“Bruno bozulmuştu, karşı kaldırıma geçti, gerisingeri birkaç adım attı. Durdu, döndü, dudaklarını ısırarak inceledi evi. Görünürde kimse yoktu, köşedeki evin verandasındakinin dışında bütün ışıklar sönüktü.”
Biri boşanmak istediği karısıyla sorunlar yaşayan genç bir mimar, öbürü babasından nefret eden, alkole düşkün işsiz bir genç. Bir tren yolculuğunda karşı karşıya düşen bu ikili için yolculuk, aslında yeni başlamaktadır.
Patricia Highsmith’in 1950 yılında yazdığı ilk romanı Trendeki Yabancılar yayımlanır yayımlanmaz büyük başarı kazanmış, bir yıl sonra Alfred Hitchcock tarafından filme uyarlanmıştır.
“Patricia Highsmith bir gerilim yazarı olarak adlandırılabilir ama asla bundan ibaret değildir: Kitapları üslup dokusuna, psikolojik derinliğe, büyüleyici bir okunabilirliğe sahiptir.”
THE SUNDAY TIMES
1
Tren, öfkeli bir zangırtı tutturmuş gidiyordu. Sık aralarla dizilmiş ufak istasyonlarda durması gerektiğinde, bir an sabırsızca bekliyor, sonra yine çayıra dalıyordu. Ama ne kadar yol aldığı belirsizdi. Çayır, ara sıra gelişigüzel silkelenen güneş çalığı bir battaniye gibi şöyle bir dalgalanıyordu, o kadar. Tren hızlandıkça zangırtı da artıyor, göz korkutuyordu.
Guy gözlerini pencereden ayırdı, kolluğuna yaslandı.
En iyi olasılıkla Miriam boşanmayı erteleyecekti. Belki boşanmak istemiyordur, tek istediği para koparmaktır. Bir gün ondan boşanma umudu var mı gerçekten?
Ona duyduğu yoğun nefret, düşüncelerinin akışını sekteye uğratıyordu galiba, New York’ta mantığının gösterdiği çıkış yollarından şimdi çıkmaz sokaklara sapıyordu. Yolun ucunda Miriam dikiliyordu, az ötede, çilli pembe teninden sağlıksız bir ısı saçarak, pencerenin dışındaki şu çayır gibi. Katı ve hain.
Eli sigara paketine gitti, pulman vagonda sigara içilemeyeceğini onuncu kere anımsadı, yine de bir tane aldı. Kol saatine vurup yuvarladı sigarayı –saat beşi 05.12’ydi, sanki bugün saatin herhangi bir anlamı vardı da–, dudaklarının kıyısına iliştirdi, sonra avucunu kibrite siper ederek yaktı. Parmaklarının arasında kibritin yerini alan sigaranın dumanını ağır ağır içine çekti. Kahverengi gözleri, sık sık pencerenin dışında uzanan inatçı, büyüleyici toprak parçasına takılıyordu. Gömleğinin kolasız yakası kırışmış, yukarı kaymıştı. Tanın ilk ışıklarının cama çizdiği profilde, çenesine yükselen beyaz gömlek yakasıyla, tepede gür ve kabarık duran, ensesine sıkı sıkı yapıştırılmış siyah saçlarıyla geçen yüzyılın modasını simgeler gibiydi. Saçlarının kabarıklığı, uzun burnunun kemeri, yüzüne şaşmaz bir kararlılık, bir ataklık yüklüyordu, oysa cepheden bakıldığında, kalın, dümdüz kaşlarıyla sert ağız çizgisinden bir durağanlık, bir içekapanıklık okunuyordu. Üstünde ütüsüz, pamuklu bir pantolon, ince bedenine bol gelen, güneş vurdukça yer yer uçuk morlaşan, koyu renk bir ceket vardı, kıpkırmızı yün kravatı gevşekçe bağlanmıştı.
Miriam’ın istemeden çocuk doğuracağını hiç sanmıyordu. Demek ki yeni sevgilisi evlenmek kararındaydı. Peki, kendisini neden çağırmıştı Miriam? O gitmeden de boşanabilirdi pekâlâ. Peki mektubun dört gün önce gelişinden bu yana neden aynı sorularla cebelleşiyordu? Miriam’ın yuvarlak el yazısıyla çiziktirdiği dört-beş satırda yalnızca gebe olduğu, kendisini görmek istediği belirtilmişti. Gebelik, boşanmayı güvenceye aldığına göre, diye düşündü, neden sinirlerim bozuk böylesine? Asıl acı veren, benliğinin ta derinlerinde bir yerde, Miriam’ın başka bir erkekten çocuk doğuracağı, oysa bir zamanlar kendisinden doğacak çocuğu aldırttığı gibi bir kıskançlık tohumunun yattığı kuşkusuydu, ya o yüzden sinirliyse? Yoo, belini büken, utançtı kesinlikle, bir zamanlar Miriam gibi bir kadına âşık olmanın utancı. Sigarasını hırsla radyatörün kafesine bastırdı. Ayaklarının dibine yuvarlanan izmariti radyatörün altına doğru tekmeledi.
Artık aydınlık bir gelecek uzanıyordu önünde. Boşanma davası, Florida’da bulduğu iş –çizimlerinin kuruldan geçmemesi söz konusu değildi, bu hafta öğrenecekti kararı– ve tabii Anne. Anne ile baş başa, geleceğe ilişkin tasarılar yapmaya başlayabilirlerdi artık. En az bir yıldır böyle bir şey olsun da özgürlüğüne kavuşsun diye içi gitmemiş miydi? Yüreğinden bir mutluluk fışkırdı birden; kadife koltuğun köşesine yayıldı. Aslında son üç yıldır bekliyordu bugünü. Davayı kendisi de açabilirdi tabii ama gerekli parayı biriktirememişti bir türlü. Bir mimarlık bürosuna girmeden mimarlığa atılmak hiç kolay olmamıştı, hâlâ da değildi ya. Miriam nafaka istememişti gerçi ama başka yöntemlerle canını sıkmaktan geri kalmamıştı, Metcalf’taki ortak tanışlara aralarından su sızmadığı izlenimini vererek, Guy’ın New York’a işleri ayarlamak için gittiğini, kendisini sonra yanına aldırtacağını söyleyerek falan. Ara sıra mektupla para istemişti, üç-beş kuruş belki, yine de sinir bozucu; çaresiz göndermişti çünkü Miriam için kocasını hedef alan bir dedikodu kampanyasına girişmek öylesine kolay, öylesine olağandı ki; Guy’ın annesi Metcalf’taydı üstelik.
Pas kahverengisi bir takım giymiş, uzun boylu, sarışın bir genç, Guy’ın karşısındaki boş koltuğa çöktü, dostça gülümseyerek köşeye kaydı. Guy, onun solgun, cılız yüzüne baktı: Alnının tam ortasında kocaman bir sivilce vardı. Yine pencereye döndü.
Genç adam, bir konuşma başlatmakla uyku çekmek arasında bocalıyor gibiydi. Dirseği, pencerenin kenarından habire kayıyordu, kısa kirpikleri her aralandığında kan çanağı gri gözleri Guy’a dikiliyor, yine yumuşacık gülümsüyordu. Çakırkeyifti galiba.
Guy kitabını açtı, yarım sayfa okuduktan sonra dikkati dağıldı. Tavandaki floresan lambalar yanınca, başını kaldırıp baktı; bakışları, bir koltuğun arkasından sarkan kemikli bir elin tuttuğu yakılmamış puroya, puronun söylenen sözleri pekiştirircesine havaya çizdiği halkalara kaydı, sonra da karşısındaki gencin kravatındaki ince, altın zincirde sallanıp duran künyeye. Künyede C.A.B. harfleri vardı, kravatı yeşil ipektendi, el boyaması iğrenç, turuncu palmiyelerle donatılmıştı. Kahverengilere bürünmüş gövde sere serpe uzanmıştı şimdi; savunmasız başı öylesine geriye kaykılmıştı ki alnındaki sivilce ya da çıban –her neyse– bir püskürtüyü andırıyordu. Nedenini kestiremese de Guy’a ilginç geliyordu bu yüz; ne genç görünüyordu ne yaşlı, ne zeki ne de sırılsıklam budala; daracık, fırlak alından ince çene kemiğine inerken bir çukurlaşmaya uğruyordu: Dümdüz ağız çizgisinde ama asıl, küçük, şişkin gözkapaklarının altındaki mor torbalarda belirginleşiyordu çöküntü. Teni, genç kız teni gibi pürüzsüz, neredeyse balmumu gibiydi, sanki tepedeki çıbanın püskürtüsünü beslemek uğruna bütün yabancı maddelerden arınmıştı.
Guy, birkaç dakikalığına kitabına döndü. Sözcükler artık anlamlı geliyor, iç sıkıntısını hafifletiyordu. Ama söz konusu Miriam’ken, Platon’un ne yararı dokunabilir sana, diye sordu bir iç ses. Aynı sesi New York’ta da duymuş, yine de kitabı yanına almıştı, lisedeki felsefe dersinden bir metin, belki de Miriam’ın zorunlu kıldığı bu yolculuğun yükünü hafifletecek bir kaçamak keyfi. Pencereden bakıp da camda yansısını görünce kıvrık yakasını düzeltti. Yakasını hep Anne düzeltirdi. Ansızın onun yokluğunun getirdiği çaresizliği duydu. Yan döndü, dönerken de uyuklayan gencin bacağına değdi; onun kirpiklerinin kırpıştığını, aralandığını izledi şaşkınlıkla. Kan çanağı gözler, şişkin gözkapaklarının altından nicedir kendisini gözetlemiş olabilirdi.
“Özür dilerim,” diye mırıldandı Guy.
“Sıkıntı yok,” dedi öbürü. Doğruldu, başını iki yana sertçe salladı. “Neredeyiz?”
“Teksas’a gelmek üzereyiz.”
Sarışın genç, iç cebinden altın kaplama bir matara çıkardı, kapağını açtı, dostça Guy’a uzattı.
“Sağ olun, istemem,” dedi Guy. Yan sıradaki koltukta oturan, St. Louis’den beri başını örgüsünden kaldırmayan kadın döndü, mataranın metalsi bir sesle boşalışını izledi.
“Yolculuk nereye?” Gülümseme, ıslak bir yanmaydı şimdi.
“Metcalf’a,” dedi Guy.
“Yaa. Güzel kasabadır Metcalf. İş için mi?” Kızarık gözlerini kırpıştırdı.
“Evet.”
“Ne iş yaparsınız?”
Guy, kitabından isteksizce ayırdı bakışlarını. “Mimarlık.”
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Dünya Edebiyatı Roman (Yabancı)
- Kitap AdıTrendeki Yabancılar
- Sayfa Sayısı270
- YazarPatricia Highsmith
- ISBN9789750537462
- Boyutlar, Kapak13x19,5 cm, Karton Kapak
- Yayıneviİletişim Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Ateşböceğinin Şarkısı ~ Kristin Hannah
Ateşböceğinin Şarkısı
Kristin Hannah
Ateşböceğinin unutulmaz hikâyesi devam ediyor… Uzun zaman önce, hayatımın en kötü gecesinde Ateşböceği Yolu denen kapkaranlık bir sokakta yapayalnız yürürken ruhuma dokunan biriyle karşılaştım....
- Allah Senden Razı Olsun Bay Rosewater ~ Kurt Vonnegut
Allah Senden Razı Olsun Bay Rosewater
Kurt Vonnegut
“Rosewater Vakfı. Size Nasıl Yardımcı Olabiliriz?” Eliot Rosewater’la tanışın: müthiş varlıklı Rosewater Vakfı’nın vârisi ve başkanı, gönüllü itfaiyeci, bilimkurgu hayranı. Kendisi milyon dolarları elinin...
- Tutulma ~ Stephenie Meyer
Tutulma
Stephenie Meyer
Seattle bir dizi gizemli cinayetle çalkalanırken ve hain bir vampir intikam peşinde koşarken, Bella yine kendisini tehlikenin tam ortasında bulur. Bütün bunların arasında, bir...