Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

İkiz Taçlar
İkiz Taçlar

İkiz Taçlar

Catherine Doyle, Katherine Webber

İKİ KIZ KARDEŞ. BİR TAÇ. Wren Greenrock, bir gün kız kardeşinin saraydaki yerini elinden alacağını çok iyi biliyordu. Doğduğu andan itibaren, ailesinin katledildiği topraklara…

İKİ KIZ KARDEŞ.

BİR TAÇ.

Wren Greenrock, bir gün kız kardeşinin saraydaki yerini elinden alacağını çok iyi biliyordu. Doğduğu andan itibaren, ailesinin katledildiği topraklara dönmek ve hayatta kalan tek kişinin hüküm sürdüğü krallığın yönetimini ele geçirmek için eğitilmişti. Güç ve intikam için her şeyi yapardı, ya da yapacaktı, eğer saray muhafızlarından biri dikkatini dağıtacak kadar baştan çıkarıcı olmasaydı…

Prenses Rose Valhart ise sorumluluklarının yükünü omuzlarında hissediyordu. Acımasız bir krallığın prensiyle yapılacak bir evlilik onu bekliyordu; fakat saraydan kaçırılıp çölde, kendini son derece küstah (ve şaşırtıcı derecede çekici) bir adamın elinde bulmak gibi ufak bir pürüz görevine engel olmak üzereydi. Her şeye rağmen saray duvarlarının ötesindeki dünya, düşündüğünden çok daha vahşi ve baştan çıkarıcıydı. Belki de korktuğu o cadılar, yıllardır özlemini çektiğini bile bilmediği ailesi olabilirdi.

Doğdukları gün birbirinden koparılmış ve bambaşka dünyalarda büyütülmüş iki kız kardeş, artık birbirlerinin kaderine ortak olacaktı. Taç giyme günü yaklaşırken ve her biri doğuştan gelen hakkını talep etmek için harekete geçerken krallığın kaderini kim belirleyecekti?

“İkiz Taçlar, yürek burkan macerası, büyüleyici nükteleri ve detaylıca yazılmış dünyasıyla ilk sayfalardan itibaren beni etkisi altına aldı. Keyifli bir romantizm ve iki unutulmaz anlatıcı da eklenince, bu muhteşem kitap beni tamamen büyüledi! Sakın kaçırmayın!” —Sarah J. Maas

“Baştan sona büyük bir zevkle okuyacağınız İkiz Taçlar göz kamaştırıcı bir kitap. Büyülü, zekice yazılmış, şaşırtıcı ve eğlenceli. Kötü kralları, seksi haydutları ve kalbinizi sımsıcak yapacak kız kardeş hikâyelerini seviyorsanız, bu kitabı mutlaka okumalısınız.” —Stephanie Garber

“İkiz Taçlar, Prenses Gelin’in tüm cazibesine ve Taht Oyunları’nın tüm tehlikelerine sahip. Bağımlılık yapıcı, sürükleyici, dokunaklı ve ayrıntılı… Tüm kalbimle sevdim.” —Kiran Millwood Hargrave

“Bu büyülü masal zekice yazılmış, eğlenceli, bolca ters köşeyle dolu.” —The Sunday Times

“Son derece komik, hızlı tempolu ve romantizm dolu olan İkiz Taçlar, çocukluk battaniyeleri ve kavanozlardaki ateş böcekleri kadar tanıdık ve nostaljik bir hikâye sunmayı başarırken, aynı zamanda mizahı, cazibesi ve yeniden keşfedilen kız kardeşliğin ilginç hikâyesiyle tam anlamıyla dinlendirici. İkiz Taçlar o kadar keyifli ki okuduktan günler geçmesine rağmen hâlâ gülümsüyorum.” —Roshani Chokshi

“Tam anlamıyla bağımlı olacağınız bir zevk, kitap formunda minik bir mola.” —The Guardian

“Sihir, entrika, romantizm ve eğlence dolu.” —The Daily Mirror

*

1

WREN

Anadawn Sarayı’nın altın kapıları batan güneşin ışığında parıldıyordu, her bir dikeni bir hançer kadar sivriydi. Bu manzarayı gören Wren Greenrock’ın midesi allak bullak oldu. Kapılar uzaktan bile hayal ettiğinden daha yüksekti, ağır zincirleri rüzgârda hafifçe şıngırdıyordu.

Sarayın bahçelerini çevreleyen ormanın kenarındaki bir oyuğa çöktü. Hava ağaçların güvenliğini terk edemeyecek kadar aydınlıktı; daha fazla yaklaşabilmek için gecenin onu gizlemesini beklemesi gerekiyordu. Ayağının altında bir dal kırılınca Wren yüzünü buruşturdu.

Arkasında bir ses, “Dikkatli ol,” diye tısladı. Shen Lo, Wren’in yanında belirdi. Karalara bürünmüştü, yüzünün bir kısmı örtülmüş bir hâlde bir engerek yılanı kadar hızlı ve sessizce hareket ediyordu. “Gözlerini ayaklarından ayırma, Greenrock. Sana öğrettiklerimi hatırla.”

“Gözlerimi ayaklarımdan ayırmazsam, bizi gördükleri yerde öldürecek olan o korkunç saray muhafızlarını nasıl sayacağım, Shen?”

Shen’in koyu renkli gözleri sağa sola kaydı, muhafızları izliyordu. Sadece aşağı bahçede on iki muhafız vardı, bir altısı da kapıları koruyordu. Her biri tertemiz yeşil üniformalar giymişti, kılıçları bellerine takılıydı. “Onları halledebilirim.”

Wren öfledi. “İçeri girerken bizden şüphelenilmesini istemediğimiz için geride on sekiz ceset bırakmamayı tercih ederim.”

“Bir yanıltmaca mı yapalım o zaman? Bir geyik yakalayıp avluya salabiliriz.”

Wren ona yan yan baktı. “Seni neden yanımda getirmeye karar verdiğimi hatırlatsana?”

“Çünkü büyükannen senden bunu istedi,” dedi Shen kendini beğenmiş bir tavırla. “Ve ben olmadan çölü asla aşamazdın.”

Wren tuniğindeki kumları dalgın dalgın silkeledi. Görevi hâlâ önünde dursa da kavurucu çöl güneşinden kurtulduğu için memnundu. Serin havadan derin bir nefes çekti, sinirlerini gevşetmeye çalıştı.

Zihninde büyükannesi Banba’yı canlandırdı, Eana’nın batı kıyısında dimdik duruyor, güçlü elleriyle Wren’in omuzlarını kavrıyordu.

“Anadawn Sarayı’nın taştan kalbini kırıp açtığında ve tahttaki hakkın olan yeri aldığında, Eana’nın bütün rüzgârları ismini şakıyacak. Cadıların cesareti yanında yürüsün, benim küçük kuşum.”

Wren bakışlarını Anadawn’ın doğu kulesinin en tepesindeki pencereye çevirdi, o cesaretin bir parçasını toplamaya çalıştı. Ama içinde, göğsünde bir sinekkuşu gibi çırpınan kalbinden başka bir şey bulamadı.

“Eve benziyor mu?” diye sordu Shen.

Wren başını acı acı iki yana salladı. “Bir kaleye benziyor.” “Eh, sana meydan okunmasını hep sevmişsindir.”

“Bu işin boyumu aşabileceğini düşünmeye başlıyorum,” dedi Wren tedirgin bir sesle. Ama bu planı kuran Banba’ydı ve ikisi de Wren’in bu plana uyması gerektiğini biliyordu.

Shen yere çöküp bir ağaca yaslandı. “Gece çöktüğünde güney yönünde ırmağa gidecek, sazlıkları aşacağız. Oradaki surlar daha eski, tırmanmamız daha kolay olur. Gözcüler arasından sızabiliriz.”

Wren’in eli, belindeki bağcıklı keseye dokundu. Bu kese ona Ortha’dan ayrıldıkları gün büyükannesi tarafından verilmiş, bir tılsım gibi Wren’in eline tutuşturulmuştı. “Sihrini elinin altında ama gözlerden uzakta tut. Anadawn’da şüphelenilen cadılar önce idam edilir, sonra sorgulanır.”

“Muhafızları büyüleyebilirim,” dedi Wren güven dolu bir sesle. “Uyku sihirlerim şimşek hızında artık.”

“Biliyorum,” dedi Shen. “Kimin üstünde alıştırma yaptığını unutma.”

Wren ayaklarını uzatıp Shen’in omzuna yaslandı. Kuş seslerinin ötesinde, saray hayatının seslerini dinlediler, hizmetçilerin oradan oraya koşturmalarını, muhafızların nöbet yerlerinde dimdik durmalarını izlediler. Güneşin son ışıkları, bir suluboya fırçasının darbeleri gibi gökyüzünden eriyip kayboluyordu.

Wren’in bakışları, güzel bir gül bahçesinin orta yerinde yükselen mermer bir heykele takıldı. Dudakları kıvrıldı. Eana’nın meşhur Koruyucu’sunun bir heykeliydi bu. Son derece hırslı, takıntılı bir adamdı. Büyünün her kırıntısını söküp atma niyetiyle bu sahilleri binlerce yıl önce istila etmişti. Geride pek az canlı bırakan vahşi bir savaşın sonrasında Koruyucu, Eana’nın son cadı kraliçesi Ortha Starcrest’i tahtından indirmeyi başarmış, krallığı kendi üstüne almıştı. Ve tüm cadı nüfusunu olduğu gibi yok etmeyi başaramamış olsa da -bir krallığın kalbi nasıl kesilip atılabilir ki?— Koruyucu’ya bugün bile bir tanrı gibi tapılıyordu. Ve cadılara olan nefreti hâlâ canlıydı.

Shen, Wren’in bakışlarını takip etti. “Kraliçe olduğunda o iğrenç heykeli ne yapacaksın?” diye sordu. “Tuzla buz mu edeceksin? Yerine benim heykelimi mi dikeceksin?”

“Küçük parçalara ayıracağım,” dedi Wren. “Sonra da bu çirkin şeyi kim ısmarladıysa ona kaşık kaşık yedireceğim.”

O anda, güllerin arasında dolaşan birini gördü. Wren’le aynı yaşlarda gibi görünen bir kızdı. Koyu renk saçları, beline kadar uzanan gevşek dalgalar şeklinde yapılmıştı. Uzun etekli güzel bir pembe elbise giymişti. Narin çenesini gökyüzüne kaldırmıştı, düşüncelere dalmış gibi görünüyordu.

Wren istemsizce ayağa kalktı.

Shen onun pelerininin ucunu çekiştirdi. “Eğil.”

Wren uzaktaki kafes çiti işaret etti. “Şu kızı görüyor musun?” Shen gözlerini kıstı. “Ne olmuş ona?”

“Bu o. Benim kız kardeşim.” Wren kalbinde bir ipliğin gerilmesi gibi tuhaf bir çekim hissetti. Bir an için o altın kapılara doğru koşmak istedi. “Bu Rose.”

Shen yavaşça ayağa kalktı. Hafifçe kıkırdayarak “Prenses Rose, kendi gül bahçesinde geziniyor,” dedi. “Bunun bir işaret olduğunu söyleyebilirim… ve kızın suratı seninkiyle aynı.”

Wren kıza öyle dikkatle bakıyordu ki gözlerini bile kırpmıyordu. Dünyanın öbür ucunda bir ikiz kız kardeşi olduğunu bilerek büyümüştü ama onu böyle kanlı canlı görünce hayatında ilk kez dili tutulmuştu.

Shen ona döndü. “Plan konusunda tereddüt etmeye başladım deme bana?”

Wren’in zihninin bir köşesinde büyükannesinin yüz ifadesi sertleşti. “Anadawn’a vardığında kalbini ormanda bırak. Bir zayıflik ânı hepimizi mahveder.”

Wren çenesini kastı, gözleri hâlâ Rose’un üstündeydi. “Asla.”

2

ROSE

Prenses Rose Valhart, gözlerin üzerinde olmasına alışkındı.

Üniformalarının altın düğmeleri gün ışığında parıldayan saray muhafızları hiçbir zaman uzağında değildi. Hizmetçiler de onu dikkatle izliyor, ihtiyaçlarını çoğu kez o dile getirmeden kestirebiliyorlardı. Sarayın kâhyası Chapman, bir güve gibi sürekli etrafındaydı. Her günün her ânında nerede olduğunu bilir, oyalanıp hülyalara dalma huyuna rağmen Rose’un hiçbir yere geç kalmadığından emin olurdu.

Tebaası da onu izliyordu elbette. Başkent Eshlinn’e indiği nadir anlarda, onu görebilmek için sokaklara doluşurlardı. Sonuçta Rose onların sevgili prensesiydi, ismini aldığı gül kadar güzel, kokusu kadar tatlı ve kusursuzdu.

Rose, onun hakkında böyle düşündüklerini varsayıyordu en azından. Halkıyla konuşmasına izin yoktu, onlara sadece kirpiklerini kırpıştırabiliyor, uzaktan parmaklarını sallayabiliyordu. Ama kraliçe olduğunda tüm bunlar değişecekti. Rose, krallığının uzak köşelerini ziyaret etmekte, orada yaşayanlarla buluşmakta kararlıydı. Onlarla konuşmak, onları tanımak… kendisini tanımalarını sağlamak istiyordu.

Rose bazen kuşların bile onu olması gerekenden daha yakından izlediklerine yemin edebilirdi. Hayal gücü hep genişti gerçi. Chapman bunun için Rose’un en yakın arkadaşı Celeste’i suçluyordu. Kahkahadan kırılıncaya dek birbirlerine her biri daha da abartılı, aptalca hikâyeler anlatmaktan hoşlanırlardı. Bazen en derin arzularını bir parşömen parçasına yazıp mum ışığında yakar, dileklerinin küllerini gecenin göğüne savururlardı.

Rose hep aşk diliyor, Celeste’yse macerayı seçiyordu. Rose bazen ikisine birden sahip olup olamayacağını merak ediyordu. Ama macera dolu bir hayat, bir kraliçeye yakışmazdı. Gündüz düşlerinin heyecanı ve bahçelerinin vahşi güzelliğiyle yetinmek zorundaydı. Çiçeklikten pembe bir gül alıp sapını özenle keserken gülümsedi. Bir çiçeğe daha uzandı… ve olduğu yerde donakaldı.

Aniden birinin onu izlediği hissine kapılıp tedirgin olmuştu. Yeni birinin. Çenesini hızla kaldırdı, altın kapılarda bekleyen muhafızların ötesindeki, batan güneşin çalılıkları ateşe verdiği, gölgelerle dolu ormanlığı görmeye çalıştı.

Göğsüne bir ağrı yayılınca Rose elini gövdesine bastırdı. Bu akşamüstü çok fazla mı şekerli çörek yemişti? Sinirleri bozulmuş da olabilirdi tabii. Taç giyme töreninin eli kulağındaydı, bu aralar çok meşguldü.

“Rose!” Tanıdık bir ses sessiz bahçeyi yarıp geçerek onu ürküttü. “Burada tek başına ne yapıyorsun?”

Hayatına giren hiç kimse Rose’u Kralnefesi kadar dikkatle gözlememişti. Willem Rathborne, doğduktan birkaç dakika sonra hayatını kurtaran adam, neredeyse on sekiz yıldır onun koruyucusuydu, başı buna tanık olabilecek kır saçlarla doluydu. Ona doğru yürürken kaşlarını çatmıştı, yüzünün kırışıkları öyle derindi ki fena hâlde yaşlanmış görünüyordu.

Rose içgüdüsel olarak kusursuz bir reverans yaptı, pembe elbisesi etrafında uçuştu. “Yatak odam için biraz taze çiçek topluyordum sadece.”

Willem iç çekti, nefesi burnunda ıslık çaldı. “Bu hizmetçilerin işi. Gece vakti burada olmamalısın.”

Rose onu rahatlatmak için hafifçe güldü. “Güneş daha yeni batıyor. Ben de Eshlinn sokaklarında gezip tozuyor değilim. Bahçelerimde güvendeyim.”

Willem onun için bir babaya en yakın kişi olsa da aralarında hep bir mesafe vardı. Rose hayatı boyunca onun takdirini kazanmak için can atmıştı, şimdiyse Kraliçe olmaya hazır olduğunu, krallığın ve geleceğin kendisinin ellerine bırakılabileceğini ona göstermeyi her şeyden çok istiyordu.

Bir diğer çiçeğe uzandı. “Çok fazla endişeleniyorsun, sevgili Willem.”

Kralnefesi ona sert bir bakış attı. “Sana hayal dünyandan uyanmanı kaç kez söyleyeceğim Rose? Her zaman tetikte olman gerekiyor. Tehlike…”

“…her yerde ve kimseye güvenemem.” Rose cümleyi onun için bitirip iç çekti. Willem hayatı boyunca onun güvenliğine kafayı takmış olsa da taç giyme töreni yaklaşırken iyiden iyiye kuruntulu ve evhamlı biri olup çıkmıştı.

Rose, Willem’in bu kadar endişelenmesinin tek sebebinin onu sevmesi olduğunu kendine hatırlattı. Eliyle hafifçe onun koluna dokundu. “Willem, Yüce Koruyucu’nun gözleri önünde Anadawn’a zarar gelmeyeceğini biliyorsun.”

Sonuçta onun heykelinin dibinde duruyorlardı, Rose’un soylu atasının mermerden bakışları sessizce sarayı gözlüyordu. Onu gözlüyordu. Rose kendi içinde, bu heykeli hep biraz baskıcı bulurdu. Bahçelere giren ışığı engelliyordu ve gölgesinde kalan güller diğerleri kadar büyümüyorlardı ama bu heykelin hiç olmamasındansa yakınında olmasını tercih ederdi. Bu heykel ona kutsandığını hatırlatıyordu ve…

“Gel. Derhal.” Willem’in parmakları Rose’un bileğini kavradı. “Çiçekleri odana gönderteceğim.”

Willem’in peşinden giderken, baş döndürücü akşam havasından ve her türlü aşk ve macera dolu düşüncelerden uzaklaşıp sarayın uzun gölgelerine girerken Rose’un neşesi sönüp gitti.

Kulesinde döne döne yükselen basamakları çıkarken kendine, Kraliçe olduğumda her şey daha iyi olacak, diye söz verdi. İstersem bütün gece dans edeceğim, kimse bana ne yapacağımı söylemeyecek.

Yatak odasının kapısını itip açarken merdiven boşluğundaki muhafıza gülümsedi. Parmaklarına dikenlerin battığını ancak kapının kulpuna bulaşmış kanı gördüğü zaman fark edebildi.

3

WREN

Beyaz sarayın üstündeki gökyüzü yıldızsızdı, Wren ise tedirgindi. Saat gece yarısını geçeli çok olmuştu, soğuk rüzgâr içine işliyordu. Pelerinini kendine çekti. “İçim rahat değil.”

Shen karanlıkta, “Hadi canım,” diye fısıldadı. “Saraya sızmak üzereyiz.”

Wren arkadaşına kötü kötü baktı. “Genel olarak diyorum, Shen.”

“Bu işin kolay kısmı,” diye hatırlattı Shen. Güney surlarını tırmanmış, devriye gezen iki saray muhafızını büyüyle uyutmuşlardı. Önlerinde sadece doğu kulesi vardı şimdi, karanlıkta yamuk bir diş gibi yükseliyordu. “Bir elini diğerinin üstüne, bir ayağını diğerinin önüne atacaksın, hepsi bu.”

“Yerçekimi seni endişelendirmeyebilir Shen Lo ama geri kalanımızın oyunu onun kurallarına göre oynaması gerekiyor.”

Shen’in sırıtışı ay ışığında parıldadı. “Devam et. Hemen arkandayım.”

“Düşersem beni tutacak mısın?”

“Hayır ama sana el sallarım.”

“Tam bir centilmen.” Wren ellerini taşa bastırdı. Taşlarda çok hafif girintiler vardı, nasırlı parmaklarını oyuklara geçirip kendini yukarıya çekebilirdi. Bedenini olduğu gibi surlara bastırdı, pelerini sırtından boşandı, kopçasının boğazına bastırdığını hissetti.

Büyükannesinin sesi kafasının içinde, “Odaklan şimdi, benim küçük Wren’im,” diye yankılandı. “Saray kapılarını aştıktan sonra hata yapamazsın.”

Wren’in nefesi havada incecik bulutlar oluşturuyor, bağcıklı kesesi sanki orada olduğunu hatırlatmak istermişçesine beline hafifçe çarpıyordu. Çok geçmeden yüzünden ter boşandı, gömleğinin yakasının altına birikmeye başladı. Kuleyi bir böcek gibi tırmanırken parmakları ağrıyordu, bacaklarındaki kaslar çığlık çığlığaydı. Bir eli diğerinin üstüne, bir ayağı diğerinin önüne atıyordu.

Gerisinde Shen, karanlıkta bir gölge gibi hareket ediyordu.

Kulenin Gümüşdil Irmağı’na donuk bir göz gibi bakan penceresi yavaşça görüş alanına girdi. Pencerenin mandalı açıktı, serin havayı ve bu gece onunla gelen haydutları içeri alabilmek için bir iki santim aralanmıştı.

Wren pencerenin koluna atladı. Kendini dar pervaza taşırken pencere müthiş bir gıcırtıyla ardına kadar açıldı. Odaya sessizce girerken omzunun üstünden Shen’e bakıp pis pis sırıtma dürtüsünü bastırdı. Yer çekiminin canı cehennemeydi.

Ay ışığı da peşinden yavaşça odaya girdi, yatak odasını parlak ışık parçalarıyla doldurdu.

Wren çizmesine sakladığı hançeri çıkardı ve bir elini kesesinin üstünde tuttu, kendini dışardaki merdiven boşluğunda beklediğinden şüphelendiği saray muhafızına hazırladı. Sessizlik uzayıp giderken rahatladı. Yatak odası düşündüğünden daha büyüktü. Fildişi duvarlara püsküllü goblenler asılmıştı, yaldızlı gardıroplar loş ışıkta hayaletler gibi yükseliyorlardı. Wren odayı dolaşırken yerdeki halı ayak seslerini boğuyordu.

Bir aynada kendi hayaletimsi yansımasını görünce korkudan ödü patladı. Saç örgüsü çözülüyordu, bağlarından kurtulmuş saçları, son iki günde inatçı toz ve kum lekeleriyle kaplanmış yüzünün etrafında karmakarışıktı. Wren bir çölde sırtüstü sürüklenmiş, sonra da bir bataklığa batırılmış gibi görünüyordu.

Taze güllerle dolu bir vazo odayı mide bulandırıcı, tatlı bir kokuyla doldurmuştu. Wren burnunu kırıştırdı. Öff. Bu boğucu koku, Ortha’nın vahşi fundalıklarından ve okyanustan yayılan tanıdık yosun kokusundan çok farklıydı. Wren’in buna alışması gerekecekti.

Ani bir ipek hışırtısı onu odanın ortasındaki dört direkli yatağa çekti. Örtüler esintiye kapılmış bir sis gibi hareketlendi ve Eana’nın veliaht prensesi ortaya çıktı.

Prenses Rose Valhart bir tablo kadar güzel, uyuyan bir kedi kadar hareketsiz ve uysaldı.

Wren’in büyükannesinin sesi kafasının içinde, “Tehlike, Rose için çok uzak bir düşüncedir,” dedi. “Senin geldiğini göremeyecek.”

Wren göğsünde küt küt atan kalbini umursamadan uyuyan prensese yaklaştı. Ona duyduğu çekim daha da kuvvetlenmişti, kalbinin etrafında kapanan bir yumruk gibi. “Merhaba kız kardeşim,” diye fısıldadı. “Buluştuk en sonunda.”

Rose uykusunda gülümsüyordu. Kestane rengi saçları vücudunu bir hâle gibi sarmıştı. Solgun cildi ay ışığında parlıyordu, kırmızı yanaklarında çil yoktu. Yüzleri birbirinin aynısı olsa da Rose’un kavurucu çöl güneşini asla görmediği, bir deniz rüzgârının dondurucu kırbaç darbelerini yüzünde hissetmediği apaçık ortadaydı. Çok şanslı.

Yatağa bir gölge düştü.

“Işığımı kapatıyorsun Shen,” diye fısıldadı Wren.

“Seni rahatsız etmemeye çalışıyorum.” Shen pervazın üstüne çökmüştü. “Olur da ee…” -boğazını temizledi— “duygulanmak istersin diye.”

Wren öfkeyle, “Duygulandığım falan yok,” dedi.

“Sakin ol. Büyükannene söylemem.” Shen bacaklarını pervazaşırıp sessizce odaya girdi. “Benim yanımda kendin olabilirsin.” Tırmanırken siyah saçlarından birkaç tutam, meşin kayışından kurtulup alnına dökülmüştü. Shen bunun dışında kusursuz görünüyordu.

Wren onu süzdü. “Terlemedin bile, değil mi?”

“Tabii ki.”

 

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Wardstone Günlükleri – 09: Hayalet Benim Adım Grimalkin ~ Joseph DelaneyWardstone Günlükleri – 09: Hayalet Benim Adım Grimalkin

    Wardstone Günlükleri – 09: Hayalet Benim Adım Grimalkin

    Joseph Delaney

    Bana İnanmayı Öğren: Benim Adım Grimalkin İngiliz yazar Joseph Delaney’in, milyonlarca okuru peşinden sürükleyen Wardstone Günlükleri, Katil Cadı Grimalkin’in Şeytan’ın hizmetkârlarına karşı giriştiği amansız...

  2. Hüznün Sonsuz Karmaşası ~ Tahereh MafiHüznün Sonsuz Karmaşası

    Hüznün Sonsuz Karmaşası

    Tahereh Mafi

    Yıl 2003, ABD’nin Irak’a savaş açmasının üzerinden birkaç ay geçmiş. Sinirler gerilmiş, nefret suçları yükselişte, FBI ajanları mahalle camilerine sızmaya başlamış ve Müslüman cemaat...

  3. M Treni ~ Patti SmithM Treni

    M Treni

    Patti Smith

    “Oğlan büyüdü, baba öldü, kız benden uzun, kötü bir rüyadan dolayı ağlıyor. Lütfen sonsuza dek kalın, diyorum tanıdığım şeylere. Gitmeyin. Büyümeyin.” Çoluk Çocuk ile...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur