“Ve Bir Pars, Hüzünle Kaybolur” masalların ve geleneksel anlatıların izini süren ve doğadaki senfoniyi aktararak özgün bir anlatı dili geliştiren Faruk Duman romancılığında önemli bir aşama. Okurunu büyülü bir ormanda gezdiren, aşk ve keder dolu, düşsel ve düşünsel bir roman.
Yüksekokulu yarıda bırakıp askerliğini yaptıktan sonra, annesinin ölümü üzerine çocukluğunu geçirdiği kasabaya dönmek zorunda kalmış bir genç… Günlerini ormanda gezintiler yaparak, tüm dikkatiyle doğanın sesini dinleyerek geçirmekteyken bir görünüp bir kaybolan parsın peşine düşer ve çocukluk aşkı Ceren’e rastlar…
Faruk Duman, ormandan hiç eksilmeyen sisin içinde, kendine has diliyle düşle gerçeği iç içe geçiriyor. İnsana, doğaya, aşka ve yaşama bir başka yerden bakıyor.
Çağdaş bir masal “Ve Bir Pars, Hüzünle Kaybolur”.
“Kuş sesleri yükseliyordu topraktan. Belki taşların içinde toprak rengi kanatlar beliriyordu. Bir yürek gürültüsü, bir korku işareti. Oysa insan yeryüzünün bunca korkuyu nasıl olup da taşıyabildiğini asla anlayamaz. Elbette, bu korkunun yükselişini, böylece vücudunun bir yerinde, bir uzuv gibi aklınca yaşamaya başladığını…”
*
1.
Öğleden önce, açlıkla böyle kıvranıp duracağıma kalkıp eve döneyim, dedim. Bulunduğum tepeden görünüyordu ev. Uzakta iri, turuncu bir ceviz gibi duruyordu. Hele cenazeden sonra… Rüzgâr estikçe, öyleydi ki, bu turuncu ceviz çatlayıp açılacaktı sanki. Hava ansızın serinlemişti. Herhalde sis çöküyordu. Gözlerimi kısarak baktım eve. Sis yavaş yavaş iniyordu. İlkin, annemin ocağı yaktığını düşündüm. Öyleyse, ki olabilir. Annem derin öğle uykusundan uyanıp ocağı yakmış. Hatta alev yeni yeni kızarıyor, kıvılcımlar cansız birer serçe gibi sağa sola uçuşup. Saman, alev almış olabilir. Yine de, bulgurun pişmesi zaman alacaktır. Dedim ki içimden, o vakte kadar ben de elbet giderim.
Dizlerime baktım; diken uçları görünüyordu, ıslak, sararmış otlar yapışmıştı, silkeledim. Boynuma girmiş bir karıncayı aldım. Saçlarıma biriken tozu dağıttım. Derken ayaklarıma baktım. Çizmelerime. Nedense onlara uzun uzun baktım, sanki yolu ben değil, onlar gidecek. Gülümsedim. Keratalar. Koca ormanı geçeceksiniz, dedim. Yeniden geçeceksiniz. Nice ki çizmeye yol gerek. Hele böyle tatlı bir yaz sonu, ne güzel olacak.
Sonra dizlerime dek yükselmiş otun içinden yokuş aşağı inmeye başladım. Havada tatlı bir serinlik vardı.
Kuş sesleri yükseliyordu topraktan. Belki taşların içinde toprak rengi kanatlar beliriyordu. Bir yürek gürültüsü, bir korku işareti. Oysa insan yeryüzünün bunca korkuyu nasıl olup da taşıyabildiğini asla anlayamaz. Elbette, bu korkunun yükselişini, böylece vücudunun bir yerinde, bir uzuv gibi aklınca yaşamaya başladığını…
Daha önce, yani ben gidip düşmanla savaşmadan önce, kışlaya teslim olmadan yani, hem kuşların yerini bilirdim hem yuvaları bir bir sayardım. İşte şurada bir serçe ailesi bulunurdu, burada keklikler kol gezerdi. Yolu nasılsa buralara düşmüş bir yabik, uykusu kaçmış bir baykuş. Ki, kendimi ormana adamış da sayılmazdım. Ama insan zamanla yeteneklerini kaybediyor. Bunun nasıl olduğunu, olabildiğini bilmiyorum. Ama gün geliyor, yaşam derin bir uçurumla ikiye bölünüyor. Bir boşluk. Uzak bir yere gidiliyor; daha önce hiç görülmemiş şeyler görülüyor orada…
Yine de, yer kuşlarını sanki anımsıyorum. Ağızlarında toprak yuvalar taşıyan o yampiri cüceleri. Bunlar ki, nasıl korkuyla titrek… Üstelik, yaşamlarını bu korkuyla geçirmek için adeta can atarlar. Endişeye bayılırlar. Arkalarında bir endişe duvarı bulunur, bu duvar korur onları ne de olsa. O zamanlar, ben daha küçük bir çocukken, bunların birer uçamaz nesne olduklarını bilmiyordum tabii. Öfkeleniyordum hatta. Uçsana, uçup gitsene. Öyleyse bu kanatların ne işe yaradığını kim söylesin?
Evet, otların arasından işte bunların sesi geliyordu. Aralarında fısıldaşıyor, meğer beni yolcu ediyorlardı. İnerken, uzanıp yattığım ot çukuruna baktım. Ezilmiş, benim biçimimi almış. Ayak uçlarına vardıkça belirsizleşmiş bir çukur.
Bayırı indiğim zaman, ileride, ormanın başladığı yerde bir kıpırtı hissettim. Pekâlâ bir karaltı geçmişti. Bir gölge. Fakat bu gölge, ben başımı kaldırıp kendisine baktığım zaman kaybolmuştu.
Ormanda göz dolanır, diye geçirdim içimden. Bu, ninemin laflarından biriydi. Ormana fazla gitme, diye tuttururdu ninem, ormanda göz dolanır. Peki bu göz, olursa, nasıl bir gözdür nine, diye sorardim. Ne bileyim, diye anlatırdı: sade bir göz. Renksiz, avuçsuz bir göz. Mesela yalnızca bir göz. Kimseye ait olmayan bir uğursuz. Bunu, gerçekten de gördüğünü, bunun görüldüğünü söylerdi. Hem de kaç defa. Sözgelimi, Kara Halil bunu görmüştü, Enişte Servet de görmüştü. Sonra çocuklardan Resim görmüştü. Hem belki en iyi o anlatmıştı gözü.
Resim, zalim bir çocuktu. Çok güzel anlatırdı. Bir keresinde demişti ki, ormana azıcık girecek oldum, nine, ama azıcık, öyle ki yalnızca ayak ucumu soktum, bir de ne göreyim: Meğer, düşmekte olan bir yaprak vardı. Yapraktır, deyip oralı olmadım ama sonra bunun pis pis sırıttığını anladım. Derken başımı kaldırdım; havada öylece duruyordu ve kabuğu soyulmuş bir yumurta gibiydi. Boşlukta durmuş bana bakıyordu. Hemen ayağımı geri çekmekle yeniden bir yaprağa dönüştü ve yine süzülerek aşağıya düştü.
Tedirgin, ormana girdim. Uğultu burada, daha ilk adımda artıyordu. Cırcırböcekleri, sürtünen tavşanlar, kaplumbağaların aheste yürüyüşü, yılanların bir ağıtı andıran sürünüşü… Yaprakların hışırtısı sonra. Yaprak, yelsiz nasıl hışırdıyor, diye sordum kendime. Yaprağın işi hışırdamak. Toprak nasıl zamansız yumuşuyorsa, yaprak da öyle, diye düşündüm. İçimden tüm ormanı kucaklamak geliyordu. Eskiye göre -kasabada geçirdiğim çocukluk günleri, kente yüksekokul için elimde cılız bir bavulla gidişim, hastalığım, okulu bırakmak zorunda kalışım, sonra o zalim askerlikdaha mi seviyordum şimdi ormanı? Buna yanıt bulmak zor. İnsan bir şeyi yitirince -evet, orman artık yitirilmiş sayılır benim için eski zamanlara yanıyor.
Resim, sözgelimi, bana benzemezdi. Çakısını kulağının arkasında taşırdı. Bununla dal yontar, tavşan yüzer, yılan avlardı. Abi, derdi, sen okumuş adamsın, mesela bu çakının nasıl bir şey olduğunu bilmen gerek. Bu senin okulda hiçbir işine yaramasa da burada insanın eli ayağı oluyor. Resim, elsiz ayaksız kalmadan önce söylerdi bunları, ormanda bir şey, bir canavar tarafından parçalanmadan önce. Ve ninem de ormanda dolanan gözü anlata anlata bitirmeden. Orada, ormanın kıyısında sonsuzca uzanıp gitmeden.
Derken, gölgeyi bir daha gördüm. Karaltı, bir hız erbabıydı sanki, bir kumarbaz. Beni sürüklemek istiyordu. Birden, onu bir gölge değil, bir nesne olarak görmek istedim. Tuhaf bir arzu hissettim. Bir zaman, belirip kaybolduğu yana baktım, sanki onu büyülemek istiyordum. İnsan bir gölgeyi nasıl olup da büyüleyecek? Fakat, ben yapmıyordum da bana bunu anlayamadığım bir şey yaptırıyordu sanki. Öylece bir zaman, belirip kaybolmuş karaltıya baktım. Sonra usulca yönümü değiştirdim ve ondan yana döndüm. Korkuyordum. Yine de içimde bana tuhaf bir coşku veren bir merak vardı. Sanırsın yüzlerce yıllık efsaneyi aydınlatacaktım. Gerçekleri ortaya çıkararak bu el değmemiş ormanın kâşifi olacaktım.
Üç adım önümde, bir bastonu andıran bir dal gördüm. Yontulmuş gibi duruyordu. Çıplak, kabuksuz bu dalı almak istedim. Bir adım attım, bir adım daha attım; çizmelerimin otlara sürtünerek çıkardığı seslerden ürküyordum. Eğilip dalı aldığım sırada -almak için ona bakmam gerekiyordu, doğal olarak karaltının göründüğü taraftan gözlerimi ayırmak zorunda kalmıştım, göz ucumda bir gölgenin yeniden hareket ettiğini anladım. Doğrulup, sopa elimde, yeniden baktım. Çırpınarak yükselen bir dal vardı. Ama altında bir şey yoktu dalın. Sanki boşluk, çalılığı gerip gerip bırakıyordu. Yaklaşmak istedim. Çalı beni kendine çekiyordu sanki. Dönüp beni eve götürecek patikaya bakıyor, bir an için elimdeki dali savurarak…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli)
- Kitap AdıVe Bir Pars, Hüzünle Kaybolur
- Sayfa Sayısı88
- YazarFaruk Duman
- ISBN9789750851193
- Boyutlar, Kapak13.5x21 cm, Karton Kapak
- YayıneviYapı Kredi Yayınları / 2021
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Yarın Yarın ~ Pınar Kür
Yarın Yarın
Pınar Kür
Pınar Kür’ün ilk romanı Yarın Yarın, 1976 yılında yayımlandığında yazın dünyasında daha önce görülmemiş bir etki yaratmış ve yazarını bir anda üne kavuşturmuştu. Aradan...
- Valizdeki Mektup ~ Menekşe Toprak
Valizdeki Mektup
Menekşe Toprak
Hesabı ödedikten sonra ufak valizimi alarak, kahvenin baktığı meydanın ortasındaki metroya doğru yürüyorum. Metronun derinliğine dalmadan önce son bir kez daha, yüzyıllarca nice krala,...
- Hayatımın Aşkı ~ Ekin Atalar
Hayatımın Aşkı
Ekin Atalar
Meşhur aktör Sinan’a kavuşmak söz konusu oldu mu, Sema’nın sınırı yok. Yok böyle bi sevda. Sema Ioves Sinannn! İŞTE KARŞINIZDA CAMLARDA BEKLEDİĞİMİZ O EKİN...