Tek aşkı Ölüm’le birlikte olmak için reenkarnasyonla bir yaşamdan diğerine geçen bir adam ve onun tuhaf bir biçimde ilham verici hikâyesi.
Ebedi yaşamın bedeli aşktan vazgeçmek olsaydı ne yapardınız? Reenkarnasyon Blues, biricik sevdiceği Ölüm’e (ete kemiğe bürünmüş ve kendisine Suzie denmesini tercih ediyor) kavuşmak için ölümsüzlüğün sırrı arayışında, neredeyse on bin defa reenkarne olmuş Milo’nun hikâyesi. Yaşamın ve aşkın sırlarını kurcalayan bu tuhaf ve karanlık, komik olduğu kadar derin, çılgınca yaratıcı komedi Neil Gaiman ile Kurt Vonnegut’u buluşturuyor. Bizleri antik Hindistan’dan uzaya, Rönesans İtalya’sından günümüze taşırken, zamanda, mekânda ve insan kalbinde yolculuğa çıkarıyor.
“Hem mancınıkla fırlatılarak hem araba kazasıyla ölmeyi becerebilmiş bir adam hakkında okuyabileceğiniz en komik şey.” NPR
İçindekiler
1. bölüm Portakal Çiçeği Adası’ndaki Bilge Adam 3
2. bölüm Mancınıkla Viyana’ya Fırlatılmanın
Beklenmedik Coşkusu 14
3. bölüm Suzie 17
4. bölüm Barbar Sorunu 24
5. bölüm Ruhun Saçma Sapan Bir TV Programı Gibi
İptal Edilebilir 37
6. bölüm Denizin Eleanor Roosevelt’i 45
7. bölüm Milo’nun Böcek Olarak Yaşamak
Zorunda Kaldığı Hayat 52
8. bölüm Kutsal İnek 59
9. bölüm Sophia Maria Mozart’ın Gizli Âşığı 70
10. bölüm Ayna İnsanları 76
11. bölüm Tufan 99
12. bölüm Iago Fortuno’nun Yaşlılıktan Öldüğü Gün 113
13. bölüm Zehirlenemeyen Swami 120
14. bölüm Hızlı Puding Vakası 126
15. bölüm Filleri Kaldır, Suyu Havada Döndür 183
16. bölüm Yeşil Elma Oyunu 207
17. bölüm Güçlü ve Somut, Gerçek Bir Şey 215
18. bölüm Mezbaha 219
19. bölüm Lisedeyken Tanıdığın En Müthiş Kız 240
20. bölüm Gökten Düşen Gözden Düşmüş Ekonomist 254
21. bölüm Buda’nın Kışı 258
22. bölüm Çin Cenneti’ne Kaçış 289
23. bölüm Julie DeNofrio’nun İnanılmaz Derecede
Karmaşık (ve Tuhaf Biçimde Hipnotize
Edici) Dövmesi 301
24. bölüm Stone Ailesi 306
25. bölüm Güneş Kapısı 376
26. bölüm Üst Ruh 381
27. bölüm Blue Creek, Michigan ve Başka Hayatlar 383
Teşekkür 395
1 . Bölüm
Portakal Çiçeği Adası’ndaki
Bilge Adam
Florıda Keys Adaları, 2017
Bu, Milo adında bilge bir adamın hikâyesi. Bir köpekbalığının Milo’yu yediği gün başlıyor. Gün fena başlamadı. Milo güneş doğmadan uyanıp elli yaşın-
daki bacaklarına bir şort geçirerek meditasyon yapmak üzere plaja yürüdü. Köpeği Burt –büyük, siyah bir kırma– peşindeydi.
Milo şeker beyazı kumlara oturup gözlerini kapadı ve tuzlu ılık esintiyi sakalında hissetti. Sırtına yayılan atkuyruğunun ve öten martıların farkındaydı. Meditasyonda yapılması gereken buydu: Bir şeyleri düşünmeden, farkında olmak.
Milo meditasyonda pek iyi sayılmazdı. Çat diye bir bira açıp güneşin doğuşunu izledi. Bu arada her zaman olduğu gibi, bir şey düşünmemeye çalıştıkça, koca ayak başparmağı ya da Fransa gibi eften püften, kirlilik yaratan saçmalıklar aklına gelip duruyordu. Belki de yeni bir dövme yaptırmalıydı.
Okyanusun farkındalığını yitirmeden, o ezeli kayıtsızlığa kucak açarak kahvaltısını içti. Nefesini o nefese –bizzat zama- nın nefesine– uydurarak, her zaman olduğu gibi, dalgalar ayak bileklerinin altındaki kumlara ulaşıncaya kadar birası ve köpeğiyle birlikte kumsalda uyuyakaldı.
Milo belki de dünyanın en berbat meditasyoncusuydu. Ama bunun farkındalığına varıp, durumu kabullenmiş ve bu sayede mütevazılığa ulaşmıştı. Onu bilge bir adam yapan şeylerden biri de mütevazılıktı.
Yürüyerek eve dönüp bir paket köpek maması açtı.
Birkaç saat sonra Milo’yu yiyecek olan köpekbalığı o an kilometrelerce uzaktaydı. St. Jeffrey’s Adası’nın kıyılarına vuran dalgaların yakınında denizineklerini arıyordu.
Köpekbalığı aç olduğunu biliyordu. Bunun için düşünmek gerekmiyordu. Köpekbalığı sezgileriyle huzurun mükemmel bir uyumu içinde her daim anın içinde yaşıyor, yüzerken hiç çaba harcamadan meditasyon yapıyordu.
Milo bir süre bahçesinde çalıştı.
Köpeğiyle oynayıp fosillerle ilgili bir kitap okudu.
İnternete girip salak videolar izleyerek yirmi dakika oyalandı. Sonra eski pikabıyla St. Vincent’s Hastanesi’ne gitti çünkü hastaları ziyaret etmek bilge bir adamın en büyük görevlerinden biriydi. Burt’ü de yanına aldı.
Köpek sevmek insanlara iyi gelirdi; bilimsel bir gerçekti bu. Burt de kendi çapında bilge adam sayılırdı. Bütün hayvanlar öyledir.
Milo’yla Burt o gün yüz yaşında olduğu için ölümü yaklaşan Bayan Arlene Epstein’ı ziyaret edecekti.
Milo odaya girdikten sonra bir süre uyuyan Bayan Epstein’ı izledi.
Hastaneler insanları ne hale düşürüyor, diye düşündü. Arlene Epstein’ın o yataktaki, pelür kâğıt gibi kırılgan halini görseniz, kadının bir zamanlar taşkınlık yapan turistleri kısaltılmış bir hokey sopasıyla hizaya getiren efsanevi bir barmeyd olduğunu asla anlayamazdınız.
Burt fırlayıp ön patilerini yatağa koydu.
“Milo,” dedi Arlene esneyerek, “Perşembe mi oldu?”
Milo, “Cumartesi,” diye yanıtlayarak diz çöktü.
“Cumartesileri hep sevmişimdir,” dedi Arlene, geçmişe dalıp gitmiş gibi. “Becerebilirsem, bir cumartesi günü ölmeyi düşünüyorum.”
“Ama bugün değil,” dedi Milo. “İyi görünüyorsun.”
Arlene, “Bomba gibiyim,” diye cevap vererek doğrulup Milo’nun sakalını çekti. “Beni yürüyüşe çıkarsana.”
Arlene’in yürümemesi gerekiyordu. Kapısına “düşme riski” diye bir çıkartma yapıştırmışlardı. Milo çıkartmayı boş verip koridorun ilerisindeki dolaptan bir yürüteç aşırdı.
Arlene bir adımı üç saniyede falan atıyordu. Milo çekilmiş bir tetik gibi onu tutmaya hazır, öylece yanından yürüyordu. Burt duvarın dibinden gidiyor, deliler gibi orayı burayı kokluyordu. (Köpekler hastanelere bayılır. Hiçbir zaman tam olarak çıkmayan bütün o kokuları düşünün.)
Üç metre kadar gitmişlerdi ki Arlene, “Milo, ölünce ne olduğunu biliyor musun?” diye sordu.
Milo dürüst davrandı. “Evet,” dedi.
Bir adım. İki adım.
“Ee?” diye sordu Arlene.
“Başka bir şey olarak geri gelirsin.”
Arlene biraz düşündü.
“Başka biri olarak mı yani?” dedi.
“Ya da köpek. Karınca. Hatta belki bir ağaç. Burt son yaşamında otobüs şoförüydü.”
Yaşlı kadın durdu.
“Benimle kafa bulma,” dedi. “Çok yakında bir cumartesi günü öleceğim ve bunu bilmek istiyorum.”
Milo’nun ona bakan gözlerinde derin, dürüst bakışlar vardı.
“Ben yaklaşık on bin hayat yaşadım,” dedi Arlene’e. “Bu gezegendeki en yaşlı ruh benim.”
Arlene, Milo’nun bir gözüne, sonra öteki gözüne baktı. Gördüğü şey hoşuna gitmiş gibiydi. Yürüteci bırakıp iki eliyle birden Milo’nun elini tutarak ağırlığını biraz ona verdi.
Yürümeye devam ettiler.
“Yine kendim mi olacağım?” diye sordu Arlene.
“Elbette,” dedi Milo. “Aşağı yukarı öyle. Gelişmeler kaydetmen gerekir tabii.”
“Yani hani, ben ağaç olarak geri gelmek istediğimi hiç zannetmiyorum.”
“O zaman, gelmezsin.”
Arlene pat pat eline vurarak Milo’ya iyi bir çocuk olduğunu söyledi.
Burt yerdeki pis bir şeyi koklayıp dolu dolu, şapır şupur yaladı. Milo o sırada yüzüyor olsa ve köpekbalığı onu yese, hayatı muhteşem ve görkemli bir sona ulaşmış olurdu. Ama yüzmüyordu.
Karnı her daim aç olan köpekbalığı bir sürü okyanus mezgiti ve çöpü yemiş, şimdi adalar arasındaki derinliklerde ilerliyor, yavaş yavaş Portakal Çiçeği Adası’nın dış resiflerine yaklaşıyordu.
Önceki yaşamlarından birinde köpekbalığı da okyanus mezgiti olmuştu. Yenebilecek her türden şey olmuştu. Ohio, Troy’da yapılan Çilek Festivali’nde 1985 Çilek Kraliçesi olmuştu. Şimdiyse yüzüp acıkıyor, yüzüp acıkıyordu.
Milo’nun önünde hâlâ bir mesai günü vardı. Bilge adam olmanın özelliklerinden biri de işin önemini bilmektir.
Milo para kazanmak için iki iş yapıyordu.
Birincisi: balıkçılık ve spor amaçlı balık avı rehberliği.
Jenny Ann Loudermilk isminde bir teknesi vardı ve insanları balığa çıkarmak için bir servet istiyordu. Adalara gelen turistler ne isteseniz verirdi zaten.
Milo’nun bugünkü işleri arasında Loudermilk’te temizlik yapmak da vardı. Belki müşteri de çıkardı ama çıkmasını istemiyordu. Dalgalar iyi olursa, sörfe gitmek istiyordu.
Elinde bahçe hortumuyla teknenin güvertesinde durmuş, suyu püskürterek marti kakalarıyla eskiden kalma balık bağırsaklarını temizliyordu. Burt kaptan köşküne kıvrılmış yatıyor, camdaki sinekleri izliyordu.
Milo, Arlene Epstein’ı düşünüyor, kadının korkup korkmadığını merak ediyordu.
Korkmamasını diliyordu. Ölüm bir kapıydı. O kapıdan tekrar tekrar geçildiği halde insanlar yine de korkuyordu. İskeledeki parlak ve rengarenk şey gözüne çarptığında, aklında bunlar vardı.
PORTAKAL ÇİÇEĞİ ADASI tişörtlü bir turist. Orta yaşlı, bıyıklı, güneş gözlüklü, yepyeni tekne ayakkabıları giymiş, hasır şapka takmış tıknaz bir adam.
Milo’nun canı aniden o öğleden sonra çalışmayı hiç istemedi. Birden Bobo’s Pub’a gidip bara oturmayı ve bira içmeyi istedi. “Bugün tekrar çıkacak mısın?” diye sordu turist.
Öf, bok vardı sanki.
“Müşteri her zaman haklıdır,” dedi Milo. “Çıkmak istiyorsan, çıkarız.”
“Kaç para?”
Milo fiyatı söyleyince adamın nutku tutuldu. (Ah, bir umut ışığı…)
“Ne diyeceğim,” dedi Milo, “sen üç-dört kişi daha bul, yarın sabah çıkıp avlanalım da, cüzdanın fazla hafiflemesin-“
Ama turistin fazlasıyla acelesi varmış gibiydi.
“Hayır,” dedi adam. “Hemen çıkalım işte.”
Milo bronzlaşmış güçlü ve dövmeli elini uzatarak, “Atla,” dedi. Turist kendini Floyd Gamertsfelder olarak tanıttı. “Halı satarım,” dedi.
Milo, “Süpermiş,” diyerek konuyu orada kesti.
Burt tekneden atlayıp iskeleden koşarak eve doğru gitti. Denize açılmak için yaratılmamıştı ve bunu biliyordu.
Balık avlamak Floyd Gamertsfelder’ın umurunda değildi. Milo bunu adamı gördüğü, halı pazarlamacısının sesindeki tuhaf telaşı duyduğu anda anlamıştı. Milo’nun müşterilerinin yarısı böyleydi; Milo’nun zamanı, benzini ve olta takımları için iyi para verirlerdi ama ondan istedikleri sarıkuyruk ya da kılıçbalığı avlamaktan çok daha derin ve zor bir şeydi.
Milo’nun yaptığı ikinci iş, işinin öteki boyutu buydu: profesyonel bilgelik ve danışmanlık.
Kendi başlarına çözemedikleri sorunları olanlar namını duyup ona gelirdi. Çizgi romanlardaki insanlar bilgeleri bulmak için nasıl dağlara tırmanırsa, gerçek hayattaki insanlar da yarım günlük rehberli balık avı fiyatına Milo’nun teknesine binip denize açılmak ve ona danışmak için ciddi mesafeler kat edip onu bulurdu.
Yaptıkları zekice bir şeydi. Sonuçta, neredeyse on bin hayat yaşadığınızda, çok şey öğrenebilirsiniz. Milo tek bir ruhun içine o kadar çok bilgi ve deneyim sıkıştırmıştı ki bunlar ısınıp basınç yaparak kömürün elmasa dönüşmesi misali bir bilgeliğe dönüşmüştü.
Bilgeliği -uzayda yanan yeşil ateşe benzeyengözlerinden ve bronzluğu kök salmış gibi görünen, kırışıklık ve çizgilerle dolu teninden okunuyordu.
“Aslında seninle bir konuyu konuşmak istemiştim,” diye itiraf etti Floyd marinadan çıkarlarken.
“Biliyorum,” dedi Milo.
Dalgakıranı geçtiklerinde, Loudermilk bayağı iri bir dalganın üzerinden aştı. Sonradan iyi sörf yapabileceğini vaat eden bir dalganın. Milo, Floyd’un lafı dolandırmayan biri olmasını diledi. Sabir, diye hatırlattı boa’sı. Şefkat.
Milo başını sallayıp başparmak ve işaretparmaklarıyla o mudra’yı yaptı ve gazı verip dümeni denize doğru kırdı.
Floyd Gamertsfelder lafı dolandırmayan biri değildi.
Milo bir yandan Floyd’un denize fazla açılmadan önce konuşmaya başlayıp gizemli sorununu anlatacağını umuyordu ama yok. Floyd konuşmak istediğini söyledikten sonra sessizliğe bürünüp kasvetli bir tavırla ufka baktı.
Milo buna şaşmamıştı. Genellikle biraz zaman alırdı. İnsanların çözmesini istediği çelişkiler fazlasıyla çetin ceviz ve kişisel şeyler olurdu. Dilleri çözülünceye kadar bir süre dalgalarla boğuşmak zorunda kalırlardı. Milo’nun uzaylı gözlerine kaçamak bakışlar atmak, denize dayanıklı motorcu sesinde okyanusun çalkalandığını duymak zorunda kalırlardı.
Milo müşterilerini hemen her seferinde aynı yere, aynı koordinatlara götürürdü. Karadan görünmeyen, açık denizde bir saat yol alarak gidilen, yalnızca onun bildiği bir yere. Otuz metre derinliğin üzerinde, unutulmuş bir denizaltı batığının, Körfez’deki hemen her türe ev sahipliği yapan yapay bir resifin hemen üstünde demir atardı.
“Burada bir ceset bile balık tutabilir,” derdi müşterilerine.
Floyd’la birlikte iki saat boyunca denizaltının üzerinde süzülüp palamut ve güneş balığı tuttular.
Floyd yanında getirdiği küçük bir soğutucuyu açtı ve birlikte birer bira içtiler.
“Sen hiç evlendin mi, Milo?” diye sordu Floyd.
Ah, evlilik sorunu. Bilgelik işinin yüzde seksenini evlilik sorunları oluştururdu.
“Evet,” dedi Milo. (Dokuz bin altı yüz kırk dokuz kere.) “Neyse,” dedi Floyd, “özet olarak, karımın bana pek iyi davranmadığını düşünüyorum.”
Milo anlayış dolu bir ses çıkardı.
“Aldatıyor falan değil. Öyle bir şey yok. Belki salakça gelecek ama ben çimleri budarken bir bardak limonata getirmek gibi güzel şeyler yapmıyor hiç. Çok mu eski kafalıyım? Her şeyin detay…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıReenkarnasyon Blues
- Sayfa Sayısı408
- YazarMichael Poore
- ISBN9786051981208
- Boyutlar, Kapak13,5x20,5 , Karton Kapak
- YayıneviDomingo Yayınevi / 2020
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Peygamberin Şarkısı ~ Paul Lynch
Peygamberin Şarkısı
Paul Lynch
Başkalarının kâbusu sizin kâbusunuz olmasın! İrlandalı yazar Paul Lynch’in 2023 Booker Ödülü’ne değer görülen “anıtsal” romanı Peygamberin Şarkısı, totaliter güçlerce iç savaşa sürüklenen bir...
- Uzaktaki Küçük Güneş Kuşları ~ Christie Watson
Uzaktaki Küçük Güneş Kuşları
Christie Watson
2011 Costa Kitap Ödülü Eğlenceli, acıklı ve tamamen gerçek… Kitabı bitirdikten sonra bile karakterleri aklınızdan çıkaramayacaksınız. Başka, bambaşka bir dünya… Eski inanışlar, şeytan ormanı,...
- Mutluluk Böyle Bir Şey ~ Jennifer E. Smith
Mutluluk Böyle Bir Şey
Jennifer E. Smith
Var olduğuna inanırsan, aradığın şeyi bulabilirsin. G: Mutluluk nasıl bir şey? E: Limanın üzerinden doğan güneş gibi. Sıcak bir günde yenen bir dondurma, sokağın...