“Bir şeylerin olmasını bekliyor, bekliyor, olmayınca da oturup düşünmek istiyor, mesele nedir, neyi nasıl halletmek gerekir, derken önüne dimdik bir duvar çıkıyor, dokunmayı bile başaramadığı bir duvar, ne yapsın bilemiyor. İyice kararıyor Sait: Umduğum bu değildi. Çocuğum mutluluk getirecek diyordum ama öyle olmadı; fazlasını getirdi, sonra da mutluluğu aldı.”
Sait ve Ömür çiftinin hayatı, merkezinde oğulları Yusuf’un yer aldığı ve yalnızca kendilerinin şahit olduğu inanılmaz bir olayın ardından kökünden değişir. Sonrasında, gündelik hayat tüm tekdüzeliğiyle sürüp giderken Sait’in içinde bir huzursuzluk büyümeye, oğlu ve karısıyla ilişkisine koyu bir gölge düşürmeye başlar. Yıllar geçtikçe Sait’le Yusuf’un ilişkisi hayaller, beklentiler, korkular ve hayal kırıklıklarının arasında akan, ölümün sürekli olarak kendini hatırlattığı bir hikâyeye dönüşür.
Buradayız ve Uyku Krallığı’yla tanıdığımız Kerem Eksen, üçüncü romanında baba oğul ilişkisi, aile, inanç ve ölüm üzerine benzersiz bir hikâye anlatıyor. Ölümden Uzak Bir Yer, “dünyanın ucundan kırpılmasının”, açılan uçurumun bir tarafında yalnız başına kalmanın romanı.
*
Babasının bakışları yıllardan sonra ilk kez o gün, Manisa’daki sabah uykusu sırasında gözünün önüne geliyor. Vücudunu tatlı tatlı oyalayan yarı uykudan aniden, hafif ağlamaklı uyanıyor. Hatırlıyor: Babasının günlerdir süren inlemeleri artık yer yer bağırışlarla kesilir olmuş, annesi ve büyük halası yatağın iki yanındaki koltuklarda oturmuş dua ediyorlar, o sürekli kıpırdayan dudakları unutmak zor. Abileri pek ortalarda yok; Muzaffer –kendisinden beklenmezbir köşeye çekilmiş mütemadiyen ağlıyor, Ercan biraz daha sakin. Kendisi bir gelip bir gidiyor. O an babasının yanında yalnız, anneyle hala iğneci kadını yolcu ediyor olmalı. Birkaç dakikadır bağırışlar azalmış, inlemeler seyrelmiş, iğnenin etkisi olsa gerek. Gözlerini dikmiş babasına bakıyor, neredeyse birkaç ayda eriyivermiş olan o surattaki yepyeni çizgileri ve çukurları izliyor. Baba bir an, sanki oğlunun bakışlarını üzerinde hissetmiş gibi gözlerini açıp Sait’e dönüyor, bir süre öylece bakıyor. İfadesiz, boş bir bakış, sanki yanında oturan kişiyi tanımıyor, kimseyi tanımıyor hatta, gitmiş, artık başka bir yerde, başka tanıdıkların arasında, onlarla ayrı bir yaşam sürüyor, bilinmeyen bir dilde konuşuyor ve arada dönüp burayı izliyor. Hayır, ölmüş değil –-Sait babasının göğsünün hâlâ sik nefeslerle inip kalktığını görebiliyorama gitmiş işte, şimdiden, ölmeyi beklemeden gitmiş. Sonraki yıllarda, babasının ölümünü düşündüğünde ölüm ânı değil de o tuhaf, çapraşık yaşam ânı gelecek aklına, sanki ölümden daha korkutucu bir şey bu, evet, yaşamın bu türlüsü ölümden daha dehşet verici. Nitekim iki saat sonra babası gözlerini yumduğunda, yaşamın sona erdiğini görmek Sait’i rahatlatıyor savaş bitti işte, herkes yerini buldu. Bir hafta önce on üç yaşına girmiş.
1
Doğrulup karısını izliyor. Ömür kendini o çok sevdiği hafta sonu tembelliğine teslim etmiş, muhtemelen rüya bile görmediği derinliklerde uyuyor. Sait böyle miskin sabahlarda karısını uyandırmak için burnunu küçük küçük gıdıklamayı sever, fakat bu kez mıyor, önce babasının bakışlarını zihninden atması, o ağlamaklı halden kurtulması gerek. Nereden çıktı şimdi bu? Pikenin ve geceliğin açıkta bıraktığı yerlerden Ömür’ün yaz boyunca özenle güneşten sakladığı bembeyaz tenini izliyor, boynun aşağısındaki iki küçük bene, sol kolun gövdeyle birleştiği yerdeki büyük bene bakıyor. Beş senedir ne zaman ellerini ya da dudaklarını Ömür’ün bedeninde gezdirse çaktırmadan o büyük benin etrafından dolaşır, oysa şimdi -madem böyle biraz tuhaf, istisnai bir sabahneden olmasın ki, diyerek parmağıyla o kabartıya birkaç kez hafifçe dokunuyor (Ömür’ün bir şey hissetmediği belli). Sonra elini pikenin üzerinden Ömür’ün göbeğinin aşağısına koyuyor, bekliyor: Burası işte, her şeyin başladığı yer… Gece Sait’in içinden fışkıran sıvının kalıntıları şimdi oralarda bir yerlerde olmalı, belki bir kısmı hâlâ canlı, bir kısmı ölmek üzere, fakat sonuçta hepsi, diye düşünüyor Sait, yavaş yavaş kuytularda sönüp gidecek. Böyle düşüncelere kapılmak istemiyor, ruhunun neden buralara savrulduğunu anlamiyor. Odanın penceresi açık, dışarıdan ismini bilmediği birtakım çiçeklerin kokuları geliyor, her şeyde bir tazelik, bir canlılık var, o boğucu yaz havası artık şehri terk etmiş. Sait de güzel şeyler düşünmek istiyor: Ömür birazdan uyanır, bir yerlerde kahvaltı edip Türk kahvesi içerler, öğleden sonra da Birollarla buluşup – fakat hayır, Sait kendini yavaşça loşluğa gömüyor: Hepsi ölüp gidiyor işte, bir tanesi bile yaşamayacak.
Evin sessizliğine kulak veriyor, daha doğrusu sessizlik kendi mevcudiyetine kavuşmuş gibi gelip onu dürtüyor, böylelikle Sait yattığı yerden salonu, mutfağı, misafir odasını, odalardaki bütün eşyayı hissedebiliyor. Hepsi atalete teslim olmuş bekliyor işte, er geç birileri gelip onları bu halden kurtaracak, evet, televizyonun kumandası sehpadan kanepeye, oradan koltuğa geçecek, bir tencere dolaptan çıkıp ocağın üstüne konacak. Ömür ve Sait sayesinde olacak bunlar, evin iki sakini içinde yüzdükleri suyu bulandırmadan, telaşsız ve ağır hareketlerle mümkün mertebe konuşmadan bir gün daha geçirecekler. Sıradan bir pazar gününde Sait bu sessizlik üzerine pek düşünmez, en fazla sıkıldım, der, hepsi bu, çıkıp bir pide yerler, geçer. Olsa olsa sudan bir sebeple Ömür’e çıkışır, eh, Ömür de altta kalmayıp cevabını verir ve sonunda Sait, durduk yere bozguna uğramış, susup oturur. Şimdi, babasının bakışları altında karanlığa gömülürken, Ömür’le bütün hayatlarının bunlardan, bu sessizlikten ve kısacık kıvılcımlardan ibaret olduğunu düşünüyor. Oysa bunlardan bile mahrum kalmış olabilirlerdi diyor Sait içinden, kıymetini bil. Sıra Ömür’ün boynunun sağ tarafındaki dikiş izine geldi (bu kez dokunmuyor Sait, bakması yeterli). Neyse ki o beyaz çizgi çoktandır sadece kazanılmış bir savaşı temsil ediyor, geride bırakılmış bir kâbusu, endişeyle geçen ayların sonundaki ferahlığı… O zaman nasıl da şükretmişlerdi hayata, bundan sonra yaşayacakları her bir an birer lütuf gibi kıymetliydi artık, onlar da bunu biliyor, günlerini sonu gelmeyen bir kutlama gibi yaşıyorlardı. Sonra unutuldu bu, evet, insan unutuyor işte, zamanla sıradan işler, önemsiz didişmeler, basit hadiseler, hepsi gelip o güzel hayatı işgal ediyor, işte şimdi de başka sıkıntılar… Oysa unutmamak gerek, şu an Ömür’ün yanında yatabiliyor olması bile büyük olay, neredeyse bir mucize – buradayız, beraberiz, bunlar hep kutlanacak şeyler. Bu pazar gününü böyle bir kutlamayla geçirebilirler, neden olmasın? Şu içindeki kasvetten kurtulsa yeter.
Kalkıp duşa giriyor ve, iyi ki de girmişim, diyor hemen, ılık su güzel… Döndüğünde Ömür’ü yeni uyanmış, dalgın gözlerle kendisine bakarken buluyor, karşısına tertemiz bir Sait olarak çıktığı için memnun. Odaya gün doğmuş sanki, Ömür gerinip esneyerek uzun sabah uykularının bir başka güzel olduğunu anlatıyor, bir sigara yakıp önlerindeki günün vaatleriyle odanın havasını değiştiriyor, Reyhan’da kahvaltı, öğleden sonra yayla… Sait karısının bu sakin, tembel, biraz da hazza düşkün hallerini sever, kendisi de onunla beraber uyuşukluğa kapılıp gider. Şimdi de öyle oluyor; hem az önce neşeli olmak için güzel sebepler buldu, her an kıymetli.
Hazırlanıp çıkıyorlar. Manisa gözüne güzel görünüyor bu sabah, sokaklar ferah, herkeste bir pazar miskinliği… Kahvaltı boyunca Ömür’le gündelik konuşmalara dalıyorlar, okul dedikoduları, Ömür’ün kardeşi Nihan, yeni buzdolabı, kış tatili… Fakat her nedense bir zaman sonra bütün bunlar bir yere varmıyormuş gibi geliyor Sait’e, hazlar bitmiş, geriye tıka basa dolu bir mide kalmış, bir de işte etrafındaki şu dünya, başka masalarda başka konuşmalar, mızmız çocuklar, terli garsonlar ve bir sürü sucuklu yumurta, her şey öyle boşu boşuna oradaymış gibi. Herkes nasıl da doğmuş vakti zamanında, bunca insan – en çok da masalarına gidip gelen garsonu düşünüyor, o da zamanı gelince doğuvermiş işte, annesinden süt emmiş, büyümüş, şimdi böyle etrafta dolaşıyor terli terli. Tabağında kalan sucuklara bakıyor, bir de yanağını kaşıyan garsona: O da çok farklı değil aslında, ortalıkta dolaşan bir hayvan, ama işte kimseler pişirmiyor onu, aradaki fark bu. Belki de evin sessizliğini terk etmemeliydiler, belki bugünü öylece, o eşyanın ortasında geçirmeliydiler. Benim canım niye sıkkın ki bugün? Anlayamıyor.
Böyle dalıp gidince, ne oldu, diye soruyor Ömür, pek tadın yok gibi. Sait’in sabah düşündüğü güzel şeylerden söz etmesi için uygun zaman, hayatları nasıl da kutlanacak bir şey, Ömür nasıl da sağlıklı, karşısında oturuyor. Fakat bu sözler bir türlü içinden çıkmıyor, onun yerine sabah uyanırken aklına düşen o resimden, babasının bakışlarından söz ediyor. Fena da olmuyor aslında, Ömür hikâyeyi ilk dinlediği zaman olduğu gibi gene şefkatle bakıyor Sait’e. Evet, yeni tanıştıklarında bu anıyı dinlemek onu etkilemişti; Sait’i on üç yaşında, hayatın eşiğinde durmuş babasının sonunu izleyen bir çocuk olarak hayal etmek hoşuna gitmişti. İyi bir şey vardı bu çocukta, masumca bir şey, büyürken de onu öylece ruhunda saklamış olmalıydı, çünkü, demişti Ömür, babasını küçük yaşta kaybeden oğlanlar isteseler de kötü insanlar olamazlar. Acaba hâlâ böyle mi düşünüyor? Sait sormayı düşünüp vazgeçiyor. Babasından söz etti ve Ömür’de bu sevgi kıpırtısını gördü, bu ona yeter.
Sonra birden, sabahtan beri içinde tuttuğu, kendine bile tam olarak sormadığı bir soruyu pek düşünmeden ortaya atıyor: Şu çocuk işini ciddi ciddi düşünsek mi artık? Doktorsa doktor, evlatlıksa evlatlık… Ömür şaşırıyor. Nereden çıktı şimdi bu? Dur bakalım Sait, seneye bakacağız dedik ya, şu tayin işi belli olsun, hem belki kendiliğinden bir yıl, iki yıl, böyle böyle beş yılı doldurduk Ömür, kendimizi mi kandırıyoruz biz? Ömür bu ısrar karşısında şaşırıyor: Ne oluyor Sait, sabah sabah böyle koca koca laflar?
Bu konu her nedense Sait’in içinde durduramadığı bir öfke dalgasına yol açıyor, sanki Ömür her seferinde rahmindeki spermleri bizzat kendi elleriyle, teker teker öldürüyormuş gibi sinirleniyor. Oysa şu çocuksuzluk meselesi ilk kez ciddi ciddi konuşulduğunda Sait halinden memnundu, biraz rahatlamıştı bile hatta, daha genciz, acelemiz ne, hayatımızı yaşayalım, sonra bakarız. Yaşamışlardı da: Yazları uzun tatiller, şubatta Abant, Ürgüp, Kaz Dağları… Bir kış birikmiş paralarıyla İtalya turuna bile katıldılar, beş günde Floransa, Roma, Venedik, iki yıldızlı otellerde uyuyup binlerce fotoğraf çektiler, çocuklu hayatta, öğretmen maaşıyla nasıl mümkün olurdu ki? Floransa, Roma, Venedik, şimdi bunlar da Sait’e etrafındaki dünya gibi beyhude geliyor. En iyisi konuyu kapatmak: Neyse, kahve söyleyelim fakat çok geç, bu kez Ömür bırakmak istemiyor: Sait canımı sıktın sabah sabah, durduk yere nereden çıktı bu haller? Bir yerden çıkmadı, diyor Sait, hislerini saklama dersin, saklamadım, gördün işte ne olduğunu. Of Sait, off… Ömür bir sigara daha yakıyor, içme şunu, diyor Sait, bari kahveyi bekle.
Neyse ki çok geçmeden sakinleşiyorlar. Kalkmış yürürlerken Sait kolunu Ömür’ün omzuna atıp sıkı sıkı sarılıyor. Bir tür özür bu aslında, günleri çok daha güzel geçebilecekken her şeyi bozdu, şimdi pişman. Unutalım gitsin, özür dilerim, diyor ama çok geç, laf ağızdan çıktı bir kere, gün boyu ara ara konuya dönüyorlar. Ömür bütün bu çabanın kendisini ne kadar korkuttuğunu anlatıyor, doktorlar, denemeler, gergin bekleyişler… Hele evlatlık ayrı zor. Kendiliğinden oluverse ya işte… Bildikleri vakalardan konuşuyorlar: İzmirli bir akraba, uzak bir arkadaş, izledikleri bir film – biraz anla beni, diyor Ömür, kolay işler değil. Sait -ne de olsa babasını çocukken kaybetmiş, kötü adam olmak ona yakışmaz― sonunda tamam, diyor, bekleyelim diyorsan bekleyelim. Derken bir an, kısacık bir an kendine soruyor: Ben bu kadına mahkûm muyum ki? Soruyu öylece bırakıyor, böyle şeyler düşünmüş olmasına kızıyor.
–
Akşam yorgun argin salonda televizyon izlerken, böyle de iyiyiz aslında, diye düşünüyor, bütün o yorgunluğun üstüne bir de etrafta dolaşan bir çocuk fazla. Kahvaltıdaki o kalabalığı, o terli garsonu, piknik yerindeki curcunayı düşünüyor. O kadar kalabalığız, o kadar fazlayız ki… Gerek yok.
Oysa boşuna tartışıyorlar: Bütün bunlar olurken Ömür içinde milim milim büyüyen bir fetüs taşıyor. Ne iyi olurdu aslında, tartışmanın ortasında bir an dursa, dikkat kesilip var gücüyle rahmine yoğunlaşsa ve içinde belirivermiş yaşamı hissedebilse… Bütün bu gerginlikler bitiverirdi o zaman, bir dakika, derdi Ömür, dur bakayım, içimde bir şey… Hay Allah be Sait, biz de neyi tartışıyoruz, şu işe bak sonra keyifle gülerlerdi. Fakat olmuyor.
Aslında Ömür on gün kadar sonra tam da böyle bir mucizevi aydınlanma ânı yaşıyor, evet, akşam saati mutfakta havuç doğrarken bir anlığına evin içinde onlarla beraber büyüyen üçüncü yaşamı fark ediyor. Bıçağın tahtada çıkardığı takırtıların arasında içerden gelen televizyon sesini dinlerken, bir an için evde bir başkasının daha olduğu hissine kapılıyor, bulduğu bir aralıktan sinsice içeri sızmış bir yabancı… Vardır böyle hikâyeler, aile salonda portakal yerken yatak odasında bir hırsız dolaşır, tam o anda beşikteki bebek ağlamaya koyulur, hayır, bir ses duyduğundan değil, o yabancı yaşamı hissettiğinden. Bazen de insan hiç sebep yokken dönüp arkasına bakmak ister, bir ses duymasa bile orada bir yaşam kıpırtısı olduğunu hisseder. Ömür’ün o anki hissi de buna benziyor işte, bir an belirip daha adını koyamadan kayboluyor, ardında sadece ufak bir ürperti bırakıyor. Şeytan yokladı, diyor Ömür.
Tam üç hafta sonra her şey apaçık ortada: Yaptığı test pozitif. Sait büyük haberi bir pazar öğleden sonra Gürle taraflarında manzaraya karşı otururlarken alıyor. Ömür evden çıktıklarından beri muzip bakışlarla gülümsüyor, Sait işkilleniyor buna, ne oluyor kız yok bir şey. Ömür bir süre daha hayatlarının bu büyük, en büyük hadisesini bilen yegâne kişi olmanın tadını çıkarmak istiyor, kendisi o durgun hayatlarına neyin yaklaşmakta olduğunu bilirken kocasının sersem sersem pantolonundan bahsetmesi komiğine gidiyor – yenisini mi alsak, bunun beli sıkıyor biraz, kemer de kısa mıdır nedir? Sait nihayet büyük haberi işittiğinde ikinci birasının ortalarında, ilk anda ne diyeceğini şaşırıyor, nasıl olur, nasıl ya, inanamıyorum. Gittikçe daha da sersem görünüyor: Ciddi misin sen Ömür, bak eğer yalansa konuşmam seninle. Sonunda kabına sığamayıp kalkıyor, vay canına, vay canına – aşağıda uzanan çam ormanlarına bakıyor, işte ağaçlar, her biri orada, kök saldığı yerde öylece yaşıyor, yıllardır… Binlerce ağaç, ağaçlar ve aralarında dolaşan börtü böcek, kirpi, yılan, tilki, işte hepimiz bir şekilde yaşayıp gidiyoruz! Şimdi
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli)
- Kitap AdıÖlümden Uzak Bir Yer
- Sayfa Sayısı144
- YazarKerem Eksen
- ISBN9789750853319
- Boyutlar, Kapak13.5 x 21 cm, Karton Kapak
- YayıneviYapı Kredi Yayınları / 2022
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Felek Beni Okyanustan Aşırdı ~ Orhan Gazi
Felek Beni Okyanustan Aşırdı
Orhan Gazi
Şu Sydney’e düşeli ben çile çektim, gülemedim Kara yazmışlar yazımı, çok uğraştım silemedim Bu satırları yazan Orhan Gazi, bundan yaklaşık yarım asır önce Samsun’dan...
- Kalp Ne İsterse O Olur 1 ~ Meryem Nart
Kalp Ne İsterse O Olur 1
Meryem Nart
Hayatı boyunca “Çulhaların kızı” olarak tanınan Şeyda Çulha, kendisinin asla bir birey olarak yaşamını sürdüremeyeceğini düşünmektedir. İçinde beslediğibüyük öfkeyi sadece buz pateni yaparak ve...
- Sıkıldım, İki Hafta Yokum ~ Pelin Güneş
Sıkıldım, İki Hafta Yokum
Pelin Güneş
Yakınlaşmak için, bazen uzaklaşmak gerekir… Pelin Güneş’in kaleme aldığı Sıkıldım, İki Hafta Yokum, kitaplardaki kurmaca ile gerçek dünya arasında sıkışıp kalmış 14 yaşındaki Tuana’nın benlik...