Doğup büyüdüğü ve gençliğinde daralıp arkasına bakmadan kaçtığı Yenikent, yokluğunda neredeyse hiç değişmemişti. Bu ufacık şehirde zaman İstanbul’a kıyasla hâlâ yavaş akıyordu. Atmosferi oluşturan moleküller normalden daha ağırdı sanki ya da yerçekimi daha güçlüydü ve gözle görünmeyen bir kütle insanın sırtına çöküp hareketlerini yavaşlatıyordu.
Haritada belirsiz bir nokta: Yenikent. Çocukluğunun geçtiği kente yıllar sonra dönen meşhur bir gazeteci: Ezgi Sezgin. Bir anda kendisini karmaşık bir cinayet ve ilişkiler ağının içerisinde bulan Mert, Orhan, Mercan, Cüneyt ve diğerleri.
Hikmet Hükümenoğlu, Sonra Gözler Görür’de coşkulu bir polisiye hikâyenin peşinden gidiyor. Ezgi Sezgin’in bir yandan kendi hayatını yoluna koyma çabası, diğer yandan çözmek zorunda kaldığı karanlık bir cinayet onu zamanla bambaşka arayışlara itiyor ve olaylar gelişiyor…
*
(…)
Yürek bir kez görür, sonra hep gözler görür
Ben onu yüreğimle görmüşüm anlaşılan
Çözüldü artık o büyü (…)
Edip Cansever, “Boşversene Sen Niye Beklemeli”,
Sevda ile Sevgi, 1977
Yenikent, Türkiye’nin Kuzey Ege sahilinde (bazı kaynaklara[1] göre güneybatı Marmara) yer alan bir sanayi ve üniversite şehridir. Ulaşımın kısıtlı olması nedeniyle tarih boyunca dağınık köylerin bulunduğu bölgede, kıyı şeridini D550 karayoluna bağlayan tünelin 1969 yılında açılması[2] ve Yenikent Kâğıt Fabrikası’nın 1971 yılında kurulmasıyla[1] nüfus hızlı bir artış göstermiştir. Yenikent, 1975 yılında il olmuştur[3].
1977 yılında Yenikent Üniversitesi’nin açılması[4] ve genç nüfusun artmasıyla sadece bir fabrika şehri olmaktan çıkmış, aynı zamanda modern bir öğrenci şehri kimliği de kazanmıştır. Ülkenin çeşitli bölgelerinden işgücü yanında genç nüfusu da çekmiştir. 2000’li yıllarda ekonomik yavaşlama sebebiyle nüfus artışı durmuştur. Son genel sayıma göre Yenikent’in nüfusu 150 bin civarındadır[5].
Yenikent Kâğıt Fabrikası, 25 Mart 1967 tarihinde TürkiyeSSCB arasında imzalanan iş birliği anlaşmasının[6] ardından Sovyet kredisi ve Türk-Sovyet ortak yüklenimi ile inşa edilmiştir. 2004 yılında özelleştirilmesi tamamlanan fabrikanın tamamı, kuruluşundan bu yana yöneticilik görevini üstlenmiş olan bir Türk ailesine aittir. [7]
Yenikent, nüfus yoğunluğu açısından alt sıralarda yer almasına rağmen ekonomik ve kültürel önem açısından Türkiye’nin ilk beş şehri arasında sayılmaktadır. Her yıl düzenlenen Yenikent Uluslararası Film Festivali, dünya çapında ünlü yönetmen ve oyuncuları ağırlar.
Kaynak: https://tr.wikipedia.org/wiki/Yenikent
Birinci Bölüm
15 Eylül Pazar
Sağanak yağmur, 16°
1.
Gözlerini araladığında yemek masası fırıldak gibi dönüyordu. Tutunacak bir şey aradı, bulamayınca paniğe kapıldı. Sonra masayla birlikte döndüğünü ve korkmasına gerek olmadığını, ani hareketler yapmadığı sürece düşmeyeceğini anladı. Yanağı ahşaba yapışmış, sağ kolu uyuşmuştu ve o pozisyonda ne kadar uyuduğuna dair en ufak bir fikri yoktu. Çenesine akan tükürüğü eliyle sildikten sonra doğrulmayı denedi.
“Hadi kalk, yatağında uyu,” dedi arkasında tanıdık bir ses.
Birkaç saniye, belki de birkaç dakika sonra, “İstersen kalkmana yardım edebilirim,” diye ekledi.
Ezgi Sezgin bütün gücünü kullanarak başını çevirdiğinde oğluyla göz göze geldi. “Saat kaç?”
“Daha sabah olmadı.”
“Çok mu gürültü yaptım?”
“Uyumuyordum ki zaten.”
Uyumayıp beni beklemiş, diye düşündü. Utanç, zaten berbat bir durumda olan midesine bıçak gibi saplandı. Tavandan sarkan çıplak ampul, boş duvarlar, üst üste yığılmış koliler, hepsi masanın peşine takılmış dönmekteydi. Beyninin içindeki sıvılar da onlara uyup dönmeye başlayınca bulantı dalga dalga bedenine yayıldı. Kolunun dibindeki votka şişesini saklamak istedi ama o kadar zordu ki…
“Bugün cumartesi mi?” diye sayıkladı.
Batu, masaya uzanıp şişeyi güvenli bir mesafeye çekti. “Pazar oldu. Yüzünü yıkamak ister misin?”
“Ben iyiyim. Hadi, git yat.”
“Ama yardım istersen seslen tamam mı?”
Ardından karanlık ve çalkantılı bir boşluk.
Ezgi gözlerini tekrar açtığında yatak odasındaki perdenin aralığından sızan sivri ışık beynini deldi. Yatmadan önce çizmelerini ayağından fırlatıp atmaya gücü yetmiş fakat yağmurda sırılsıklam olmuş giysileri çıkarmayı becerememişti. Telefonunu aradı. Bulamayınca paniğe kapıldı. Üstünü başını yokladı ve kotunun arka cebinde eline sert bir şey değince rahatladı. Ekranda 13.22 yazıyordu.
Telefonuna duvar kâğıdı olarak geçen yaz çektiği bir fotoğrafı koymuştu: Güney’de kalabalık bir plajda Batu’yla ikisi yanak yanağa kameraya bakıp gülümsemişlerdi. Şimdi o buz gibi suya ayaklarını sokmayı, sivri çakılların üzerinde dengede duramayınca kendini hızlıca denize bırakmayı nasıl da…
…oradan kaçmak isterken koluna yapışan bir el, kendini kurtarmak için çırpınışı, düşünmeden savurduğu
yumruklar ve arkasına bakmadan hızla uzaklaşması…
…isterdi. Zihnine üşüşen diğer görüntüleri kovmak için gözlerini yumup başını iki yana salladı. Midesi ağzına gelince pişman oldu ve zar zor kalkıp banyoya kadar sürükledi kendisini. Musluktan su içti, boynunu ıslattı.
Uzun uzun yüzünü yıkadı. Saçını başını toplayıp biraz daha az perişan görünmeye çalıştı. Üniversitedeyken biriki defa çok kötü sarhoş olmuştu fakat artık vücudu böyle bir çileyi çekecek kadar genç değildi. Hadi o neyse de, oğlu onu bu halde ilk kez görüyordu.
Koridordaki kolilerin arasından dolanıp salona girdiğinde Batu’yu kanepeye uzanmış buldu. 17 yaşındaki oğlu televizyonun sesini iyice kısmış, çamurlu bir gölde yıkanan fillerin birbirlerine su püskürtmesini izlemekteydi.
Ayakucuna ilişip boş gözlerle o da ekrana baktı bir süre. “Kahvaltı ettin mi?”
“Çoktan,” diye mırıldandı Batu buz gibi bir sesle.
“Öğle yemeğini bile yedim.”
“Öyleyse akşama konsantre olalım,” diyen Ezgi uzunca bir sessizliğin ardından şansını denemeye karar verdi. “Mesela… bu şehirdeki en iyi pizzacıyı bulmak için keşfe çıkabiliriz belki.”
“Bu şehirde pizzacı var mı sence?”
“O kadar da abartmayalım,” dedi Ezgi suçlu suçlu. Kafasını ne tarafa çevirirse çevirsin açılmamış bir koli görmek fena halde canını sıkıyordu. Taşınalı bir ay olmuş gibi geliyordu, oysa daha dün bir bugün iki… hayır, üç gün geçmişti. Önce mutfağı bitirelim diye karar vermişlerdi, sonra giysiler ve en son kitaplar.
…koluna yapışan bir el.
Bir saniye dur da konuşalım.
Ne konuşacağız?
Hesapta sarhoş olup önceki gece olanları unutacaktı ancak mide bulantısıyla birlikte görüntüler parça parça geri dönüyordu. Şimdi sırası değil, dedi içinden, daha sonra hatırlarsın. Kitapları sona bırakmışlardı çünkü en zor iş oydu. Zaten önce rafları monte edecek bir usta bulmak gerekiyordu ve o bile başlı başına bir iş sayılırdı. Daha acil problemler vardı: Ampul almayı unutmuşlardı, üç gündür evde çalışır durumda buldukları iki ampulle idare ediyorlardı. Ve sadece yarım rulo tuvalet kâğıdı kalmıştı.
“Ne dersin, bir alışveriş listesi yapsak mı?”
Batu karakter atmayı bırakıp kanepede elinin altında duran not defterini açtı. “Sen uyurken yaptım,” dedi.
Yaşıtları her şeyi telefona yazarken o ilginç bir şekilde kâğıt kalem kullanmayı tercih ediyordu. Başka bir şehre taşınacaklarını öğrendiğinde hoşuna gitmeyen ve onaylamadığı bu “proje”yi safhalara ayırmış, yapılması gereken işleri belirlemiş ve bir tablo hazırlamıştı. Eşyalar toplanırken nakliyecilerin yanından ayrılmamıştı. Kolileri numaralamış, “Neyin nerede olduğunu bilmezsek yerleşirken çok zaman kaybederiz,” demişti. Gören de defalarca taşındı sanırdı ama bu daha ilk tecrübesiydi.
Fiziksel olarak da yaşından büyük gösteriyordu. Boyu çoktan annesini geçmişti. Nakliyecilerden biri, “Kardeşin sana bakıyordu abla,” dediğinde Ezgi, kardeşim kim, diye bir süre kafa patlatmıştı o kargaşada. Ve daha bu yaşta öfkesini kontrol etmeyi çok iyi beceriyordu. Kavga çıkarmamış, ağlayıp sızlamamıştı fakat kızgındı – ne kadar kızgın olduğunu bir bakışta anlayacak kadar iyi tanıyordu Ezgi oğlunu. Bakmasına bile gerek yoktu, sesinin tonundan ya da sözcüklerin arasındaki boşluklardan anlayabiliyordu.
2.
Doğup büyüdüğü ve gençliğinde daralıp arkasına bakmadan kaçtığı Yenikent, yokluğunda neredeyse hiç değişmemişti. Bu ufacık şehirde zaman İstanbul’a kıyasla hâlâ yavaş akıyordu. Atmosferi oluşturan moleküller normalden daha ağırdı sanki ya da yerçekimi daha güçlüydü ve gözle görünmeyen bir kütle insanın sırtına çöküp hareketlerini yavaşlatıyordu.
Pazar akşamüstü yağmur durmuştu ancak bulutlar yere değecek kadar alçak kayıp geçiyordu şehrin üzerinden. Arada sırada otomobilin camını indiren Ezgi, yüzüne vuran rüzgârla mide bulantısını dindirmeyi deniyordu.
Tenha bir marketten alışveriş yapıp torbaları Mini’ nin bagajına doldurmuşlardı. Ezgi, dönüşte yolu biraz uzatıp Batu’ya şehir merkezini dolaştırmaya karar vermişti. Yenikent’in atardamarı diye bilinen 19 Mayıs Caddesi bile pazar akşamı bu saatlerde oldukça sakindi. Işıkları yanan birkaç kafe ve pastane, garsonların tavırlarına bakılırsa kapanmadan önce son müşterilerin kalkmasını bekliyordu.
Batu buraya taşındıkları için kızmakta hiç de haksız değildi. İstanbul’daki okulunu seviyordu, kendi standartlarına göre yeterince zeki bulduğu bir-iki öğretmeni vardı. Çoğu zaman yedekte otursa da basketbol takımında olmaktan keyif alıyordu. Hafta sonları antrenman sonrası birlikte birkaç saat geçirdiği bir-iki arkadaşı bile vardı.
“Basket takımı için konuştun mu?” diye sordu Ezgi. Zafer Meydanı’na doğru saptıklarında tam karşılarında karanlık bulutların altında tuhaf bir ışıltıyla parlayan deniz belirdi.
“Seçmeler perşembe derslerden sonraymış. Biraz geç dönerim herhalde. Bu koku ne?”
“Kükürt. Fabrikadan geliyor,” dedi Ezgi. Şehrin ucunda heybetle dikilen ışıklı kütleyi gösterdi. Yenikent Kâğıt Fabrikası’nın ana binaları ve depoları sarı spotlarla aydınlatılmıştı. Tepesinde kırmızı ikaz ışığı yanıp sönen bacası, rampasında uzaya fırlatılmayı bekleyen bir füzeyi andırıyordu.
“Okul hiç fena değil sanki,” diye devam etti. “Spor salonu, laboratuvar filan bana güzel göründü, ne dersin?”
“Evet,” diye mırıldandı Batu. “Dün gece ne oldu?”
Bu soruyu beklemesine rağmen hazırlıksız yakalanmıştı. “Bir arkadaşımla tartıştık,” dedi sesini kontrol etmeye çalışarak.
“Sana kötü bir şey mi yaptı?”
“Hayır! Merak etme, kimse bana kötü bir şey yapmadı. Neden öyle düşündün ki?”
“Eve geldiğinde ağlıyordun.”
“Ağlıyor muydum?” dedi Ezgi. “Belki biraz hayal kırıklığına uğradım, o kadar. Önemli bir mesele değil. Nedense dün gece önemliymiş gibi geldi.”
Yapma Ezgi, dur da iki dakika konuşalım.
Konuşacak bir şey varmış gibi…
Üniversite öğrencileri, meydanı çevreleyen kafe ve restoranları bütçelerine daha uygun bulup tercih ettiğinden, burası Zafer Caddesi’ne kıyasla epeyce canlıydı.
“Bana kızgınsın, biliyorum,” diye ekledi Ezgi.
“Sarhoşken araba kullandığın için kızgınım.”
Sarhoşken araba kullanmadım diyebilmeyi çok isterdi fakat Batu’ya asla yalan söylememe prensibini bugüne dek bir kere bile bozmamıştı. Şimdi de bozmayacaktı. “Ne desen haklısın. Aptalca, salakça, şuursuzca bir hareketti. Söz veriyorum, bir daha olmayacak.”
“Küsseniz bile arkadaşının seni eve bırakması gerekirdi.”
Küsmek. Ezgi, kendine engel olamayıp gülümsedi ama Batu farkına varmadan hemen kendisini toplayıp ciddileşti. “Mazeret değil ama arkadaşımın yanından ayrıldığımda o kadar kötü durumda değildim.” Gerçekten de şişeyi yolda açık bulduğu bir TEKEL bayisinden almış ve çoğunu eve dönüp park ettikten sonra arabada içmişti. Radyoda acıklı şarkılar çaldığını ve bir noktada eve çıkıp yatağında uyumaya karar verdiğini hayal meyal hatırlıyordu. Âşık olduğu adama sürpriz yapmaya kalkıp onu başka birisiyle basan kadınların hikâyesine son derece sıkıcı bir klişe derken şimdi o kadınlardan birisi oluvermişti. Ne kadar saf olduğunu düşündükçe –hayır, saflık değil düpedüz aptallıktı bu– utancından yerin dibine geçiyordu. Senin yaşadığın şehre taşınmaya karar verdim, haber vermedim çünkü sürpriz olsun istedim. Şükürler olsun ki bunları yüksek sesle dile getirmemişti fakat aklından geçirdiğini inkâr edemezdi. Sürpriz bile sayılmayacak kadar önemsiz bir detay olduğuna kendisini inandırmak istemiş ve becerdiğini sanmıştı.
Ayrıca votka hiçbir işe yaramıyordu.
Tekrar caddeye çıkıp evin yolunu tuttuğunda, “Pizza yerken film seyrederiz belki,” dedi.
Batu yine karakter atmaya başlamıştı. “Daha internet bağlanmadı ki.”
“DVD seyrederiz. Sen seç, hangisini istiyorsan.”
İlginç bir şekilde oğlu yaşına rağmen DVD’lere, CD’lere, hatta kasetlere son derece aşinaydı. Babası, bütün koleksiyonunu birkaç yıl önce ona hediye etmiş, bu sayede çok puan toplamış ve Ezgi’yi fena halde kıskandırmıştı. Batu’nun çok sevdiği 80’lerin bilimkurgu klasikleri –bilhassa Ridley Scott’ın Blade Runner’ı– ona pek cazip gelmese de bu gece kesinlikle itiraz etmeyecekti.
…gözyaşları belli olmasın, hıçkırıkları duyulmasın istiyor. Yine de ona doğru dönüyor ve o sırada, ikinci
katın penceresinde tülün aralandığı gözüne takılıyor, ince bilekli bir el…
Önceki gece, âşık olduğu adam kapıyı açtığında öfkeyle içeri dalmış, salonu boş bulmuş ve neyse ki diğer odaları kontrol etmeye kalkıp kendisini daha da küçük düşürmeden aklı başına gelmişti. Koşarak kaçmıştı oradan. Sokakta başını kaldırıp pencereye baktığında tülü aralayan ince bilekli kadının suratını görememişti. Merak, sinsi bir diş ağrısı gibi beynini kemiriyordu. Ve şu anda bunları düşünmek istemiyor, zihnine laf geçiremediği için kendisine kızıyordu.
Telefonu çalmaya başladı. Ekrandaki ismi görünce kulaklığını taktı. Akın Tepecik, Yeni Haber gazetesinin genel yayın yönetmeni, yani yeni patronu. Ertesi sabah saat sekiz buçukta ilk mesaisine başlayacaktı Ezgi. İşe giriş için bir dosya dolusu evrak istemişlerdi ve hepsini toplayana kadar canı çıkmıştı. Bir tane daha isterlerse artık isyan edecekti. Adamın sesindeki ciddi tonu duyar duymaz evrak için aramadığını anladı. Söylediklerini dinledi.
“Elbette Akın Bey. 15 dakikaya oradayım,” dedi. Telefonu kapatıp direksiyonu kırana kadar beyni gazeteci kimliğine bürünmüştü bile.
“İş mi?” diye sordu Batu.
Ezgi suçlu suçlu başını salladı.
“Beni apartmanın önünde bırakıp devam edersin.”
“Torbaları yukarı taşımana yardım edeyim, sonra giderim.”
“Dert değil, tek başıma hallederim.”
“Önemli bir şey olmasa çağırmazlardı.”
“Biliyorum.”
Sokak lambaları birer ikişer yanmaya başlayıp ıslak asfaltı sarıya boyamıştı. Yeni evlerine giden ağaçlıklı yolun bomboş olmasını fırsat bilen Ezgi gaza biraz daha bastı. Motor sesi dışında otomobilin içinde çıt çıkmadı bir süre.
“Düşündüm de artık bir an önce araba kullanmayı öğrenmem lazım,” dedi Batu.
“Olur tabii… Niye aklına geldi ki şimdi?”
“Bir daha içki içtiğinde beni ararsın. Neredeysen gelip seni alırım.”
3.
Akın Bey, Ezgi’yi Kent Plaza diye sakil bir ismi olan, camla kaplı modern mimarili binanın kapısında karşılayıp kendi güvenlik kartıyla turnikeden geçirdi. 50 yaşlarında, kısa boylu ve yuvarlak suratlı bir adamdı. Üzerinde lacivert pantolon, kareli gömlek ve büyük olasılıkla karısının ördüğü kolsuz bir süveter vardı. Asansörde altıya basarken, “Normalde lobide güvenlikçi arkadaş olur. Sigara molasına çıkmış herhalde,” diye açıklama gereği duydu. “Biz de olmasak pazar gecesi bütün bina bomboş tabii.”
“Bütün bina gazetenin mi?”
Akın Bey güldü. “Biz iki kata rahat rahat sığıyoruz. Beş ve altı bizim, diğer katlarda başka firmalar var. Tam altımızda bir ihracatçı var mesela.”
Asansörün kapısı açıldığında Akın Bey nazikçe yol verdi. Ezgi, iki gün önce sözleşmesini imzalamak ve evrak bırakmak için gazeteye uğradığında aceleden etrafa alıcı gözle bakamamıştı. Batu, “Ofis güzel mi?” diye sorduğunda ne cevap vereceğini bilememiş, “Normal bir ofis işte,” diyebilmişti sadece. Bu defa da karanlıktan pek bir şey seçemedi. Açık kalmış birkaç ekran koruyucunun renkli ışığında dağınık masalar gözüne çarptı, kirli çay bardakları, dosyalar, kâğıt yığınları… Normal bir ofisti işte. Hafta sonu temizlik görevlilerinin ziyaret etmediği herhangi bir gazeteden farklı görünmüyordu. Boş olmasının dışında tabii.
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli)
- Kitap AdıSonra Gözler Görür
- Sayfa Sayısı504
- YazarHikmet Hükümenoğlu
- ISBN9789750764363
- Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Ruh Adam ~ Hüseyin Nihal Atsız
Ruh Adam
Hüseyin Nihal Atsız
“Ruh Adam”, Türk edebiyatında pek alışılmamış çeşitte bir romandır. Müellifin tarihi romanlarını okumuş olanlar, tarihi bir roman gibi başlayan bu eserin öyle olmadığını görecek,...
- Jerusalem ~ Markar Esayan
Jerusalem
Markar Esayan
“Eylül 1977 / Babamın beni almaya geldiği günü dünmüş gibi hatırlıyorum. Eve ürküntü veren bir gerginlik hâkimdi o akşamüstü” diye başlıyor Jerusalem. Esayan, bir...
- Beyinsiz Adam Yazıklar Olsun ~ Hakim Türkmen
Beyinsiz Adam Yazıklar Olsun
Hakim Türkmen
Hayatta en çok çayı seven, yıllarca Jean-Jacques Rousseau, Sokrates okuduğu halde dönüp dolaşıp babaannesinin laflarını hatırlayan, gündelik dertleri önemsemeyen, üşengeçlikte sınır tanımayan bir genç...