Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Misafir Odası
Misafir Odası

Misafir Odası

Helen Garner

Melbourne’da yaşayan yazar Helen, evinin misafir odasını üç haftalık bir ziyaret amacıyla Sydney’den gelen arkadaşı Nicola için hazırlar. Bu sıradan bir ziyaret değildir: Nicola…

Melbourne’da yaşayan yazar Helen, evinin misafir odasını üç haftalık bir ziyaret amacıyla Sydney’den gelen arkadaşı Nicola için hazırlar. Bu sıradan bir ziyaret değildir: Nicola ileri evre kanser hastasıdır ve onu iyileştireceğine inandığı bir alternatif tedavi için gelmiştir. Helen bu süreçte onun dostu, bakıcısı, koruyucusu olmaya gönüllüdür, ancak Nicola’nın gördüğü tedavinin niteliği ve gerçeklerden kopuk hali Helen’da şüphe uyandırmaya, anlam veremediği bir öfkeyi su yüzüne çıkarmaya başlar. İki kadının uzun yıllara yayılan dostluğu nihai bir sınavdan geçecek, Helen içinde barındırdığını bilmediği hislerle ve kendi sınırlarıyla yüzleşecektir.

“Misafir Odası” ölüme dair büyük sözler etmeyen, bu kaçınılmaz sona ve ona eşlik eden duygulara gündelik hayatın ayrıntıları ve bir dostluğun inişli çıkışlı ritmi aracılığıyla yaklaşan, ele aldığı konunun zorluğuna rağmen hiç beklenmedik anlarda mizaha ve neşeye de yer açan unutulmayacak bir roman. Roza Hakmen’in Türkçesiyle.

“Kusursuz bir roman.” – Peter Carey

“Garner’ın en iyi kitabı.” – James Wood, The New Yorker

“Edebiyatın en önemli konuları ele alabileceğini ve alması gerektiğini, çünkü bunu sanatın başka türlerinin yapamadığı biçimlerde yaptığını hatırlatan bir kitap.” – Claire Messud, Newsweek

“Öylesine duyarlı, hüzünlü, komik ve canlı bir kitap ki raflarda özel bir yeri hak ediyor.” – Diana Athill, The Daily Telegraph

*

Misafir odasında önce yatağı kuzey güney eksenine göre çevirdim. Yatakta uyuyan kişi bu sayede gezegenin pozitif enerji akışıyla aynı doğrultuda olmuyor muydu ya da ona benzer bir şey değil miydi? O öyle düşünürdü. Yatağı güzelce hazırladım: Temiz, lastikli bir çarşaf geçirdim, uçuk pembe olanını; ne de olsa renk hassasiyeti meşhurdu, pembe ise sararmış teni bile güzel gösterir.

Acaba alçak bir yastık mı isterdi, şişkin mi? Acaba kuştüyüne alerjisi var mıydı, hatta vejetaryen olarak kuştüyünün kullanılmasına karşı mıydı? Çeşitli seçenekler sunacaktım. Evdeki bütün kullanılmayan yastıkları topladım, her birine jilet gibi ütülenmiş birer kılıf geçirdim ve kabartıp yatağın başucuna dizdim.

Ahşap storu ve pencereyi açtım. İçeriye giren hava yaprak kokuyordu ama sinekliği zorlayarak açıp dışarı sarkmadıkça yaprak görmek mümkün değildi. Aylardır yeğeni Iris’te kalıyordu; Elizabeth Bay’deki art deco apartmanın sekizinci katındaki dairede pencereler kuzeye, koca koca Sydney incirlerinin oluşturduğu kubbenin ötesindeki limanın ova gibi uzanan maviliğine bakıyor olsa gerekti.

İlk bakışta benim misafir odasının penceresinden (bir saksı sardunya ayarlayıncaya kadar) görünen şey, benim evi kızım Eva’nınkinden ı ayıran eski gri kazıklı çitti. Ama yukarı doğru açılan pencere doğuya bakıyordu; Eva’nın evinin rüzgâra açık duvarından yansıyan ışık sayesinde de oda öğleden sonranın ilerleyen saatlerine kadar aydınlık oluyordu. Ayrıca, Melbourne’da bahar mevsimi olması gereken ekim ayının sonundaydık.

Ayaklarıyla ilgili endişeleniyordum. Odasının zemini çıplak parkeydi; yerde sadece yırtık pırtık eski bir kilim vardı. Ya uzun, zarif ayak parmaklarından biri kilime takılırsa? Ya düşerse? Terlik denen şeyle işi olmazdı, tıpkı bavul, sutyen, deodoran, ütü gibi. Tehlikeli kilimi rulo yapıp arkadaki bahçe kulübesine attım. Sonra arabayla Piedimonte süpermarketinin karşısındaki bir mağazaya gittim; bu konulara hâkim arkadaşım Peggy orada yerli işi halılar satıldığını söylemişti. Hemen güzel bir halı gördüm: Mantar rengi bir zeminde birbirine dolanan, sulandırılmış yeşil ve somon rengi çiçekler. Adam İran halısı olduğunu, bitkisel boyayla yapıldığını söyledi. Soluk olduğu için seçmiştim onu. Özel olarak kendisi için bir şey almamı, olayı büyütmemi kesinlikle istemezdi.

Kendine bakmak ister miydi acaba? Onu son gördüğümden bu yana aylar geçmişti; yazışmalarımız haricinde bir şey bilmiyordum. Cıvıltılı gevezeliğinin satır aralarında haberlerin kötü olduğunu sezdiğim zamanlar uçağa atlayıp Sydney’ye gitmeyi önermiştim her seferinde. Ama o vazgeçirmişti. Akşam yemeğine çıkacakmış, tarihi değiştiremezmiş ya da bana yatak yokmuş veya paramı boşa harcamamı istemiyormuş. Odasında ayna olmazsa yanlış anlayabilirdi. Çalışma odamdaki kitaplığın arkasında, Barkly Square’deki ithal Asya malları mağazasından aldığım ve hiç kullanmadığım bir ayna buldum: Dar, uzun, çerçevesiz bir dikdörtgen; arka yüzün altında ve üstünde çift taraflı yapışkan bantlar hâlâ duruyordu. Aynayı asmak için oda kapısının hemen yanında göze batmayacak bir yer seçtim ve duvara sıkıca bastırarak yapıştırdım.

Başucu sehpasına birkaç akor şemasını ukulele çalarız diye yelpaze gibi yaydım: “Pretty Baby”, “Don’t Fence Me In”, “King of the Road”. Okuma lambasını zarif bir açıyla yerleştirdim, yanına da bahçe kulübesinin orada bulduğum isimsiz bitkilerle dolu bir kupa koydum. Sonra koridoru geçip evin ön tarafındaki kendi odama gittim ve botlarımı çıkarmadan yatağa uzandım. Saat öğleden sonra dörttü.

On dakika sonra beni uyandıran, iki aşamalı feci bir şangırtı oldu; o kadar dehşetli, o kadar nihaiydi ki, birinin yan pencereden içeriye bir tuğla attığını düşündüm. Elim ayağım titreyerek dışarı seğirtip koridoru koşarak geçtim. Hiç kıpırtı yoktu. Ev sessizdi. Rüya görmüş olmalıydım. Ama mutfakla odam arasındaki eski koridor yolluğunun kenarı garip biçimde parlıyordu. Üstünden atlayıp misafir odasına girdim. Ayna artık yoktu. Duvar çıplaktı, İran halısı da kalın ve parıltılı bir cam kırığı tabakasıyla kaplıydı.

Süpürge ve faraşla süpürdüm, çalı süpürgesiyle dövdüm, kurnazca açılarla hareket ederek elektrikli süpürgeyle süpürdüm. Ayna parçaları inatçıydı, şekilleri çetrefilliydi; bazıları o kadar minikti ki ışık kıymıkları gibiydiler. Halının derisinde, kürkünün köklerinde saklanıyorlardı. Diz çöküp tırnaklarımla ayıkladım onları. Gün ışığı solup da ara vermem gerektiği sırada kardeşim Connie aradı.

“Ayna mı kırıldı? Onun odasında mı?”

Hiçbir şey demedim.

Kardeşim pes ve telaşlı bir sesle, “SAKIN Nicola’ya söyleme” dedi.

“Üç hafta kalıyor, öyle mi?” dedi psikiyatr arkadaşım Leo. O cumartesi akşamı South Yarra’daki evinin çıplak denebilecek kadar sade mutfağında oturmuş, yemek yapışını izliyordum. Makarnaları kevgire döküp silkeledi. “Niye o kadar uzun kalıyor?”

“Burada bir alternatif tedavi programına yazılmış. Şehir merkezinde bir kuruluş. Randevusunu öne almışlar. Pazartesi sabahı erkenden orada olması gerekiyor.”

“Ne tür bir tedavi bu?”

“Sormak istemedim. Damardan oksijenli su gibi feci şeylerden bahsediyor. Sydney’de zaten yüksek dozlarda C vitamini alıyordu. Seksen bin birim, dedi. Damardan. Bir de glutatyon diye bir şey. Her neyse.”

Leo elinde altından sular damlayan kevgirle hiç kıpırdamadan duruyordu. Kendini tutuyormuş gibi görünüyordu: Kıvırcık beyaz saçlarının altında, şakaklarındaki damarlar daha önce hiç dikkatimi çekmemişti. “Tamamen palavra Helen.”

Yemeğe oturduk. Leo yemeğini yerken üzerimize bir terapist sessizliği çökmesine izin verdi. Siyah beyaz teriyeri iskemlesinin dibine çökmüş, çaresiz bir aşkla yukarıya, ona bakıyordu.

“Palavra demek?” dedim. “Benim altıncı hissim de öyle diyor. Dinle bak. Taramada bağırsak tümörü görüldüğünde onkologdan tedaviyi bir süre ertelemesini rica etmiş. Bol bol aloe vera alabilmek için. Onkolog demiş ki: ‘Nicola. Aloe vera tümör küçültseydi dünyanın bütün onkologları aloe vera reçetesi yazıyor olurdu.’ Ama o böyle şeylere inanır. Kanepesinin arkasında, yerde şu manyetik matlardan var. ‘Uzan matin üstüne Hel. Osteoporozuna iyi gelir’ diyor bana.” Leo gülmedi. Üçgen biçimli kahverengi gözleriyle bana bakıp, “Uzanıyor musun peki?” dedi.

“Tabii. Dinlendiriyor insanı. Bir mağazadan kiralık almış.” “Yani kemoterapi işe yaramadı.”

“Bir ara elinin tersine takılı kemoterapi torbasıyla dolaşıyordu. Ameliyat oldu. Radyoterapi gördü. Yapılacak şey kalmadığını söylediler. Kemiklerine ve karaciğerine yayılmış. Eve gitmesini söylediler.

….

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Bu Yas Yuvası – Bir Cinayet Davasının Öyküsü ~ Helen GarnerBu Yas Yuvası – Bir Cinayet Davasının Öyküsü

    Bu Yas Yuvası – Bir Cinayet Davasının Öyküsü

    Helen Garner

    Üç erkek çocuk babası, eşinden boşanmış Robert Farquharson’ın arabası 2005 yılının Babalar Günü’nde çocuklarını annelerinin evine bırakırken yoldan çıkar ve bir sulama barajına gömülür....

  2. Benim Katı Yüreğim ~ Helen GarnerBenim Katı Yüreğim

    Benim Katı Yüreğim

    Helen Garner

    Yaşlanmış anne babasını ziyarete gelen bir genç kadın, meraklı bir kız çocuğu, uzun yıllar boyunca görüşmemiş iki eski dost, hayal kırıklığıyla evine dönen bir...

  3. Çocuklar İçin Bach ~ Helen GarnerÇocuklar İçin Bach

    Çocuklar İçin Bach

    Helen Garner

    Türk okurlarının ilk kez tanışacağı Avustralyalı Helen Garner (1942) edebiyatın, roman, kısa öykü, senaryo, deneme gibi çeşitli türlerinde ve edebiyat dışı alanda ürün vermiş...

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Köpekleri Seven Adam ~ Leonardo PaduraKöpekleri Seven Adam

    Köpekleri Seven Adam

    Leonardo Padura

    Küba edebiyatının yaşayan en önemli yazarı sayılan Leonardo Padura, bu romanın örgüsünü devrimci lider ve komünist kuramcı Leon Troçki‘nin 1940 yazında, Meksiko kentinde NKVD...

  2. İnsanlığımı Yitirirken ~ Osamu Dazaiİnsanlığımı Yitirirken

    İnsanlığımı Yitirirken

    Osamu Dazai

    Japonya’nın en çok okunan romanlarından İnsanlığımı Yitirirken‘de Osamu Dazai, savaş sonrası Japonya’sının boğucu atmosferinin toplumdaki izdüşümünü ve bireyin kalabalıklar karşısında giderek yabancılaşarak insani değerlerini yitirişini aktarmak...

  3. Miks, Maks ve Meksin Öyküsü ~ Luis SepúlvedaMiks, Maks ve Meksin Öyküsü

    Miks, Maks ve Meksin Öyküsü

    Luis Sepúlveda

    Martıya Uçmayı Öğreten Kedi’nin yazarı Luis Sepúlveda’dan yine sevgi ve dostluk üzerine sıcacık bir öykü… Küçük bir çocuk olan Maks ile kedi Miks’in yolları...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur