Aslı Akarsakarya ‘İçeride Kalanlar’da bir gece metrelerce yağan karın, dışarıyla bağlantıyı kestiği bir apartmanda mahsur kalan insanların hayatlarına odaklanıyor. Yaşam ve ölüm karşısında her biri farklı şekillerde sınanan karakterlerin dışarıyla temasları koptuğunda içeriyle temasları başlıyor. Evler hem sığınak olup hem birer hapishaneye dönüşürken apartman sakinleri birbirlerine yaklaşıyor; maskeler düşüyor, zaaflar görünüyor, sırlar ortaya dökülüyor.
“Her şey tersiyle kol kola girmiş ve ben olan bitenin hiçbir parçasını anlamıyorum. Nereye uzansam elimde kalıyor. Kendi içimdeki kuyuya yuvarlanıyorum, kâh baş aşağı kâh sırtüstü. Çocuk da benim anne de. Ölen de öldüren de. Göğsümü ezerek geçen küçük ayaklar, hayatımı ikiye yaran… Yaşasaydı ismi ne olurdu diye düşündüğüm anda artık biliyorum, bu geceden sonra hiçbir şey aynı kalmayacak. Peki ya ben yaşarsam, ismim ne olacak?”
“İnsan, ceketinin astarına girmiş bir yavru sincabı fark etmeden yaşayabilir mi?”
*
1
Gazetelerin haftalardır çığırtkanlığını yaptığı şekilde yağsaydı kar, yani göstermelik serpiştirmeseydi de lapa lapa inseydi tarif edildiği gibi. Son yüz otuz yıldır yağmadığı gibi. Yollar kapansaydı, okullar tatil olsaydı, kimse evinden çıkamasaydı. Herkesin korktuğu, panik halinde erzak topladığı kadar olsaydı. İnsanlar evlerine, pijamalarının içine hapsolsalardı, gazetelerin dediği gibi.
Olmadı.
İki gün önce birkaç saat yağan kar da neredeyse eridi. Kaldırımlarda ve yollarda kıvamlı bir çamur, güneş görmeyen köşelerde talaş rengi az biraz buz kaldı o kadar. Her zemheride şehrin büründüğü pelerin: gökyüzü kapalı, şehir ıslak, hava soğuk ve rüzgârlı. Haftanın ilk iş günü geldi, insanlar meteorolojiye söverekten yollara düştü. Kar yok, tatil yok, gök kubbe altında yeni bir şey yok.
Hafta sonu uyku tutmadı Sabahattin’i. Deli gibi kar yağsaydı, pazartesi hazır olacağı söylenen test sonucunu alamayacaktı. Yağmadı. Tek bir beyaz şey bile düşmedi. O da pazartesi sabahı, gün boyunca daha fazla ışımayacak olan alacakaranlıkta üzerini giyindi, çeyrek ekmek arasına peynir ve maydanoz koyup yedi. Evden çıkarken, hastaneden verdikleri tahlil numarası cüzdanında mı diye kontrol etti. Yüzünü donduran rüzgâra karşı metro durağına yürüdü.
Okulda, orta boy bir amfinin son sıralarında, dersten çok önünde oturan öğrencilerin enselerini izleyerek iki saat geçirdi. Önündeki notların üzerinde “Osmanlı Arşiv Belgeleri” yazıyordu. Kalın fotokopinin başlığını bir kez daha çizdi. Tabanlarından hocanın, öğrencilerin ve kalbinin sesini bastıran çatırtılar geliyordu. Evrenin merkezinden geliyor Sabahattin, diye düşündü, tahlil sonucun olumlu da olsa olumsuz da ortadan ikiye yarılacak çünkü her şey.
Öğlen, bölümün kantininde tavuk döner yiyecekti. Aynanın karşısına yerleştirilmiş yüksek sandalyelerden birine oturdu. Taşınır hale getirmek için Anna Karenina’yı beşe bölmüştü. İlk fasikülün kıvrık sayfasını açtı. Bir paragraf sonra, sandviçinin içine can sıkıntısından koyduğu ketçap, sayfanın ortalarına akacaktı. Ketçabi parmağıyla sildi. Artık kırmızı olmuş satırlarda, “Ben de öyle yapacağım!” diye mırıldanıyordu Levin. “Ben de öyle yapacağım! Önemli değil… İşler yolunda…”
Hastaneye girdiğinde, zamanın bu büyük binaya değmeden geçtiğini ve içindeki hiçbir şeyin kolayca değişmeyeceğini düşündü. Tekerlekli sandalyedekiler, titreyen yaşlı kollar, serum hortumları, eğik boyunlar… Kalabalık, karışık ve umutsuz. Bir ay önce poliklinik kapısından girerken çok daha cesurdu. Şimdi ise geri dönmek için küçük bir sebep yeterdi. Biri düşse önünde, sara krizi geçirse, yol sorsa ya da cüzdanını çalsa…
Olmadı.
Saniyeler usulca kaydı, beş dakika beklediği kuyrukta sıra ona geldi. Elindeki tahlil numarasını camın altından uzattı, görevli önündeki bilgisayara girişini yaptı ve yazıcı gürültüyle kâğıdı boyamaya başladı.
İki sene önce yine buna benzer bir hastanede, mağrur ve bıkkın hemşireler, acılı ve asabi hastalar arasından ilk kez geçmek zorunda kalmıştı.
Kâğıdı uzatıp “Şuraya Halime Silik’in imzası gerekiyor” demişti görevli. Neredeyse hepten kapalı bir bölmede, yazıcıların ve birkaç bilgisayar monitörünün ortasında ceket ve kravatıyla oturan adam. “Cesedi teslim alan o.”
Karanlık bir köşede ölüme terk edilmiş koca yapraklı bitkilere benzetirken adamı, “Annem morgda. Çıkınca imzalattırayım” dedi Sabahattin. Hastanelerin morgu vardır, ekseriya bilinir. Filmlerden, hikâyelerden. “Senin girmene gerek yok” demişti annesi. Hastanelerin imamı da vardır ki başa gelmedikçe bilinmez. “İmamla yıkarız babanı. Sen bekle.”
O gün babasının cesedini Sabahattin’e göstermemeyi başardı Halime Hanım. İşlemler de çabucak bitti. Hastane bahçesinde bekleyen cenaze aracına takırdayarak bindirildi Selami Bey. Yanlarında bir amca, bir hala. Babasının son yıllarda iyice eğrilen yüzünü düşünüyordu Sabahattin. On beş yılın acısı bedeninden çıkınca rahatlamış mıdır? Yüzü düzelmiş midir? Takip eden arabanın arka koltuğundaydılar. Halime Hanım oğlunun elini tutarken ya iç geçirdi ya da derin bir nefes aldı.
İnceden kar yağıyordu cenazede. Kalabalık sayılırdı, ne de olsa memleket. Hafifçe soluyordu herkes. Havada koyulaşan, belli belirsiz nefesler. Mezarın başında duranların dudak uçlarına tek tek baktı Sabahattin. Hiçbiri üzülmüyordu. Bilakis rahatlamışlardı. Halime Hanım’ın sırtına sevecenlikle vurulup kulağına, “Allah kurtardı” dendi. Annesi bitkin. Gözleri, koyuverse yere kayacak. On beş yılın yorgunluğu kolay çıkmaz. Sabahattin’in genç bedeni bile biliyordu bunu.
Görevlinin, “Hekiminize gösterebilirsiniz” diyerek uzattığı kâğıda bakmadı, katlayıp cebine koydu. Hastanenin döner kapısı, dışarıda rüzgâr; incecik de kar serpiştiriyor. Günün geri kalanında yapacak işi kalmadı artık. Hayatının geri kalanında bir işi olup olmadığı ise cebindeki kâğıtta yazıyor. Eve gitmek iyi bir fikir olmayabilir. Montunun fermuarını çenesine kadar çekti, başına beresini geçirdi. Niyeti kaybolmak. Ama cebinde ölüm fermanıyla nereye kaybolunur? Soluğu ensenden çekilmeyen bir katille ya da karnına dolanmış saatli bombayla? Gözlerini kapatıp derin bir nefes aldı. O, gözleri yumuk dururken arkasında hastanenin kapısı dönüyor.
Babasının güçlü sesi cılızlaşmaya, konuşurken dili sürçmeye başladığında beş yaşındaydı. Gür bıyıkları, ani parlamaları ve heybetli vücuduyla tanıdıkları Selami Bey, belki birkaç sene daha evde bu bilindik haliyle gezinecek, daha sonra varlığı sindiği her yerden silinmeye başlayacaktı. Selami Bey azaldıkça, ona bakan Halime Hanım da azalacaktı. Kocasının uzuvlarından çekildikçe hayat, Halime Hanım’dan da çekilecekti. Yıllar böyle geçecek ve Sabahattin okulla ev arasında, kimseye ses etmeden, sessizce büyüyecekti.
Sabahattin, on dördünde yatılı okula kaydolduğunda, kendisi de dahil olmak üzere herkes bunun iyi bir fikir olduğunu düşündü. Ancak tatillerde eve geldiğinde, babasındaki değişimi çok daha çarpıcı şekilde görüyor, onun yavaş ölümünden uzak kaldığı zamanın kefaretini ödüyordu. İlk yaz tatilinde eve geldiğinde, anne ve babasını yeni bir âdet edinmiş buldu. Öğleden sonraları annesi, babasının incelmiş koluna giriyor, babası diğer eliyle tırabzanlara yapışıyor ve aşağıdaki çocuk parkının kenarında duran banka oturmak üzere, bitmez gibi gelen apartman merdivenlerini inmeye koyuluyorlardı. Banka oturduklarında babası yorgunluktan bitkin düşmüş vücudunu serer, başını havaya kaldırır ve ağzını açardı. Ağzının içine güneş dolar, kenarlarından salyalar akar, çocuklar onlara bakar, Halime Hanım da kocasının çıkardığı seslere öylesine cevaplar vererek salıncakları gözlerdi. Sabahattin, babasının yüzünde dalgalanarak büyüyen bu kara açıklığı izlerken düşünürdü: Ben de böyle hastalanırsam?
Hayır, hekime falan göstermeyecek. Hastalık hakkında ne lazımsa biliyor zaten. Hekimin de onun için yapabileceği bir şey yok. Cebine koyduğu sonuçta yazan CAG tekrar sayısı otuz beşi geçiyorsa, elveda Sabahattin. Seninle paylaştığımız şu kısa ömür her şeye rağmen güzeldi.
Sokaklarda kaybolamayacak ama eve kadar yürüyecek. Öyle niyetlendi. Yolu uzatmak, başıboş gezinmek için çok soğuk hava. Elleri de ceplerine girsin, omuzları yükselip boynunu sıkıştırsın. Kaldırımlarda birikmiş kar kalıntıları ve kırık taşlara bastıkça fışkıran kirli sular. İnce ince yüzü ıslansın.
Çamurlu asfaltın üzerinde, orada buldukları her ne ise şevkle gagalayan kargalar var. Kışın daha bir çirkinleşiyor bu kuşlar. Sabahattin’in gözü onlara takılmışken bir otomobil hızını kesmeden geçti kuşların olduğu yerden. Kargalar uçuştu. Bu görüntü her şeye rağmen güzel. Çoğu, refüjdeki sokak lambasının üzerine konduğunda Sabahattin’in bakışları tekrar yola düştü. Kuşların birisi uçamamış, yerde yatıyor.
Durdu Sabahattin, artık yürümüyor. Kuş, uçmak için kanatlarını çırptı. Uçamadıkça daha bir hırsla çırptı ama vücudu eğri büğrü. Sabahattin’in ayakları, bir adım ileri gidip yardım etmeye yeltenmekle, bir adım geri çekilip can çekişmesini izlemek arasında kaldı. Kuş birkaç kez daha uçmaya yeltendi ama artık teşebbüsleri kanat oynatmaktan öteye geçemiyor. Sabahattin’in elleri ceplerinden çıktı, iki yanına sarktı. Bu zavallı için yapılabilecek bir şey var mı? Üzerinden bir araba daha geçti.
“Sakın böyle konuşma” diye kızmıştı annesi. “Hasta falan değilsin.”
Birkaç gün sonra bu sefer o yanına gelmiş ve “Aslında bir test var” demişti. Ki o vakte kadar Sabahattin de öğrenmişti: Huntington DNA testi. “Ama on sekizine, hatta yirmine kadar yaptırmana izin vermeyeceğim.” “Lütfen” demişti bir de sonunda. Bir de sarılmıştı. On beş yaşındaydı Sabahattin o vakitler, arkadaşları internet kafede Quake oynuyorlardı.
Kuşun, arabanın iki tekeri arasında kaldığını görünce rahatladı Sabahattin. Aptalca belki, çünkü zavallının can vereceği her halinden belliydi. Elinde market poşetleri taşıyan bir kadın seri adımlarla Sabahattin’in önünden geçip yola çıktı. Refüje, kanatlarıyla asfaltı süpüren kuşun yanına bıraktı poşetlerini. Bundan sonrası birden oldu. Kadın hiç tereddüt etmedi ve yüzünde ifade yoktu. Besmele çekti sanki, dudakları kımıldadı ve yerde yatan kuşun başını gövdesinden ayırdı.
Kadın gittikten sonra refüje geçip ölünün başında dikildiğinde Sabahattin, en çok utanç hissediyordu. Yeterince güçlü olamamanın utanci. Vücudunun hafif sallantısında kuşun umutsuzluğu, kadının kararlılığı, kuşun teslimiyeti ve kadının dehşet dolu iyiliği vardı. Yani bunlar sağa, sola, öne ve arkaya ittiriyorlardı Sabahattin’i. Bir süre ittirdiler.
Elini cebine attıran, test sonucunun katlarını açtıran ise inat oldu. Bu kadar zayıf değilim, diye sayıklayan inat. Kâğıt açıldığında, kalbinin atışı vücudunu sarsacak kadar güçlenmişti. Ortadan ikiye yarılacak çünkü her şey. Bakmak için de okumak için de cesarete ihtiyacı vardı, o da geldi. Gençken cesaret, olur olmaz zamanlarda gelir çünkü.
2
Yumurtaya bulayıp kızarttığı ekmeğin ucundan küçük bir parça koparan ellerin ne kadar düzgün olduğunu düşündü Osman. Ekmek lokması havada kavis çizerek, aralanmış dudakların arasından girdi. Güzel el güzel ağzı yelpazelerken dudaklar da öne doğru uzandılar. Dikine minyatür vadilerle bezenmiş, dolgun ve pembe.
Osman’ın yüzündeki donuk gülümseme, karşısında soluyan ağıza yapışma arzusunu gizleme niyetiyle gitgide yaygınlaştı. “Çok sıcak, değil mi?” diye sordu, sempatik. Kübra’nın yanındayken hep böyle. Bir dalıyor bir çıkıyor Osman. İçinden geçen rüzgâra ve dışındakine.
Lokmasını yuttu sonunda ve “Çok, sıcak gerçekten” dedi Kübra. O’lar uzun, Kübra oyuncu. Erkeğin ilgisini okumak, kadınların yıllar içinde keskinleştirdikleri bir yetenek. Önceleri hissedilen -koklanan diyelim-, sonraları kolaylıkla anlaşılan – açık seçik okunan diyelim. Ama henüz kokusunu aldığı ilginin ağırlığını kaldıracak yaşta değil Kübra. Gencecik. O yüzden güldü. Hafiflesin. “Tarçın koymak nereden aklına geldi?” diye sordu. Bu sefer ekmekten büyükçe bir parça koydu ağzına. Ilımış. Osman omuzlarını silkti, “Bir restoranda yemiştim.” “Kim bilir nerede” dedi Kübra. Kır saçlı sevgilisini İspanya’da, Hong Kong’da ya da Fransa’da şık bir restoranda hayal etti. Osman güldü, cevap vermedi. Evin birkaç sokak arkasındaki gürültülü kafede yedi çünkü. Sevgilisinin hayran bakışlarının üzerinde gezinmesini seviyor çünkü. Onu can kulağıyla dinlemesini, gözlerinin irileşmesini ve arada dudaklarını yalamasını.
“Biraz da bal gezdireceğiz üstüne… İşte. Şimdi tam kek gibi oldu. Tadına bak.” Hazırladığı dilimi Kübra’ya uzattı, o da ısırdı. “Harika gerçekten.”
Genç kızın gözünde devleştiğinin farkında Osman. Bu algıyla oynaşmaya niyetlenmese, birazdan söyleyeceğine dili dönmezdi. Hâlâ elinde tuttuğu ekmek diliminden kendi de bir ısırık aldıktan sonra, lokmasını sağ yanağına sıkıştırarak konuştu: “Bu kadar sık gerçekten demeye devam edersen, gerçek hiçbir şey kalmayacak.”
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli)
- Kitap Adıİçeride Kalanlar
- Sayfa Sayısı156
- YazarAslı Akarsakarya
- ISBN9789750858178
- Boyutlar, Kapak13.5x21 cm, Karton Kapak
- YayıneviYapı Kredi Yayınları / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Tufanda Aşk Ezgileri ~ İlker Balkan
Tufanda Aşk Ezgileri
İlker Balkan
Bir zamanların dillere destan aşklarına özendiği halde post-modern aşklarda huzursuzluğa, tatminsizliğe ve mutsuzluğa yelken açanların çokluğunu hatırlayarak başlayın okumaya bu romanı. Platonik bir aşktan...
- Bülbülün Kırk Şarkısı ~ İskender Pala
Bülbülün Kırk Şarkısı
İskender Pala
Gönüllere Şifa Bir Hayat Hikâyesi: Hazret-i Muhammed… Selamlar ki, şeker dudaklıların vuslatı gibi içtendir, elbette onadır. Hasretler ki, âşıkların avazı kadar yanıktır, elbette onadır....
- Kayıp Yüz ~ Elçin Poyrazlar
Kayıp Yüz
Elçin Poyrazlar
Hayatındaki tek kadın benim En azından ben öyle sanıyordum. Ta ki telefonu çalana kadar. Ekranda isim yerine sayı vardı. Sıfır Gizli bir kod, bir...