Bir apartman dairesinin duvarları arasında, bir zamanlar çevirmen olan taze anne, eski kimliğinden kopmanın ezici duygusuyla mücadele eder. Lohusalık günlerini dört duvar arasına sıkışmış halde, üstü başı süt lekeleriyle dolu, uykusuz, yeni yaşamına alışmaya çalışarak geçirir. Çocuğunu koruma içgüdüsüyle ona zarar verme düşünceleri arasında gidip gelerek korkunç bir çatışma yaşarken tek başına sırtlanmak zorunda kaldığı annelik görevlerinin acımasız talepleri arasında benliğini yitirir. Roman boyunca asla adlandırılmayan ana karakterin hasta komşusuyla olan kırılgan bağlantısı, mücadelesinde de kırılgan fakat zaruri bir can simidi haline gelir.
Szilvia Molnar’ın Süt Lekesi adlı romanı okuru, doğum sonrası depresyonun derinliklerinde ürkütücü bir keşfe davet ediyor. Molnar çekinmeden kaleme aldığı metinde, annelik umutsuzluğunun psikolojik uçurumuna dalarak bu içsel yolculuğu ustalıkla tasvir ediyor. Hikâye ilerledikçe Molnar, izolasyonun ve varoluşsal çözülmenin ürkütücü bir portresini çiziyor. Yazarın içten fakat karanlık anlatımı, annelik deneyiminin karmaşıklığına ışık tutarak okurları kendine bağlıyor ve okura insan zihnine yolculuk etme, anneliğin ve belki de insanlığın en doğal ve çıplak halini görme ve okudukları ışığında kendi çıkarımlarını yapma fırsatını sunuyor. Peki siz, bu benlik labirentine adım atmaya hazır mısınız?
“Molnar’ın kitabı oldukça korkusuz ve yer yer Sylvia Plath’in çekincesiz şiirlerini anımsatıyor. […] Bu eser, gaddar ama içten bir ihtiyatla anneleri ve kadınları kucaklıyor.”
Atlantic
*
Ağustos güneşi üçüncü kattaki küçük dairemize zorla giriyor. Kollarımda tuttuğum bebek tam bir sülük, gelin ona Düğme diyelim. Düğme ağlıyor. Dünyaya henüz geldi. Girişini şiddetle ve doğrudan yaptı. İki odalı dairemizdeki kozamızda baş başa yaşıyoruz, ta ki yalnızlığımız bozulana dek çünkü kapı çalıyor. Bu yabancı ses, Düğme’nin daha çok ağlamasına neden olup beni de ne yapacağımı bilmez hale sürüklüyor. Düğme ne kadardır dışımdaysa ben de o kadardır anneyim. Henüz bu unvanı onu kucaklamak durumunda kaldığım kadar kucaklamış değilim.
Burada hava hareketsiz, ışık doğrudan vuruyor ve sesler duvarlardan yankılanıyor. Terliyorum.
Düğme’yi oturma odasındaki koltuğun yanında duran minderli kutuya yerleştiriyorum. Hayal kırıklığına uğradığını gösteren kocaman, düşmanca sesler çıkarıyor. Karar değiştiriyorum. Onu alıyor ve bedenini mememe doğru götürürken sabahlığımı bir kenara itiyorum. Bu hareketi bir türlü beceremiyorum, bedeninin ağırlığı zihnimin taşımayı beklediğinden farklı. Vücudum biraz daha ısınıyor. Üstümüzdeki ve etrafımızdaki kokular dikkatleri üzerlerine çekiyor. Şu anki halim karşısında rahatsızlık duyup utanıyorum. Uzun ve yalnız bir gün oldu.
Bir kolumla elim bebeğin vücudunu kontrol ediyor, diğeri mememi çıkarmak için emzirme sütyenini çözüyor. Meme ucum, ikindi güneşinde koyu kahverengi renkte ışıyor ve bu altın saatlerin yaşadığımız şehirde yürüyüş yapmak için en sevdiğim saatler olduğu hatırıma düşüyor.
Düğme gelmeden önce her yere yürürdüm, evden çıkmak basit işti. Kütüphaneden veya çoğu işimin gerçekleştiği çalışma masamdan uzaklaşıp nefes almak istediğimde genelde kalabalık sokaklara çıkar ve şehrin ritminin, içimden o an çevirdiğim metinde işe yarayabilecek bir iki kelime, ifade, fikir veya his çıkarabileceğini umardım.
Çevirmenlik yaparak geçirdiğim aşağı yukarı on yıla rağmen işim hâlâ büyük ölçüde mücadeleden ibaretti. Mesele işin kendisi değildi zira “doğru”ya (meslektaşlarım arasında hâlâ dile getirilen hatalı bir kavram) ulaşmaya çalışmakta bir keyif söz konusuydu. Bukalemun gibi biçimden biçime girerek ilerlemekten zevk alıyordum fakat daha fazla para, imtiyaz veya Tanrı korusun telif ücreti için durmak bilmeksizin savaşmak yorucuydu. Bunları umursayacak bir çevirmen değildim ama herkes gibi benim de paraya ihtiyacım vardı. Sektörün dış çeperinde kalmak da dert değildi, tuhaf rekabetler beni eğlendirmekle kalıyordu. Bugüne dek beni güvenilir bulan bir avuç editör ve çalışma biçimimden hoşlanan birkaç yazar tanımıştım. Son çevirilerim basında övgüler bile toplamıştı. Bu da ismimin zaman zaman kitap kapaklarında yer aldığı anlamına geliyordu. Bazen kısa biyografilerinin bulunduğu kuşe kâğıda basılmış dergilerde kalın yün kazaklar giyip sarp İskandinavya arazisine bakıp derin düşünceler içinde poz vermiş yazarlara rastlardım. Her sıradan insan gibi ben de o havalı ortamda fotoğrafımın çekilmesini istediğimi inkâr edemeyecek kadar kibirliyim, gelgelelim en nihayetinde rekabetçi biri değilim. Görünürlülüğü de arzulamıyorum.
O vakitler henüz yetim kalmamıştım fakat öyle uzun zamandır ailemden uzaklaşıyordum ki bir noktada geçmişimin aksi yönüne yürür oldum, belki tek amacım şimdiki zamanda halimden memnun olmaktı. Yalın sözlerle ifade edecek olursam bu, İsveç edebiyatı çevirmeni olarak Amerika’da kendime mütevazı bir hayat kurmam anlamına geliyordu.
Güneş batarken bu düşünceleri arkamda bırakmalıyım; Düğme’yle buradayım ve benliğim bundan ibaret. Yaptığım şey bu: burada olmak.
Başının arkasına koyduğum elimle yüzünü meme ucuma yaklaştırıyorum ve dişsiz ağzı açılıveriyor. Bir balığınki kadar yumuşak dudaklarla tutunuyor. Isırığının başta verdiği rahatsızlıkla kıvranıyorum. Çoğu zaman ne yaptığımdan bihaberim. Düğme, mememin öyle yakınına itiliyor ki nefes almakta zorlanıyor olabilir. Hüsran kundaktaki küçük bedenine uğruyor ve o çığlığı basıyor ama ciyaklamaları kapının ikinci kez çalınışını bastıracak kadar yüksek değil. Düğme beni geriyor. Kendi kollarımla kavga ediyorum. Kapı yeniden vuruluyor, bu kez daha sertçe. Ben de yine ne yapacağımı bilemiyorum. Bir başka halde ve bir başka durumda günümün bu şekilde sekteye uğratılmasını görmezden gelir ve hayatıma devam ederdim ve eğer birini bekliyorsam da hazırlıklı olurdum. Belki de yatmaya hazırlanıyormuş gibi yapabilirim, sabahlığımı makul bir şekle sokar ve saçımı yeniden toplarım. Belki bu dağınık görünümüm için Düğme’yi suçlayabilirim. Belki dış dünyayla bir daha asla muhatap olmamaya karar verebilirim ve belki kapının dışındaki her kimse beni bu dertten kurtarabilir. Belki bu savaş esnasında karar benim için çoktan verilmiştir.
İkimizi kapıya doğru çeviriyorum, Düğme nihayet nefes alış verişleri arasında ritmik bir tempoda emmeye başlıyor. Onun tekrarlı hareketleri bana su altında kurbağalama yüzmeyi hatırlatıyor. O, sütün getirdiği rahatlıkla ağır ağır doyarken bedeni sakinleşiyor ve tatmin duygusuna teslim oluyor. Derin bir nefes alıyorum.
Kapı deliğinden bakınca karşımdakinin üst kattaki komşu olarak bildiğim Peter olduğunu görüyorum. Balık gözü mercekte Peter’ın büyük ölçüde kel kafası bir balon gibi kocaman görünüyor; uzun, ince bedenine sıkıca bağlanmış ve yüzündeki bir çift kem göz de kıpır kıpır gezinip tepki bekliyor. Bu saatte ne isteyeceğini bilemeyerek duraksıyorum. Hem eşim John da gelmek üzeredir.
Kapının iki tarafında da hava kıpırtısız duruyor. Kapıyı açıyorum, açarken de bunu ben mi istedim diye merak ediyorum.
Sabahın erken saatlerinde onu mememe bırakışlarının ardından otoyola saçıldığını gördüğünüz şeyler gibi ben de bir zamanlar değeri olan bir nesneydim. Kutu kola, çorap, yarısı tüttürülmüş sigara, bir parça sakız, kafası kopmuş oyuncak veya kullanılmış iç çamaşırıydım. Kapağı olmayan yapayalnız şişeydim ben. Üstümden geçilmiş ve trafiğin, rüzgârın ve diğer saldırı biçimlerinin etkisiyle kenara itilmiştim. Aynı zamanda azalmakta olan narkozun etkisiyse bana bütün bunları tekrar yapabileceğimi söylüyordu. Bedenim beni kandırıp doğum yapmanın beni yenilmez kıldığını düşünmeye itiyordu.
Düğme’nin dünyaya gelmesinin ardından yaşanan telaşlı anlarda oda, içeri girip çıkan, beni kontrol eden, bebeği kontrol eden, ekranlara sıralanmış bilgileri, yer yer baş gösteren çizgi ve sayıları kontrol eden hemşire ve doktorlarla vızır vızırdı. Tuşlara basıldı. Yatak örtüleri, yastıklar ve kırışık kâğıt örtüler düzeltildi veya atılıp yenileriyle değiştirildi. İçimden sıvılar aktı, damarlarıma sıvılar akıtıldı ve idrar yolum delinip sonda takıldı.
Gün tekerlek üstündeymiş gibi tıkır tıkır ilerliyordu, biz de tekerlekler üstündeydik. Çok geçmeden bir baktım, tekerlekli sandalyeyle oradan oraya götürülüyoruz. Bu, hayatın meydana getirilişine dair pek çok örnekten bir tanesi ve benim için bu meydana getiriliş vahşiceydi.
Gelgelelim doğumda vahşilikten kaçınmanın mümkün olduğundan emin değilim. Vah, vahşi, vahşo… Bu deneyimi tarif etmek istediğimde insan yapımı bir “canavar” diyerek tam olarak istediğim şeyi söylemiş olmuyorum ne var ki aklıma ilk olarak bu geliyor.
Kelimeler ve ifadeler gözlerimin önünde titreşiyordu. John kibarca bir oraya bir buraya sıçrıyor, bana ulaşmaya çalışanların devamlı yoluna çıkıyor ve diğerlerinin yanında varlığını nasıl idare edeceğini bilemiyordu. Düğme hafta sonu doğduğu için rahatladığını söylemişti, böylece işten izin alması gerekmemişti. O sırada benimse günlerden haberim yoktu, tek istediğim nereye götürüldüğümüzü bilmekti. Birbirine eş, uzun koridorlar boyunca götürülürken âna teslim oluyorum, diye düşünüp durdum. Seçme şansım yoktu ki.
Akşam vakti, hastane çalışanlarının veya arkadaşlarımız ve John’un ailesinin akını kesildiğinde ve oda, sanki unutulmuşum gibi durgunlaştığında hissettiğim tek şey daha önceden açılmış olan memelerimin Düğme’nin ilk emişlerinden sonra kapıldığı ağrıydı. Arka planda bebek ağlayışlarının belli belirsiz yankıları ve hemşirelerin, gece vardiyasının yakında başlayacağını gösteren sohbetleri duyuluyordu. Bedenimin alt tarafı ilaçlardan dolayı hissizleşmişti. Kasıklarım bacaklarımın arasında eriyen buz torbasından dolayı beceriksizce ıslanmışken hazır da göğsümün üstündeyken onun başını büküvermek istedim.
Düğme yalnızca birkaç saattir benimleydi ve bu sürenin büyük bir kısmında sessiz kalmıştı, o anda açlık kadar dolaysız bir güdüye kapıldım.
Gel, seni ıslak bir havlu gibi büküp sıkalım.
Karanlık hastane odası, bu isteğimi alıp gerisin geri derhal bana fırlattı.
Kışın hepimizi içeride tutuşundan önce insanların dışarı çıkmaya heves etmeyi sürdürdüğü kibar bir sonbahar günü. Mahallemizdeki Doğu Avrupalı garsonların varlığımıza kayıtsız kaldıkları fakat yemeğin ucuz ve keyifli olduğu İtalyan restoranında John’la buluşmak için yürüyorum. Kocamla baş başa vakit geçirmeyi özleyeceğimi düşünmeden edemiyorum. Çocuk yapmaya çalışıyoruz ve bu çabamız bana birlikteliğimizin o ilk aylarını anımsatıyor. O zamanlar sık sık devamlı bir giyinmek için soyunma ve sonra yeniden soyunma döngüsündeydik; ağızlarımızdan, sırtlarımızdan ve karınlarımızdan sıvıları silmek için sürekli birbirimize yardımcı oluyor, kutudan mendil çıkarırken kıkırdıyor, her zamankinden çok daha genç hissediyor ve zamanı unutuveriyorduk. Şimdi daha yeni evliyiz ve ben herhangi bir sıvının içimden dökülmesine izin vermemek için hiç kıpırdamadan yatıyorum. Doğum öncesi vitaminlerim düzenli olarak alınıyor ve yumurtalıklarım geleceğe iyimser bakıyor.
Bu arada haftalık basit rutinimiz de devam ediyor. O dönemde sen hâlâ bir düşünceden ibaretsin ve ben, geldiğinde nasıl zoruma gideceğine kafa yoruyorum. Huzuru bozacaksın. Özgürlüğüme engel olacaksın. Günün birinde benden bir özür beklemen de mümkün oysa ben yalnızca dürüst davranıyorum. Senden ne kadar korkuyorsam seni o kadar da istiyorum.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıSüt Lekesi
- Sayfa Sayısı176
- YazarSzilvia Molnar
- ISBN9786257425520
- Boyutlar, Kapak13.5 x 21.5 cm, Karton Kapak
- YayıneviDüşbaz / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Yaşlı Adamın Savaşı ~ John Scalzi
Yaşlı Adamın Savaşı
John Scalzi
John Perry önce karısının mezarını ziyaret etti. Sonra da askere yazıldı. İyi haber, insanların nihayet yıldızlara ulaşmış olmaları. Kötü haberse uzayda yaşamaya uygun gezegenlerin...
- Sevgilimden Son Mektup ~ Jojo Moyes
Sevgilimden Son Mektup
Jojo Moyes
En azından şunu bil ki bu dünyada seni seven bir adam var. Seni her zaman seven ve bu ona zarar verse de hep sevecek...
- İnsan Dengesi ~ Margit Schreiner
İnsan Dengesi
Margit Schreiner
“İnsan Dengesi” Arkadaşlarıyla birlikte, medeniyetten uzak ıssız bir adada tatil yapmayı planlayan orta yaşı çoktan geride bırakmış bir çift, yola çıkmadan hemen önce Sarah’nın...