“Ulu, meşhur adamlar gibi o… O eski günlerde hikâyelerini anlattıkları [kahramanlar] gibi… Onlar aşk için yaşamazlar… aşkla yaşarlar. Söylüyorum sana, gördüm, onların kanından o. Tanıdığı bütün o adamlar peşinden ateşe atarlar kendilerini. Artık onun peşinden gitmeyecekleri bir gün gelecek olursa eğer… İçin için ölmeye başlayacak.”
Cennet Ateşi, Makedonyalı Philippos’un oğlunun, yani Büyük İskender’in çocukluğundan başlayarak babasının ölümünden sonra kral olduğu güne kadarki hikâyesini anlatıyor. Annesi Olympias’ın odasından hocası Aristoteles’in ders verdiği odalara ve savaş meydanlarına varıncaya kadar İskender’in yaşadıklarını aktarıyor. Annesinin sevgisi, babasının şiddeti, arkadaşı Hephaiston’un duygudaşlığıyla büyüyen, on iki yaşındayken ilk defa bir insanı öldüren, on sekizindeyken Makedon atlılarının komutanı olan bir antik kahramanın, tarihin Büyük İskender’inin oluşumunu her yönüyle gözler önüne seriyor. Otuz üç yaşında öldüğünde, krallığını Batı Trakya’dan Mısır ve Hint diyarlarına kadar yayılmış bir imparatorluğa dönüştürmüş, Batı uygarlığının örnek önderi olmuş bir çocuğun hayat hikâyesi.
Büyük İskender Üçlemesi, ünlü tarihi roman yazarı Mary Renault’nun, çarpıcı yeteneğiyle antik dünyanın gerçek kahramanlarını canlandırdığı, kanları ve terleriyle, tüm tutkuları ve vahşetleriyle, gizli yönleri ve dünyevi hırslarıyla kurguladığı başyapıtı.
“İskender, nihayetinde, her fırsatta olabildiğince çok insan öldürmeye hevesli tehlikeli bir psikopat… Bu sadece bir roman değil, aynı zamanda tarihi parçalamış bir adam hakkında kurulabilecek en iyi hayal.” –The Guardian
“Büyük İskender Üçlemesi yirminci yüzyılın en beklenmedik ölçüde özgün sanat işlerinden biri.” –Gore Vidal
*
Perdikkas ona, ilahi itibarın kendisine ne vakit verilmesini
dilediğini sorduğunda bunun, onlar kendilerini mutlu hissettiklerinde yapılmasını istediğini söyledi. Kralın son sözleri bunlar oldu.
Quintus Curtius
1
Çocuk, yılanın beline çöreklenmesiyle uyandı. Bir an korktu; yılan yüzünden tıknefes olmuş, kötü bir rüya görmüştü. Ama uyanır uyanmaz neyin ne olduğunu anladı ve iki elini birden kıvrımların içine soktu. Hayvan yer değiştirdi, sırtındaki boğumlar kümelenip gerildi, sonra inceldi. Başı, çocuğun omuzlarından boynuna doğru yukarı kaydı; çocuk, kulağının dibinde hayvanın ufak ufak hareket eden dilini hissetti.
Çocuk odasının, üstünde çember yuvarlayan ve horoz dövüşü izleyen erkek çocuklarının resmedildiği eski usul kandili, sehpada usul usul yanıyordu. Çocuğun, içinde uykuya daldığı alacakaranlık geçip gitmişti; uzun pencereden sadece soğuk, keskin bir ay ışığı yansıyor, sarı mermer zemini mavi yansımalarla donatıyordu. Yılanı görmek için battaniyesini itti, onun doğru yılan olduğundan emin oldu. Annesi ona, desenli olanlara, sırtları örgülü kenar işlemesini andıranlara hiç bulaşmaması gerektiğini söylemişti. Ama her şey yolundaydı, gri karınlı açık kahverengi bir yılandı bu, cilalanmış mine gibi pürüzsüzdü.
Neredeyse bir sene önce dördüne bastığında ona yaklaşık bir buçuk metre uzunluğunda bir erkek çocuğu yatağı verilmişti ama çocuğun düşme ihtimaline karşı, yatağın ayakları kısa yapılmıştı, bu yüzden yılanın fazla tırmanması gerekmemişti. Odadaki diğer herkes mışıl mışıl uyuyordu: kız kardeşi Kleopatra, Spartalı dadının yanında, beşiğinde; kendi dadısı Hellanike ise daha yakında, armut ağacından yontulmuş, daha iyi bir yatakta. Gecenin körü olmalıydı ama Salon’da hep birlikte şarkılar söyleyen adamların sesini hâlâ duyabiliyordu. Duyduğu ses yüksek ve ahenksizdi, şarkı sözlerinin sonları adamların ağızlarının içinde yuvarlanıyordu. Sebebini daha şimdiden biliyordu.
Yılan bir sırdı, gecenin içinde yalnızca kendisine ait bir sır. O kadar yakınındaki Lanike bile onların sessiz selamlaşmalarının farkına varmamıştı. Her şeyden habersiz, horluyordu. Bir keresinde kadının çıkardığı sesi, bir duvar ustasının testeresine benzettiği için şamarı yemişti. Lanike alelade bir dadı değil, yaptıklarını çocuğun babasının oğlundan başkası için yapmayacağını çocuğa günde iki defa hatırlatan asilzade bir hanımefendiydi.
Horlamalar ve uzaktan duyulan şarkılar hep yalnızlığın sesleriydi. Kendisinden ve yılandan, bir de kapının önünden geçerken zırhının tokalarının şıngırtısı duyulan nöbetçi askerden başka kimse uyanık değildi.
Çocuk yan dönüp yılanı okşadı; hayvanın cilalanmış gibi parlayan bedeninin kuvvetini, parmaklarının arasından çıplak teninde kayıp gidişini hissetti. Yılan sanki dinlemek ister gibi, düz başını çocuğun tam kalbinin üstüne yerleştirmişti. Çocuk başta bir soğukluk hissetmiş, bu da ayılmasına yardımcı olmuştu. Şimdiyse yılan çocuğun sıcaklığını çalıyor, uyuştukça uyuşuyordu. Yılan uyuyacaktı, sabaha kadar olduğu yerde kalabilirdi. Lanike, yılanı bulduğunda ne diyecekti acaba? Çocuk, yılan sarsılıp gitmesin diye kahkahasını bastırdı. Hayvanın, annesinin odasından bu kadar uzaklaştığına daha önce hiç şahit olmamıştı.
Annesi, yılanı aramaları için kadınlarını göndermiş mi diye kulak kabarttı. Yılanın adı Glaukos’tu. Ama çocuğun tek duyabildiği, Salon’da birbirlerine bağıran iki adam ve ardından, sesi hepsinden gür, haykırdı mı adamların ikisinin birden sesini bastıran babası oldu.
Yüzüne siper ettiği elini delip geçen kıpkırmızı kandil ışıdaki diğer herkes mışıl mışıl uyuyordu: kız kardeşi Kleopatra, Spartalı dadının yanında, beşiğinde; kendi dadısı Hellanike ise daha yakında, armut ağacından yontulmuş, daha iyi bir yatakta. Gecenin körü olmalıydı ama Salon’da hep birlikte şarkılar söyleyen adamların sesini hâlâ duyabiliyordu. Duyduğu ses yüksek ve ahenksizdi, şarkı sözlerinin sonları adamların ağızlarının içinde yuvarlanıyordu. Sebebini daha şimdiden biliyordu.
Yılan bir sırdı, gecenin içinde yalnızca kendisine ait bir sır. O kadar yakınındaki Lanike bile onların sessiz selamlaşmalarının farkına varmamıştı. Her şeyden habersiz, horluyordu. Bir keresinde kadının çıkardığı sesi, bir duvar ustasının testeresine benzettiği için şamarı yemişti. Lanike alelade bir dadı değil, yaptıklarını çocuğun babasının oğlundan başkası için yapmayacağını çocuğa günde iki defa hatırlatan asilzade bir hanımefendiydi.
Horlamalar ve uzaktan duyulan şarkılar hep yalnızlığın sesleriydi. Kendisinden ve yılandan, bir de kapının önünden geçerken zırhının tokalarının şıngırtısı duyulan nöbetçi askerden başka kimse uyanık değildi.
Çocuk yan dönüp yılanı okşadı; hayvanın cilalanmış gibi parlayan bedeninin kuvvetini, parmaklarının arasından çıplak teninde kayıp gidişini hissetti. Yılan sanki dinlemek ister gibi, düz başını çocuğun tam kalbinin üstüne yerleştirmişti. Çocuk başta bir soğukluk hissetmiş, bu da ayılmasına yardımcı olmuştu. Şimdiyse yılan çocuğun sıcaklığını çalıyor, uyuştukça uyuşuyordu. Yılan uyuyacaktı, sabaha kadar olduğu yerde kalabilirdi. Lanike, yılanı bulduğunda ne diyecekti acaba? Çocuk, yılan sarsılıp gitmesin diye kahkahasını bastırdı. Hayvanın, annesinin odasından bu kadar uzaklaştığına daha önce hiç şahit olmamıştı.
Annesi, yılanı aramaları için kadınlarını göndermiş mi diye kulak kabarttı. Yılanın adı Glaukos’tu. Ama çocuğun tek duyabildiği, Salon’da birbirlerine bağıran iki adam ve ardından, sesi hepsinden gür, haykırdı mı adamların ikisinin birden sesini bastıran babası oldu.
Yüzüne siper ettiği elini delip geçen kıpkırmızı kandil ışığında, banyodan sonra sarı bordürlü beyaz pamuk bornozunu giyinmiş, saçları bornozun üstüne dökülmüş hâlde, usulca “Glaukos-s!” diye seslenirken veya ufak kemik flütüyle yılan müziği çalarken hayal etti annesini. Kadınlar her yere, taraklarını ve boyalarını koydukları sehpaların arasına, Çin tarçını kokan bronz tokalı giysi sandıklarının içine bakacaklardı – kayıp bir küpeyi böyle aradıklarını görmüştü çocuk. Kadınlar ürkecek ve sakarlık edecekler, annesi sinirlenecekti. Salon’dan gelen sesi bir kez daha duyunca babasının Glaukos’tan hoşlanmadığını hatırladı ve hayvanın kaybolduğuna memnun olacağını düşündü.
İşte o zaman yılanı annesine bizzat kendisi geri götürmeye karar verdi.
Bunun halledilmesi gerekiyordu. Çocuk sarı zemine vuran mavi ay ışığında dikilmiş, gövdesine dolanan yılanı kollarıyla destekliyordu. Giyinerek hayvanı rahatsız etmemesi gerekirdi ama taburenin üstündeki pelerinini aldı ve hayvan üşümesin diye hem kendisini hem yılanı sarmaladı.
Düşünmek için duraksadı. İki askeri geçmesi gerekiyordu. İkisi de dost askerler olsalar bile bu saatte onu mutlaka durdururlardı. Dışarıdaki askeri dinledi. Geçit bir yerde kıvrılıyordu, hemen köşeyi dönünce de kasa dairesi vardı. Nöbetçi asker iki kapıyı da gözetliyordu.
Ayak sesleri uzaklaşmaya başlamıştı. Kapının mandalını indirdi ve nasıl bir yol izleyeceğini tasarlamak için başını dışarı uzattı. Duvar çıkıntısında, yeşil mermerden bir kaidede bronz bir Apollon heykeli yükseliyordu. Çocuk, heykelin arkasına sıkışacak kadar küçüktü hâlâ. Nöbetçi asker öteki tarafa yöneldiğinde çocuk koştu. Gerisi kolaydı, ta ki kraliyet yatak odasına çıkan merdivenin olduğu küçük avluya gelene dek.
Basamaklar ağaç ve kuş bezeli duvarların arasından yukarıya çıkıyorlardı. En üstte ufak bir sahanlık ve bir aslanın ağzından sarkan büyük halkalı, cilalı bir kapı vardı. Mermer basamaklar henüz pek aşınmamışlardı. Kral Arkhelaos döneminden önce, Pella’daki lagünde küçük bir liman kasabasından başka bir şey yoktu. Şimdiyse tapınakları ve kocaman evleriyle bir şehir olmuştu Pella; Arkhelaos hafif eğimli bir arazide meşhur sarayını, tüm Yunanistan’ı1 büyüleyen o sarayı inşa ettirmişti. En ufak bir değişiklik yapılamayacak kadar nam salmıştı; her şey elli yıllık modaya göre muhteşemdi. Zeuksis2, duvarları boyamaya yıllarını vermişti.
Merdivenlerin dibinde ikinci nöbetçi, bir kraliyet muhafızı duruyordu. Bu gece Agis nöbetçiydi. Mızrağına dayanmış, rahatça dikiliyordu. Geçidin karanlık tarafından kaçamak bakışlar atan çocuk, geri çekilip izlemeye ve beklemeye başladı.
Kraliyet topraklarının sahiplerinden bir lordun oğlu olan Agis, yirmilerindeydi. Krala göz kulak olmak için tören zırhını kuşanmıştı. Miğferinin kırmızı beyaz at kılından bir sorgucu vardı ve yanaklarının mafsallı kanatlarına aslanlar işlenmişti. Kalkanına, yürüyüş pozisyonundaki bir erkek domuz zarafetle resmedilmişti. Kalkanı omzuna asmıştı Agis, kral sağ salim uyuyana kadar indirmeyecek, sonra da yanından ayırmayacaktı. Sağ elinde iki metrelik bir mızrak vardı.
Çocuk, Agise gözünü ilgiyle dikmiş bakıyor ve yılanın, pelerininin içinde usulca kıpırdadığını, kıvrıldığını hissediyordu. Bu genç adamı iyi tanırdı; naralar atarak Agis’in üstüne atlamak, kalkanını havaya kaldırmasını ve mızrağını kendisine doğrultmasını sağlamak, elini uzatsa uzun sorguca değecek kadar omzuna çıkmak isterdi. Ama Agis görev başındaydı. Muhtemelen kapıyı tıklatıp Glaukos’u bir hizmetçiye verecek ve kendisine de Lanike ve yatağının yolu görünecekti. Daha önce de -hiç bu kadar geç saatte olmasa daodaya girmeye çalışmış, her seferinde kraldan başka kimsenin odaya giremeyeceği yanıtını almıştı.
Geçidin zemini, siyah beyaz damalı çakıl taşından yapılmış mozaikti. Çocuğun ayakları dikilmekten acıyordu, gecenin serinliği de bastırmıştı. Agis merdivenleri, yalnızca merdivenleri gözetlemek için konuşlandırılmıştı. Öteki nöbetçinin durumu farklıydı.
Çocuk bir anlığına, sindiği yerden çıkmayı, Agis’le konuşmayı ve geri dönmeyi düşündü. Ama göğsünde sürünen yılan ona, annesini görmek için yola çıktığını hatırlattı. Bu yüzden de tam olarak bunu yapacaktı.
Zihnini yapmak istediği şeyle meşgul etmeyi sürdürdüğünde insanın karşısına mutlaka bir fırsat çıkıyordu. Hem Glaukos da efsunluydu. Çocuk, yılanın incecik boynunu okşayıp içinden, “Agathodaimon, Sabazeus-Zagreus, yollayın onu buradan, gelin, gelin,” dedi. Annesinin ağzından duyduğu bir büyüyü de sözlerine ekledi. Büyünün ne işe yaradığını bilmese de denemeye değerdi.
Agis merdivenlerden öteki yana, karşı taraftaki geçide yöneldi. Biraz ötede, oturan bir aslan heykeli vardı. Agis kalkanını ve mızrağını heykele dayayıp arkasına geçti. Buraların ölçütüne göre tamamen ayık olsa da görev başına geçmeden önce o kadar çok içmişti ki, bir sonraki nöbete kadar dayanamayacaktı. Muhafızların hepsi ihtiyaçlarını aslanın arkasında giderirlerdi. Köleler sabah olmadan orayı silip temizlerlerdi.
Agis yürümeye başladığı an, daha silahlarını bırakmadan önce, çocuk bunun ne anlama geldiğini anladı ve koşmaya başladı. Buz gibi, pürüzsüz merdivenleri hiç ses çıkarmadan, koşar adım çıktı. Yaşıtı çocuklarla birlikteyken onların o kadar kolay geçilmeleri veya yakalanmaları kendisini hep şaşkına çevirirdi. Bilerek çaba harcamıyorlardı herhâlde.
Aslanın arkasındaki Agis, görevini unutmamıştı. Bekçi köpeklerinden biri havlayınca başını hemen kaldırdı. Ama ses diğer taraftan gelmişti. Havlama duyulmaz olunca Agis üstünü başını düzeltti ve silahlarını aldı. Merdivende kimse yoktu.
Ağır kapıyı sessizce, güçbela kapatan çocuk, mandalı tutturmak için uzandı. Mandal iyice cilalanmış ve yağlanmıştı, hiç ses çıkarmadan yuvasına oturttu onu çocuk. Bunu hallettikten sonra başını odanın içine çevirdi.
Parlak bronzdan uzun bir ayağın üstünde, etrafına altın yaldızlı asmalar dolanmış, altın yaldızlı geyik ayakları üstünde yükselen tek bir kandil yanıyordu. Oda sıcaktı, her tarafından gizli saklı bir canlılık yayılıyordu. Uçları işlemeli, mavi yünden ağır perdeler ve duvarlara resmedilmiş insanlar, hepsi bu canlılıkla oradan oraya hareket ediyorlardı, kandilin alevi de nefes alıp veriyordu âdeta. Askerlerin, ağır kapının bastırdığı sesleri burada ancak bir mırıltı gibi duyuluyordu.
Banyo yağı, tütsü ve misk kokuları, bronz şömine sepetinden gelen reçineleşmiş çam külü kokusu, annesinin boyalarının, yağlarının ve Atina’dan getirilen küçük şişenin kokusu, büyü için yaktığı buruk bir şeyin kokusu, vücudunun ve saçının kokusu çocuğun etrafını sardı. Fildişi ve kaplumbağa kabuğu kakmalı, ayakları aslan pençesi işlemeli yatakta uyuyordu annesi. Saçı keten yastığa dağılmıştı. Çocuk, daha önce annesinin bu kadar derin uyuduğunu hiç görmemişti.
Bu kadar deliksiz uyuduğuna göre, Glaukos’un yokluğunu fark etmemişti sanki. Çocuk dokunulmamış gizli mallarının keyfini çıkarmak için duraksadı. Annesinin, zeytin ağacından yapılmış tuvalet masasının üstündeki kaplar ve şişeler temizlenmiş, ağızları kapatılmıştı. Altın varaklı bir nympha3, annesinin ay gibi parlayan gümüş aynasını tutuyordu. Safran rengi gecelik katlanıp bir taburenin üstüne koyulmuştu. Annesinin kadınlarının uyuduğu arka odadan belli belirsiz bir horlama sesi geliyordu. Çocuğun gözleri şöminenin yanındaki, altında yasaklı şeylerin bulunduğu, yerinden oynamış taşa kaydı. Çocuk kendi kendine büyü yapmayı denemek isterdi sık sık. Ama Glaukos kayıp gidebilirdi. Annesine yılanı hemen vermeliydi.
Usulca yanaştı; annesinin uykusunun görünmez muhafızı, efendisiydi. Uçları kan kırmızısı, altın püsküllü, sansar derisinden örtü yavaşça havaya kalktı ve annesinin üstüne düştü. Kaşları, altındaki is grisi gözleri gösteren, pürüzsüz gözkapaklarının üstünde çatılmıştı. Kirpikleri koyu, su katılmış şarap rengi ağzı sımsıkı kapalıydı. Burnu beyaz ve düzdü ve nefes alıp verdikçe belli belirsiz tıslıyordu. Yirmi bir yaşındaydı.
Örtü, kısa süre öncesine kadar Kleopatra’nın başını sık sık koyduğu göğsünden biraz aşağı kaymıştı. Kleopatra artık Spartali dadının yanına gitmiş, çocuk da krallığına tekrar kavuşmuştu.
Kandil alevinin oradan oraya hareket eden çizgilerinde parlayan koyu kızıl, kalın telli bir tutam saç çocuğun önüne doğru düşmüştü. Kendi saçının bir kısmını öne çekip annesininkine bağladı; kabaca dövülmüş altın gibiydi saçları, parlak ve ağırdı; Lanike, şölen günlerinde saçı bukle tutmadığı için söylenir dururdu. Annesinin saçının yay gibi dalgaları vardı. Spartalı kadın, Kleopatra’nın saçının da öyle olacağını söylemişti ama kızın saçı şimdilik tüy gibiydi. Annesine kendisinin benzediğinden daha fazla benzerse ondan nefret edecekti çocuk. Ama belki de ölürdü, zaten çoğunlukla ölürdü bebekler.
Saçı gölgelerin içinde koyu ve farklı görünüyordu. Çocuk, başını çevirip iç duvardaki devasa resme baktı: Zeuksis’in, Arkhelaos için yaptığı Troya’nın yağmalanması betimlemesi. Figürler gerçeğe uygun boyutlarda resmedilmişlerdi. Tahta at arkada heyula gibi yükseliyordu; ön tarafta Yunanlar, Troyalılara kılıçlarını saplıyor, mızraklarla üzerlerine atılıyor veya çığlıklar atan kadınları omuzlamış gidiyorlardı. Ön planda ise ihtiyar Priam ve çocuk Astyanaks, Troyalıların kanları içinde yatıyorlardı. Renkler işte böyleydi. Memnun olan çocuk başını çevirdi. Bu odada doğmuştu, resimde onun için yeni hiçbir şey yoktu.
Pelerininin altında Glaukos beline dolanmış kıpırdanıyordu, yuvasına dönmekten memnun olduğuna şüphe yoktu. Çocuk bir kez daha annesinin yüzüne baktı, sonra üstündeki yegâne giysiyi omuzlarından düşürdü, örtünün ucunu yavaşça kaldırdı ve hâlâ kendisine dolanmış hâldeki yılanla birlikte annesinin yanına süzülüverdi.
Annesinin kolları çocuğu sardı. Usulca mırıldanıp burnunu ve ağzını çocuğun saçlarına bastırdı, daha derin nefes alıp verir oldu. Çocuk, annesinin çenesinin altına başını indirdi, kadının yumuşacık göğüsleri çocuğu sarıp sarmaladı, çocuk çıplak teninin annesininkine baştan aşağı tutunduğunu hissedebiliyordu. Aralarında sıkışan yılan da güçbela kıvrılıp yana kaydı.
Çocuk, annesinin uyandığını hissetti; başını kaldırdığında, annesinin, içlerinde duman rengi halkalar olan gri gözleri açılmıştı. Annesi onu öptü, okşadı ve “Seni kim içeri aldı?” diye sordu.
Annesi henüz yarı uyurken ve çocuk mutlulukla ona sarılmış yatarken bu soruya hazırlanmıştı. Agis etrafa doğru düzgün göz kulak olmamıştı. Askerler bu yüzden cezalandırılırlardı. Bir muhafızın talim meydanında diğer muhafızlarca öldürüldüğünü penceresinden görmesinin üstünden yarım sene geçmişti. Aradan o kadar zaman geçtikten sonra muhafızın ne suç işlediğini unutmuştu -öğrenmiş miydi ki, ama bağlı olduğu direk uzaklarda olduğu için ufacık görünen bedeni, omuzları hizasında havada asılı tuttukları mızrakları ile dikilen askerleri, arkasından tek bir çığlığın geldiği tiz ve net komutu ve sonra, askerlerin hepsi adamın bedenine saplanan mızrakları çekip çıkarmak için bir araya toplandıklarında güçsüzce yana düşen başı ve kan gölünü hatırlıyordu.
“Adama, beni istediğini söyledim.” İsim söylemeye gerek yoktu. Konuşmaktan hoşlanan bir çocuğa göre dilini tutmayı erken öğrenmişti.
Annesinin, çocuğun başına yasladığı yanağı bir gülümsemeyle hareket etti. Annesi, babasıyla ne zaman konuşsa onun bir şeyler hakkında yalan söylediğinin farkına varırdı. Bunun, annesinin bir becerisi olduğunu düşünüyordu, tıpkı kemik flütle çaldığı yılan müziği gibi.
“Benimle ne zaman evleneceksin, anne? Büyüdüğümde, altı yaşıma geldiğimde mi?”
Kadın çocuğun ensesini öptü ve parmağını omurgasından aşağı kaydırdı. “Altı yaşına geldiğinde tekrar sor. Dört yaş nişanlanmak için çok erken.”
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı) Tarihi Roman
- Kitap AdıCennet Ateşi / Büyük İskender 1. Kitap
- Sayfa Sayısı480
- YazarMary Renault
- ISBN9786052654668
- Boyutlar, Kapak13,5x21 cm, Karton Kapak
- Yayıneviİthaki Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Trenin Tam Saatiydi ~ Heinrich Böll
Trenin Tam Saatiydi
Heinrich Böll
İkinci Dünya Savaşı’nı bir piyade eri olarak yaşayıp, “Savaştan ve militarizmden daha saçma bir şey olamaz,” kararına varan Heinrich Böll’ün bu kısa romanı, 1949’da...
- Fena ~ Atila Özer
Fena
Atila Özer
Fena sarsıcı bir manifesto-roman… Zevkin ve ahlakın sınırlarını kolaçan ederken, tüketim toplumuna, reklam spotlarına dönüşen modern hayata atılan sağlam bir tokat. Pişmanlık fabrikası, Vaftizci...
- Kıbrıs’ın Acı Limonları ~ Lawrence Durrell
Kıbrıs’ın Acı Limonları
Lawrence Durrell
Osmanlı yönetiminde halkın temsilcileri oy çoğunluğuna sahipti. İngiliz yönetiminde halkın temsilcileri yönetimden tamamıyla dışlandı. Türkler burada üç yüz yıl kaldı, İngilizler yetmiş yedi. …...