benziyor: Bir aileyi ve travmalarını daha geniş bir kültürel işlev bozukluğuna ustaca bağlayan, sürekli değişen bir portre. Lerner’ın romanı buraya nasıl geldiğimize ve buradan nereye gidebileceğimize dair ikna edici bir araştırma sunuyor.”
Star Tribune
“Şu anda bir gelecekten söz etmek mümkünse eğer, bence roman türünün geleceği burada yatıyor.”
Sally Rooney
*
Darren metal sandalyesiyle aynayı paramparça ettiğini canlandırdı zihninde. Aynanın arkasındaki karanlıkta insanlar olabileceğini, onu görebileceklerini televizyondan biliyordu. Bakışlarının baskısını yüzünde hissediyordu adeta. Ağır çekimde bir cam yağmuru, orada oldukları ortaya çıkıyor. Filmi duraklattı, geri sardı, cam parçalarının tekrar yağmasını izledi.
Siyah bıyıklı adam bir şeyler içmek isteyip istemediğini sorup duruyordu ve nihayet Darren sıcak su dedi. Adam sıcak suyu getirmek için çıktı ve bıyığı olmayan diğer adam Darren’a nasıl gidiyor diye sordu. Bacaklarını uzat istersen.
Darren kıpırdamadı. Bıyıklı adam dumanı tüten kahverengi bir karton bardak, bir avuç kırmızı pipet ve küçük paketlerle döndü: Nescafé, Lipton, Sweet’n Low. Zehrini seç, dedi ama Darren bunun bir espri olduğunu biliyordu; onu zehirlemeyeceklerdi. Duvarda bir afiş vardı: HAKLARINIZI BİLİN, altında da okuyamadığı minik yazılar. Bıyığı olmayan adam konuşurken bakabileceği başka bir şey yoktu. Odadaki ışıklar, okuldaki ışıklar gibiydi. Kendisine seslenilen o nadir anlarda acı verici şekilde parlak. (“Dünya’dan Darren’a”, Bayan Greiner’ın sesi. Ardından sınıf arkadaşlarının tanıdık kahkahaları.)
Başını öne eğince ahşap kaplamaya kazınmış baş harfleri, yıldızları ve şifreleri gördü. Hâlâ kelepçe takılıymış gibi bileklerini birbirine yakın tutarak çizikleri parmaklarıyla takip etti. Adamlardan biri yüzüne bakmasını isteyince baktı. Önce gözlerine (mavi), sonra dudaklarına. Dudaklar Darren’a hikâyeyi tekrarlamasını söyledi. Böylece partide beyaz bilardo topunu nasıl fırlattığını onlara tekrar anlattı, ancak diğer adam nazikçe sözünü kesti: Darren, en baştan başlamanı istiyoruz.
Ağzını biraz yaksa da iki yudum su aldı. Kafasının içindeki kurguda, insanlar aynanın arkasına toplanmıştı: Annesi, babası, Dr. Jonathan, Mandy. Darren’ın bir türlü anlatamadığı şuydu: O topu hiçbir zaman atmazdı, tabii hep atmış olduğunu bir yana bırakırsak: Birinci sınıf öğrencisi ona her zamanki lakaplarla seslenmeden çok önce, topu köşedeki cepten almadan, ağırlığını tartmadan, reçinenin soğukluğunu ve pürüzsüzlüğünü hissetmeden önce, karanlıkta kalan kalabalığa doğru savurmadan önce – beyaz top havada asılı duruyor, yavaşça dönüyordu. Tıpkı Ay gibi, Darren’ın bütün hayatı boyunca oradaydı.
Salvo (Adam)
Birörnek büyük evlerin çevrelediği ve kendileri dışında bomboş olan insan yapımı bir gölün ortasında kızın üvey babasının teknesiyle belli belirsiz sürükleniyorlardı. Sonbaharın başlarıydı ve şişeden Southern Comfort içiyorlardı. Teknenin önünde oturan Adam, muhtemelen bir televizyonun pencereden veya cam kapıdan geçip suyun üzerine düşen değişken mavi ışığını izliyordu. Kızın çakmağının sesini duydu, sonra dumanın başının üzerinden süzülüp geçtiğini, dağılıp kaybolduğunu gördü. Uzun zamandır konuşuyordu.
Nihayet konuşmasının etkisini görmek için döndüğünde, kız ortada yoktu, kot pantolonu ve süveteriyle birlikte piposunu ve çakmağını ufak bir yığın halinde öylece bırakmıştı.
Birden çevredeki sessizliğin farkına varıp kıza seslendi, elini suya soktu, su soğuktu. Düşünmeden kızın beyaz süveterini eline alıp burnuna götürdü: O akşamın erken saatlerinde Clinton Gölü’ndelerken üstüne sinen yanmış odun kokusu ve kızın duş jeline ait olduğunu bildiği sentetik lavanta kokusu. Tekrar seslendi, bu defa daha yüksek sesle, sonra etrafa baktı. Birkaç kuş gölün pürüzsüz yüzeyini sıyırıp geçti; hayır, yarasaydı onlar. Ne zaman suya dalmış veya tekneden atlamıştı ve nasıl olmuştu da hiç su sesi çıkarmamıştı, peki ya boğulduysa? Bu defa bağırdı; uzaklardan bir köpek cevap verdi. Kızı ararken kendi etrafında tur attığı için başı döndü ve oturdu. Sonra tekrar ayağa kalktı ve teknenin kenarlarına baktı; belki de kız oralarda bir yerdeydi, kahkahalarını bastırmaya çalışıyordu, ama yoktu.
Tekneyi çalıştırıp iskeleye götürmesi gerekiyordu, kız orada bekliyor olmalıydı. (Her iki ya da üç ev başına bir iskele vardı.) Kıyıda bir ateşböceğinin parıldadığını görür gibi oldu, ancak yılın bu zamanında mümkün değildi. İçinde bir öfke dalgasının kabardığını hissetmek hoşuna gitti, paniğini bastırmasına yardım ederdi. Amber’ın, duygusal hezeyanlarını işitmeden önce suya daldığını umuyordu. Üniversiteye gitmek için Topeka’dan ayrıldıktan sonra ilişkilerinin süreceğini söylemişti, ama şimdi bunun doğru olmadığını biliyordu; onu karada ve güvende bulur bulmaz kayıtsız bir tavır takınmak için can atıyordu.
İşte ay ışığında parlayan dıştan takma motor. Bütün arkadaşları tekneyi kolaylıkla kullanabilirdi; her biri, diğer Vakıf çocukları bile, bir Orta Batılı olarak temel mekanik becerilere sahipken, araba yağı değiştirebilir ya da silah temizleyebilirken, Adam manüel vitesli araba kullanmayı bile bilmiyordu. Çalıştırma ipi olduğunu düşündüğü şeyi buldu, çekti, hiçbir şey olmadı; gaz kelebeği olması gereken şeyi farklı bir konuma itti ve tekrar denedi; yine olmadı. Yüzmek zorunda kalıp kalmayacağını merak etmeye başladığında -ne kadar iyi yüzdüğünden emin değildikontak anahtarını gördü; çevirdi ve motor çalıştı.
Mümkün olduğu kadar yavaşça kıyıya doğru ilerledi. Karaya yaklaştığında motoru kapattı, ancak tekneyi iskeleye paralel bir şekilde yanaştıramadı; fiberglas gövde iskelenin tahtalarına çarptığında duyulan şiddetli çarpma sesi yakınlardaki sukurbağalarını susturdu; hasar yok gibiydi, pek dikkatli bakmamıştı gerçi. Teknenin halatlarını iskelenin koçboynuzlarına aceleyle doladı, hızla gelişigüzel birkaç düğüm attı ve tekneden çıktı; pencerelerden kendisini gözetleyen birileri olmaması için dua ediyordu. Anahtarları, Amber’ın elbiselerini, pipoyu, şişeyi almadan, ıslak çimlerin üzerinden kızın evine doğru koşarak bayırı aştı; tekne suya geri kayarsa, suç Amber’ın olacaktı.
Göle bakan geniş cam kapılar hiç kilitlenmezdi; birini sessizce kaydırarak açıp içeri girdi. Soğuk terler döktüğünü ancak o zaman hissetti. Amber’ın erkek kardeşinin kanepedeki siluetini fark etti, başının üstünde bir yastıkla kocaman televizyonun işığında uyuyordu; haberler sessize alınmıştı. Odada başka ışık yoktu. Aklından onu uyandırmak geçti, ama bunun yerine çamurlu olduğunu tahmin ettiği Timberland botlarını çıkardı ve odanın karşısındaki beyaz halı kaplı merdivenlere doğru süzüldü; yavaşça yukarı çıktı.
Bu evde daha önce iki üç defa, Amber ailesine Adam’ın içkiyi fazla kaçırdığını söylediğinde kalmıştı; anne baba Adam’ın konuk odasında yattığını ve eve haber verdiğini –bu ikincisi doğruydu— düşünmüştü. Ama şimdi biriyle karşılaşma ihtimali –kızın orada olduğundan bile emin değilkenAdam’ı dehşete düşürüyordu. Anne uyku hapı alıyordu, büyük boy reçeteli ilaç şişesini görmüştü, onları her gece şarabıyla beraber aldığını da biliyordu; üvey baba geçenlerde bir partide çıkan kavga boyunca istifini bozmadan uyumaya devam etmişti; asla uyanmazlar, diyerek kendini teskin etti, yeter ki bir şeyleri devirme; çoraplarıyla dolaştığına memnundu.
Birinci kata çıktı ve yatak odalarının bulunduğu kata giden merdiveni tırmanmadan önce karanlık, geniş salonu inceledi. Karşı duvardaki büyük av sahnesini neredeyse seçebiliyordu: Günbatımında bir göl kenarındaki ormandan av hayvanlarını ürkütüp kaçıran köpekler. Hiç kurmadıkları –neyse ki— alarm sisteminin panelindeki kırmızı ışığın yanıp söndüğünü görebiliyordu. Bir de şöminenin üstündeki aile fotoğraflarının gümüş rengi çerçevelerinden yansıyan hafif ışığı. Fotoğraflarda: Yapraklarla kaplı bir bahçede, üzerlerinde süveterleriyle poz veren gençler, erkek kardeşin elinde bir futbol topu. Dev mutfakta bir tıkırtı duyuldu. Adam yukarı çıktı.
Sağdaki ilk açık kapı kızın odasıydı. Odanın ışığını açmaya gerek kalmaksızın, koridorda bulunduğu yerden Amber’ın yatağında, örtülerin altında olduğunu, düzenli nefes alıp verdiğini görebiliyordu. Adam’ın gergin omuzları çözüldü; müthiş rahatlamıştı ve bu rahatlama öfkeye daha çok yer açtı; aynı zamanda çişinin geldiğini fark etmesini sağladı. Dönüp koridoru geçerek banyoya girdi, kapıyı dikkatlice kapattı ve ışığı açmadan klozetin oturağını kaldırdı. Sonra vazgeçip tekrar indirdi ve oturdu. Dışarıdan yavaşça bir araba geçti, açık bir jaluzi sayesinde farları banyoyu aydınlattı.
Burası Amber’ın banyosu değildi. Elektrikli diş fırçası, saç kurutma makinesi, bu sabunlar – bunlar onun tuvalet malzemeleri değildi. Bir an için, umutsuzca, bütün bunların annesine ait olabileceğini düşündü, ancak bir sürü başka tutarsızlık vardı: Duş kabininin kapısı farklıydı, camı buzluydu; şimdi klozetin üzerine konmuş bir kavanozun içindeki limon kokulu jel boncukların kokusunu alıyordu; duvara asılı mor bir keseden hiç bilmediği kurutulmuş çiçekler sarkıyordu. Olanları bir an için ürpertiyle geriye sardığında evle ilgili izlenimleri değişti: Piyano neredeydi (kimsenin çalmadığı)? Avizeyi görmemiş miydi? Merdivenlerdeki halı havları çok yoğun değil miydi, karanlıkta gerçekten beyaz olamayacak kadar koyu görünmüyor muydu?
Bu evin farklı olduğunu anlamasıyla kendini yanlış evde bulmanın korkusunu iliklerinde hissetmenin yanı sıra, evlerin hepsi birbirinin aynısı olduğu için aynı anda göl çevresindeki bütün evlerde birden bulunduğu hissine kapıldı; eş planların yüceliği. Her evde, Amber ya da onun gibi bir kız yatağındaydı, uyuyor ya da uyuyormuş gibi yapıyordu; koridorun ilerisinde yasal vasiler vardı, horlayan koca adamlar; şöminenin üzerinde duran aile fotoğraflarındaki yüzler ve pozlar değişebilirdi, ancak hepsi aynı yüz ve poz gramerine uygundu; tablolarda resmedilen unsurlar değişebilirdi, ancak aşinalık ve monotonluk seviyeleri değişmezdi; devasa paslanmaz çelik buzdolaplarından herhangi birini açtığınızda veya yapay mermerden mutfak adalarına bir göz attığınızda, yerleşimleri biraz farklı olsa da birbirinin aynısı modüler ürünlerle karşılaşırdınız.
Tüm evlerde birden bulunuyordu ancak, tam da artık münferit bir bedene bağlı olmadığı için, aynı zamanda onların üstünde süzülebiliyordu; minyatür tren setine bakmak gibiydi, babasının arkadaşı Klaus çocukken vermişti; trenleri önemsememiş, çalıştırmak için neredeyse hiç uğraşmamıştı, ancak manzarayı, dioramayı kaplayan statik yeşil örtüyü, küçük olmasına rağmen manzaranın üstünde yükselen çamları ve diğer ağaçları severdi. İnanılmaz derecede ayrıntılı ağaçlara baktığında, aynı anda iki bakış açısına sahip oluyordu: Kendini dalların altında ve yukarıdan dallara bakarken hayal ediyordu; aşağıya bakan kendisini yukarıda görüyordu. Sonra bu perspektifler, bu ölçekler arasında hızla gidip gelebiliyor, böylece kendi vücudundan ayrılabiliyordu. Şimdi bu banyoda ve tüm banyolarda aynı anda korkudan taş kesilmişti; insan yapımı durgun göldeki küçük tekneye yüzlerce pencereden birden bakıyordu. (Kurumuş akrilik üzerine beyaz boya dokunuşları gölün yüzeyine hareket ve ay ışığı ekler.)
Kendine geri döndü. Bir yerlerde bir zamanlayıcı harekete geçmiş gibi, biri suratına bir av tüfeğini boşaltmadan veya uyuyan bir kızın yatak odasının önünde dolaşırken polisler tarafından yakalanmadan önce, yanlışlıkla girdiği evden kaçmak için dakikalarının, belki de sadece saniyelerinin kaldığını hissetti. Korku nefes almasını zorlaştırıyordu, ama her şeyi geriye saracağını, geldiği yoldan sessizce çıkıp kimseyi rahatsız etmeyeceğini telkin etti kendi kendine. Tam olarak öyle yaptı, ancak şimdi aşağıya inerken ufak farklılıklar gözüne takılıyordu: Daha önce görmediği L şeklinde büyük bir kanepe vardı; buradaki sehpanın Amber’ın evindekinin aksine koyu renk ahşap değil cam olduğunu fark etti. Merdivenler bittiğinde tereddüde kapıldı: Ön kapı tam oradaydı, onu çağırıyor….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıTopeka Okulu
- Sayfa Sayısı248
- YazarBen Lerner
- ISBN9789750850585
- Boyutlar, Kapak13,5 x 21 cm, Karton Kapak
- YayıneviYapı Kredi Yayınları / 2021
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Herhangi Bir Jude ~ Thomas Hardy
Herhangi Bir Jude
Thomas Hardy
Herhangi Bir Jude geç Victoria dönemi edebiyatının en önemli yapıtlarındandır. Thomas Hardy 1895 tarihli bu son romanında üniversiteye gidip âlim ve din adamı olma...
- Bir Budalanın Yaşamı ~ Ryunosuke Akutagawa
Bir Budalanın Yaşamı
Ryunosuke Akutagawa
Modern Japon öykücülüğünün mihenk taşı Ryūnosuke Akutagawa’nın Japon ve Çin kültür sembollerinin yanı sıra Avrupa sanatından, Rus edebiyatından, antik Yunan mitolojisinden beslendiği, yalın ve...
- Şilili Şair ~ Alejandro Zambra
Şilili Şair
Alejandro Zambra
“Dünya parçalanıyor, her şey kötüye gidiyor, neredeyse daima sevdiklerimize zarar veriyoruz ve onlar da onulmaz biçimde bize zarar veriyor, belki de herhangi bir umut...