“İthaka’ya Yolculuk”, Demir Özlü’ye 1997 Dünya Kitap Dergisi Yılın Kitabı Ödülü ile 1998 Yunus Nadi Roman Ödülü’nü kazandırmış uzun soluklu, çok boyutlu bir anlatı. Anayurdundan ayrı düşmek zorunda kalmış bir yazarın sürgündeki ilk yıllarının yalnızlığı, boşluğu ve kederiyle yazdığı, hem içinde yaşadığı ortamı hem de çocukluğundan başlayarak bütün geçmişini, o geçmişin yaşandığı yerleri bölük bölük, soru-yanıt biçiminde, bir sorgulama diliyle anlattığı bir kitap.
İthaka’ya dönebilmek için akıl almaz güçlüklerle dolu bir yolculuğa çıkan Ulysses gibi, yazar da sonu bilinmeyen bir yolculuğa çıkıyor. Anlattıkları doğal olarak, kendisini İthaka’ya, yani yurduna götüren uzun yolculuğun birer aşaması.
“İthaka’ya Yolculuk”, Fransız Yeni Roman’ı çevresinde eleştirmenlerle gazetecilerin yarattıkları bir deyimle bir ‘anti-roman’dır. Bilmiyorum, kendi temamı bir zamanlar içime yerleşmiş olan ayrı düşme temasını anlatabilmem için başka biçimler de bulunabilir miydi?
I
Kendi Ülken
Burada bir kahvede otur. Bir kahve ve konyak iste servisi yapan garsondan. İç odada otur, öte yanda kalsın bar.
Tahta masaların, oyun makinelerinin, püsküllü abajurların ötesinde, karşı duvarda, küçük bir camekân vardır. Camekânın içinde bir resim, bir fotoğraf daha doğrusu. Yapraksız ağaçların önünde küçücük bir yazlık evi -perdeler var çünkü—, belki de tramvay vagonunu -ev olarak kullanılan bir tramvay vagonunu-göstermektedir. Solgun, gri-beyaz bir fotoğraftır bu.
Böylesi bir evde, bir tramvay vagonuna benzeyen bir evde, oturup, uzun yıllar geçiremez miydin? Düşün şimdi!
“Nereden geldiniz buraya?”
“Güneyden. Kıyıları denize sonsuzca uzanan, geniş bir ülkeden. Orada göktaşı renginde sonsuz bir deniz, kayalık kıyılar, dağlar, dümdüz bozkırlar, sarımtırak toprak parçaları vardı. Buradaki doğa, bu sık çam ve köknar ağaçlarının oluşturduğu ormanlar yabansı bana. Güneyde, geniş, dalgalı, iyot kokusu yayan köpüklü denizler vardı. Güneş, ‘kanlı bir ayinle’ batıyordu ve karanlık oluyordu gece. Burada masmavi yaz geceleri… Gece inerken ufukta, çok uzaklarda, kararan gökyüzünün dibinde, ince bir iki beyaz çizgi gibi kalırdı gün. Işığın son savaşçıları onlar, ama ardından lacivert, yıldızlı bir gece doğardı.”
“Orayı, kendi ülkenizi mi anlatmak istiyorsunuz?”
“Hayır… belki sonra anlatırım. Zaten çok anlattım size. Orayı. Kendi ülkemi. Size yolculuğumu anlatmak istiyorum. Uzun süren yolculuğumu. Şimdiden iki yılı aşan. Daha da ne kadar süreceğini bilmediğim uzun, uzun bir yolculuk bu!”
“Bir yolculuk mu yaptığınız?”
“Evet. Daha doğrusu bana öyle geliyor: Uzun süren bir yolculuk. Daha şimdiden iki yılı aşan bir yolculuk oldu bu. Ayrıca —öte yandan-daha önceleri, aralıklarla, aynı yerlere, aynı ya da ayrı ayrı yollardan yapılan yolculukları da eklerseniz buna… -Şimdi, düşününce, bilincimde, hepsi birbirine eklenmiş gibi geliyor banadaha da uzun sürmüş bir yolculuk bu sanki, daha da uzun. Altı yıl, belki de yedi yıldan bu yana sürüp duran…”
“Ama eskiden, o dönemlerde, yılda sadece bir ya da iki ay yolculuğa çıktığınızı söylemiştiniz bana.”
“Evet, öyleydi, bir ya da iki aydı, yılda yaptığım yolculuk. Ama şimdi dışarıdayım. Dışarıdayım ve dışarısı, o kısa süren yolculuklarla birbirine eklenmiş gibi görünüyor bana. Zaman birbirine eklenmiş. Aralarında yer alan -kendi ülkemle ilgiliyaşam siliniyor. Ayrı bir yaşam o. Burası, dışarısı var şimdi; uzun bir yolculuk çakıp duran kafamın içinde. Daha doğrusu bana öyle gelen. Birbirine eklenmiş bir yığın görüntü. Üst üste çekilmiş fotoğraflar ya da benzeri bir şey. Görüntüler işte.”
“Böylece çok uzun süren bir yolculuk gibi geliyor size.”
“Evet, öyle geliyor. ‘Mutlu Ulysses’in yolculuğu gibi. Hıh, şaka ediyorum. Hiçbir mitolojik öğe yok içinde: sonsuz denizler, pupa yelken giden gemiler… Günümüzde yapılmış, renkleri günümüzün renkleri olan bir yolculuk.”
“Önce nereye gittiniz?”
“Geminin yol aldığı Akdeniz’i, Napoli’yi, Marsilya’yı, Paris’te küçük bir otelde geçen yağmurlu günleri anlatmayacağım size. Onlar bilinen şeyler, anlatılmış şeyler bir bakıma. Sonra, tuhaf bir biçimde, yolculuğun o yabansı bölümü de değil onlar. Bilinmeyen, açımlanması gereken daha sonra başlıyor: Yabansı, kuzeye doğru, tuhaf olan, bilmediğin, senin de, benim de bilmediğim şey… Issız bir tren düşümde, karla kaplı bir araziden geçerek, durmadan kuzeye doğru, ıssızlığın arttığı, insanların azaldığı kuzeye doğru gidiyor. Kara dumanlarını bırakarak. Bir ışık karanlığı yarıyor sanki. Işık bir huzme olarak gidiyor karanlığın içinde; karanlık da eski karanlık değil artık, gittikçe grileşen bir renge dönüşüyor. Ama bir düş bu. Gerçekte ne o denli ıssız yerlere, ne de ışıkla matlaşan karanlıklar içine gittim. İnsanlar vardı oralarda henüz. Kendi kentim olan İstanbul gibi kalabalık olmasa da, kentler de vardı… Helsinborg örneğin.” “Önce Helsinborg’a mi gittiniz?”
“Hamburg’dan geçtim. Sular ışıldıyordu ve Helsinborg’a gittim. Daha doğrusu, Danimarka’nın düz toprakları bitince, küçük bir kentten-iki katlı güzel evler vardı oradaaraba vapuruna girdi trenin vagonları. Büyük bir tangırtıyla girdi, gıcırdayarak durdu. Demir kapıları açarak kıpırtısız denizde sessizce yol alan araba vapurunun güvertesine çıktım. Ardından da yukarıya, üstteki salona. Belki kırk beş dakika kadar sürecek bir yolculuktu bu, gri deniz üzerinde. Sonra gene dönülecekti trene. Ta karşı kıyıda Helsinborg’da kıyıda duracak vagonlar, yeni bir lokomotifle, yerli vagonlara eklenmek için ve sonra -yaşlı, dingin, iyi yüzlü İsveçli memurlar arasından geçiponların ellerindeki boyalı işaret raketlerini kaldırmalarını bekleyip -işte başlıyordu Hollanda yapısı büyükçe binalar: boz renkli, balkonsuz, küçük pencereleriyle kapalı yüzleri ve sonsuzca ve sonsuzca hep aynı biçimde yeniden koyulacaktınız yola.”
“Helsinborg…”
“Ne tuhaf, ne tuhaf kenttir bu Helsinborg. Gökyüzü yüksek, kapalı, renksizdi. Ve ‘ne güzel, halktan insanlar da var’ diye düşündüm orada. ‘Yaşlı ve halktan insanlar. Tren memurları ya da gümrükçüler. Nihayet sakin bir ülkedesin.”
“Rahatlatıcı bir şey değil mi, sakin bir ülkede olmak!”
“Rahatlatıcı gibi göründü bana da. Ama hemen ardından içine gittiğim kentin -Stockholm’ünde sakin olup olmadığını düşündüm. Ya daha da sakindiyse Stockholm. Daha kuzeyde çünkü. Ya çok sakindiyse ve çok uzun –doğrusu o zaman yolculuğumun çok uzun süreceğini de bilmiyordum, ama bir yolculuğa çıkınca kendi yöresinden kopuveriyor insan, limandan palamarlarını koparmış bir gemiden farksızsınız ve deniz, denizin akıntıları, bu rüzgâr kim bilir nerelere sürükleyecek sizi, besbelli başka kıyılara— masalların ve Rimbaud’nun şiirlerinin 19. yüzyıl serüvenci yazınının ya da o delirmiş Conrad’ın yazdıklarını unutun -(onların zihinlerinin çılgın imgeleri onlar, başka bir şey değil)— ama nerelere doğru gideceksiniz, durgun denizleri, düz arazileri geçerek -bir yolculuk idiyse çıktığınız, önceden nereye gideceğinizi kararlaştırmadan-, önceden bilmediğiniz, kendinizin kararlaştırmadığı (öyle ya dönüş biletini bile almayı ihmal ettiniz) yıllar sürecek bir yolculuk idiyse bu. Biraz da bilmeden başladığınız ve durmadan sizi içine doğru çeken çocukken bambaşka bir yörede, Ege’de, Ödemiş’e yakın dağlar üzerinde, küçücük bir gölde yüzmeyi öğrenirken yakalanmaya korktuğunuz anaforlar gibi (“Çocuğum, dikkat et! Bu küçücük gölünde akıntıları belki de anaforları, ama mutlaka mutlaka derin kuyuları vardır’) bir yanı, yanınıza usulca sokulup alıp sizi bomboş sokaklara götüren ve birdenbire yanınızdan uzaklaşıp kaçan bir yanı vardıysa bu…
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli)
- Kitap Adıİthaka’ya Yolculuk
- Sayfa Sayısı160
- YazarDemir Özlü
- ISBN9789750846489
- Boyutlar, Kapak13.5 x 21 cm, Karton Kapak
- YayıneviYapı Kredi Yayınları / 2020
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Şeytan Geçti ~ Aslı Tohumcu
Şeytan Geçti
Aslı Tohumcu
“Bacım, adını bağışlar mısın?” “Ayser,” derken içinden mi geçirdi, dışarıya mı konuştu emin olamıyor. “Selma benimki de. Bir çay içip dertleşelim ister misin kadın...
- Metal Hayatlar ~ Berna Durmaz
Metal Hayatlar
Berna Durmaz
“Pencereden bakıyoruz kedimle. Dışarısı bir dünya curcuna. Ne acelesi varsa, açılmış kabak çiçeği gibi, soyunmuş dökünmüş pirüpak sabah. Şehrin çocuğu, yaşlısı, çalışanı dökülmüş sokaklara…...
- Son On Beş Dakika ~ Fatma Barbarosoğlu
Son On Beş Dakika
Fatma Barbarosoğlu
Günlerdir; o iki beyaz gömleklinin hikâyesine tanık olan kaç kişiydik, bunu düşündüm. Tanıkların her birinin hikâyesini düşündüm. İçimizden biri bu ölümü çağırmış olabilir mi...