Yüzyıllar önce cadılıkla suçlanıp öldürülen kadınlara uygulanan muamele bugün farklı biçimlerde, sistemleşmiş ve doğallaşmış halde devam ediyor. O zamanlardan itibaren, önce şiddet yoluyla ve sonra ideal ev kadını modelinin inşasıyla dayatılan model, kadınları doğurganlık üzerine temellenen rollere hapsetti, çalışma yaşamından kopardı. Bu model, kadınların kimliklerini yok etti, zayıflattı, özgürlüklerini ellerinden aldı. Kadınlar birbirleriyle rekabete sokuldu, “ideal kadının” temsilcisi olmaya zorlandı. Bunlara başkaldıranlar en ağır biçimde cezalandırıldılar; ya toplumdan dışlandılar ya da bir erkeğin elinde can verdiler.
Bağımsızlığı ve kendini gerçekleştirmeyi; bekâr kalmak, çocuk sahibi olmak veya olmamak gibi kararlarını özgürce dile getirebilmeyi; türlü biçimlerde süren gençlik, güzellik dayatmasına karşı olgunluğun ve tecrübenin emaresi olaraksaçlarının beyazlamasını gururla izlemeyi seçen kadınlar işte bugünün cadıları…
Ataerkil düzen sadece “fıtratına” karşı gelen, sivrilen kadınları değil, bu sistemi farkına dahi varmadan içselleştirmiş kadınları da hedef tahtasına koyuyor; hatta belki onları daha fazla… Mona Chollet Bugünün Cadıları’nda cadılık yaftasını sahipleniyor. Tüm bu hikâyeyi popüler kültürden ve günümüz dünyasından verdiği örneklerle cüretkâr bir şekilde dillendirerek tabuları yerle bir ediyor, feminist olsun olmasın tüm kadınlara sesleniyor:
“Cadıların fısıltılarının bizi yönlendirdiği yolu takip edip düşünce dünyamızı ve hayal gücümüzü serbest bıraktığımızda büyük bir coşku bizi bekliyor olacak: cesaretin, isyanın, hayatı olumlamanın, otoriteye kafa tutmanın vereceği coşku.”
İÇİNDEKİLER
TEŞEKKÜR………………………………………………………………………………………………………………………………9
MİRASÇILAR.
GİRİŞ……………………………………………………………………………………………………………………………………….11
“Eski zamanların değil modern insanların kurbanları”………………………………14
Sivrilen kadınları bertaraf etmek………………………………………………………………………….18
İnkâr edilen veya gerçekdışı gösterilen bir tarih …………………………………………….23
Oz Büyücüsü’nden Starhawk’a ………………………………………………………………………………27
Alacakaranlığın kadın ziyaretçisi………………………………………………………………………….33
Geçmişteki olaylar dünyamızı nasıl şekillendirdi?………………………………………….38
Hydra denizcisinin kalbini yemek………………………………………………………………………….42
1 KENDİNE AİT BİR HAYAT.
BAĞIMSIZ KADIN BELASI………………………………………………………………………………47
Yardıma muhtaçlar, dolandırıcılar ve serbest elektronlar………………………….49
Maceracı kadın: Yasaklı rol model ………………………………………………………………………54
Hedef: İsyancılar………………………………………………………………………………………………………….62
Odun ateşinin gölgesi………………………………………………………………………………………………….67
Kim bu şeytan?……………………………………………………………………………………………………………..70
Her daim “silinip giden” kadınlar………………………………………………………………………..75
Hizmet etme refleksi…………………………………………………………………………………………………..81
“Annelik müessesesi”: Ayakta pranga………………………………………………………………..88
2 KISIRLIK ARZUSU.
ÇOCUKSUZ HAYAT: BİR İHTİMAL …………………………………………………………….93
Başka seçeneklere doğru bir sıçrama ………………………………………………………………….99
Çocuk iste(me)menin karmaşık simyası …………………………………………………………..103
Düşünme-me alanı…………………………………………………………………………………………………….107
“Doğanın” son kalesi……………………………………………………………………………………………….111
Ormanın açık alanında ……………………………………………………………………………………………118
Kabul edilemez bir söz…………………………………………………………………………………………….123
Son sır……………………………………………………………………………………………………………………………130
3 ZİRVE SARHOŞLUĞU.
“KOCAKARI” ALGISINI KIRMAK……………………………………………………………139
“Yaşlandılar bile”…………………………………………………………………………………………………….143
Yaş farkı……………………………………………………………………………………………………………………….147
Ebedi gençliğin sonu mu?………………………………………………………………………………………155
Kadınlar karşı gelmeye başladığında………………………………………………………………..161
Çitin kadın gardiyanları………………………………………………………………………………………….166
“İğrenme denince akla gelen figür”………………………………………………………………….170
Şeytanlaştırılan arzu………………………………………………………………………………………………..175
“Bir başka yasa icat etmek”………………………………………………………………………………..179
4 BU DÜNYAYI TERSYÜZ ETMEK.
DOĞAYLA SAVAŞMAK, KADINLARLA SAVAŞMAK………………………187
“Neyin mükemmeliyeti?”………………………………………………………………………………………192
Doğanın ölümü……………………………………………………………………………………………………………198
Dreuf, Popokoff ve diğerleri………………………………………………………………………………….203
“Bunların hepsi numara yapıyor”………………………………………………………………………210
Subliminal bir dayanışmanın doğuşu ………………………………………………………………..215
Hastaya insan muamelesi yapmak……………………………………………………………………..219
Akıldışılık, sanılan tarafta olmadığında…………………………………………………………..223
Başka bir dünyanın eskizi………………………………………………………………………………………226
“Histerik kadınların” isyanı…………………………………………………………………………………229
Aynı anda iki özgürleşmeyi düşünmek………………………………………………………………233
“Sizin dünyanız bana uymuyor”…………………………………………………………………………237
MİRASÇILAR.
GİRİŞ
Elbette Walt Disney’in Pamuk Prenses masalında siyah şapkasının altından görünen tel tel gri saçlarıyla, ucuna siğil konmuş kemerli burnuyla, tiz kahkahasını atınca alt çenesinde görünen tek dişiyle ve şeytani görüntüsünü kuvvetlendiren çılgın gözlerinin üstündeki kalın kaşlarıyla hepimizin aşina olduğu cadıyı ben de biliyordum. Ancak çocukluğumda bende iz bırakan cadı Buzları Eriten Fır Fır’dı.
Buzları Eriten Fır Fır, İsveçli çocuk romanı yazarı Maria Gripe’nin (1923-2007) yazdığı, İskandinavya’daki hayali bir köyde geçen Le Château des enfants volés [Kaçırılan Çocuklar Şatosu] isimli kitabın cadısıydı.1 Evi bir tepenin üzerine, bir elma ağacının altına konuşlanmıştı. Ağacın, göğü adeta ortadan ikiye bölen silueti çok uzaklardan görünürdü. Yaşadığı yer huzurlu ve çok güzeldi, ancak komşu köyün sakinleri bir keresinde evin yanında bir darağacı görüldüğü söylentisinden ötürü eve yaklaşmaktan çekinirdi. Gece çöktüğünde, yaşlı kadın −Bilgelik Kuyusu’ndan aşağı sarkarken tek gözünü kaybeden− kuzgunu Solon ile konuşup bir yandan dokumasını işlerken evinin penceresinde hafif bir parıltı belirirdi. Bu cadının, beni büyü yapma gücünden çok daha fazla etkileyen özelliği, derin sükûneti, gizemli havası ve geleceği görebilme gücüydü.
Dış görünüşünün tasviri beni büyülerdi: “Evinden her zaman lacivert, bol ve geniş yakalı pelerinine sarılmış halde çıkardı. Pelerinin yakası rüzgârda ses çıkarır, başının çevresinde yumuşak hareketlerle uçuşurdu.” Fır Fır takma adı buradan gelirdi. “Garip bir şapkası vardı. Şapkanın kenarları çiçeklerle süslüydü, mor renkteki üst kısmından ise kelebekler sarkardı.” Onunla yolda karşılaşanlar, “her daim değişen ve insanlar üzerinde inanılmaz bir etki yaratan” mavi gözlerinin ışıltısıyla çarpılmışa dönerdi. Belki de Buzları Eriten Fır Fır’ın bu görünümü, modayla ilgilendiğim yaşlarımda, kızlara tenlerini ve vücut hatlarını alabildiğine sergilemelerini dayatan baskın estetik giyim anlayışının aksine Yohji Yamamoto’nun bol giysilerden, devasa şapkalardan oluşan, kumaşı sadece bir örtünme aracı olarak kullanan heybetli kreasyonlarını sevmeme sebep olmuştur.2 Hafızamda bir tılsım gibi yer eden, çevresindeki herkesi kollayan ve izleyen Fır Fır, güçlü, kudretli bir kadın izlenimi bırakmıştı bende.
Aynı zamanda onun kalabalıktan elini eteğini çekmiş olmasını ve köy sakinleriyle ne çok mesafeli ne çok içli dışlı olan ilişkisini de sevmiştim. Yazar Maria Gripe, Fır Fır’ın evinin bulunduğu tepeyi tasvir ederken sanki tüm köyü “kanatları altında” koruduğunu yazmıştı. Öte yandan bu cadı muhteşem halılar dokurdu: “Dokuma tezgâhının önüne oturmuş çalışırken derin düşüncelere dalardı. Aklından geçenler tüm köy halkını ve onların hayatını ilgilendirirdi. Öyle ki, bir sabah, onların başına ne geleceğini kesin bir şekilde görebildiğini fark etti. Dokumasına eğilmiş vaziyette elleriyle işlediği desenlerde her birinin kaderini okuyordu.” Dışarıda nadiren ve kaçak halleriyle görülmesi ona rastlayanlar için kısmet anlamına gelirdi: O tüm kış boyunca ortalarda görünmezdi ve evinden çıkması, o gün termometreler “sıfırın altında otuz dereceyi gösterse bile” baharın şüphesiz gelmek üzere olduğunun işaretiydi. Kimse gerçek adını bilmese de takma ad olarak ona “Buzları Eriten” denmesini açıklayan şey tam da buydu.
Hansel ve Gretel’deki, Mouffetard Sokağı’ndaki cadılar veya Rus masallarında rastladığımız, kütükler üzerine inşa edilmiş kır evlerinde iki büklüm yaşayan babayagalar* gibi korkutucu karakterler bile bende tiksinti değil heyecan uyandırırdı. Onlar hayal gücümü kamçılar ve tüyleri diken diken edişlerinin tadı damağımda kalırdı. Uyandırdıkları macera hissiyle, başka bir dünyaya açılan bir pencere gibiydi onlar benim için. İlkokuldayken teneffüse çıktığımızda arkadaşlarımla okul avlusundaki çalılıkların ardında yaşadığına inandığımız cadıyı kovalardık, çünkü öğretmenlerimizin anlam veremediğimiz tembelliği yüzünden bu işin bize kaldığını düşünürdük. Tehlike bize macera vaat ederdi. İşte o an hayatta her şeyin mümkün olduğunu ve kız çocuklarına biçilen “hanım hanımcık” ve “cici kız” olmayı öğreten kalıpların, kadınların değişmez kaderi olmayabileceğini sezerdik. Ezberler altüst edilmezse çocukluğun tadı tuzu olmazdı. Ancak cadı kavramı Buzları Eriten Fır Fır ile benim için kesin olarak olumlu bir anlam kazandı. O, hep son sözü söyleyendi, kötüleri yere serendi. Sizi küçümseyen bir rakibe galip gelmenin ve intikamın hazzını yaşatırdı. Biraz Hayalet Kız’ı andırırdı.** Ondan tek farkı, gücünü akrobatik hareketlerden değil zekâsından almasıydı. Ayrıca tek parça sportif kostümü de yoktu –ki bu benim işime geliyordu, çünkü spordan nefret ediyordum. Fır Fır sayesinde, kafamıza kazınan imgenin aksine, kadının fazladan bir gücü temsil edebileceğini düşünmüştüm. İlk duyduğum andan beri “cadı” kelimesi beni cezbediyordu, sanki benim de sahip olabileceğim bir güce işaret ediyordu. Bu sözcük, çevresinde bir enerji yaratıyor ve köklü bir bilgeliği, hayat veren bir gücü, resmî bilginin daima baskı altında tutup küçümsediği bir deneyim birikimini düşündürüyordu. Ayrıca ömür boyunca hiç usanmadan çalışılıp ustalaşılan, öğrenirken gösterilen tutku sayesinde insanı her şeyden –en azından kısmen– koruyacak bir sanata kendini adama fikri de hoşuma giderdi. Cadı sözcüğü her tür tahakkümden ve sınırlandırmadan kendini azat etmiş kadını çağrıştırıyor halen bana. Yönelmemiz gereken ideali temsil ediyor ve bize yol gösteriyor.
“Eski zamanların değil modern insanların kurbanları”
Etrafımızı saran popüler kültür ürünlerine konu edilen cadı karakterlerine bir fantezi ürünü gibi davranıldığını, süper güçleri olan kahraman imajı verildiğini ve hepimizin algısının yönlendirildiğini fark etmem şaşırtıcı bir şekilde uzun sürdü. Hayal gücünü harekete geçiren bir karakter olarak görülmesinden ve olumlu bir imgeyle anılmasından önce “cadı” kelimesi aşağılayıcı bir sıfat olarak, sahtekârlıkla itham edilen kadınları tarif etmek için kullanılırdı ve on binlercesinin işkence görüp öldürülmesine sebep olmuştu. Özellikle 16. ve 17. yüzyıllarda Avrupa’da sürdürülen cadı avları, toplumsal bilinçte ilginç bir yer tutuyordu. Cadıların yargılanması akıl dışı suçlamalara (Sabbat’a* katılmak veya Şeytan ile anlaşmak, hatta cinsel ilişkiye girmek için geceleri uçtukları gibi gerçekdışı iddialar) dayandırılıyordu. Bu suçlamalar onları bu dünyanın dışında bir âleme ait gösteriyor, bu sayede gerçek hayatta uğradıkları zulüm hafifletiliyor, tarihsel köklerinden koparılıyorlardı. Cadı imgesini günümüzde düşününce, süpürgesiyle uçan ve hem hafif hem de alaycı bir temsil gözümüzün önüne geliyor. Bu algıyı Martin le Franc’ın Le Champion des Dames [Kadınların Savunucusu, 1441-1442] isimli el yazması kitabının sayfa kenarındaki çizime borçluyuz. Bu cadı tasviri bir Tim Burton filminden, “Tatlı Cadı” dizisinden veya Cadılar Bayramı dekorasyonundan fırlamış gibi duruyor. Gelin görün ki 1440’lı yıllarda cadı kelimesi acı dolu yüzyıllar anlamına geliyordu. Sabbat’ın adını geçirmişken bir not düşelim. Tarihçi Guy Bechtel şöyle diyor: “Bu kadınlar ile Sabbat arasında bağ varmış gibi gösteren ideolojik uydurmalar birçok zulme sebep oldu.”3 Ayrıca acı dolu cinsel işkencelerin yakıcı gerçekliği ise Marquis de Sade’ın yarattığı imgelerde eritildi ve zevk algısı yaratmaya başladı.
2016 yılında Belçika’nın Brugge şehrindeki Aziz John Müzesi’nde “Bruegel’in Cadıları” isimli bir sergi düzenlendi. Bruegel şehrin ileri gelenlerinden bir Felemenk idi ve cadıları eserlerine konu eden ilk ressamdı. Meydanda bulunan bir duvarın üstünde ise Brugge’de cadılık yaptığı gerekçesiyle yakılarak öldürülen onlarca kadının ismi yazılıydı. “Brugge’nin birçok sakini hâlâ bu kadınların soyadlarını taşıyor. Geçmişte cadılıkla suçlanmış bir kadının akrabası olduklarını, sergiyi ziyaret edene dek bilmiyorlardı.”4 Müzenin müdürü bunu gülümseyerek anlatıyordu; sanki insanın soyağacında yer alan bir masumun akıl almaz suçlamalar sonucunda katledilmesi, arkadaşlar arasında anlatılabilecek küçük bir hatıra olabilirmiş gibi… Tam bu noktada sorgulamak gerekiyor: İnsan başka hangi kitlesel kıyımı, üstünden yüzyıllar geçse bile, yüzünde bir gülümsemeyle anlatmaya cesaret edebilir?
Cadı avları, bazen bir ailenin tamamını yok ederek, korkunun hüküm sürmesini sağlayarak, birtakım davranışları acımasızca cezalandırarak ve bazı –şimdi tahammül gösterilmesi imkânsız− pratikleri uygulayarak yaşadığımız dünyayı şekillendirdi. Eğer bu cadı avları yaşanmasaydı bugün muhtemelen çok farklı toplumlarda yaşıyor olurduk. Bu avlar; yapılan seçimler, ayrıcalık tanınan ve mahkûm edilen yollar hakkında çok şey anlatıyor. Buna rağmen onlarla yüzleşmekten kaçınıyoruz. Tarihin bu yüzünün gerçekliğini kabul etsek bile onunla aramıza mesafe koymanın bir yolunu buluyoruz. Örneğin cadı avı yıllarını, artık hiçbir ortak özelliğimiz olmayan, kötülenen ve gerici olarak gösterilen Ortaçağ ile özdeşleştirme hatasına düşüyoruz. Halbuki en büyük cadı avları, yüceltilen Rönesans devrinde yaşandı. 1440’ta başlayan cadı avları, 1560 yılından sonra genişleyerek devam ettirildi. 18. yüzyılın sonlarında bile hâlâ infazlar gerçekleştiriliyordu. 1782’de, İsviçre’nin Glaris kantonunda Anna Göldi’nin başının kesilmesi gibi… Guy Bechtel’in dediği gibi, cadılar aslında “karanlık Ortaçağ’ın değil, modern insanların kurbanlarıydı.”
Aynı şekilde, yapılan zulümler için, kötülükleriyle nam salmış engizisyoncularda cisimleşen güçlü köktendincilik sorumlu tutuluyor. Oysa engizisyon her şeyden önce kâfirlerle ilgilenmiş, cadı avı neredeyse hiç yapmamıştır. Cadılıkla ilgili mahkûmiyet cezalarının ezici çoğunluğu laik mahkemelerce verilmiştir. Büyücülük konusunda laik yargıçların “Vatikan’dan çok daha zalim ve katı”6 olduğu anlaşılıyor. Dinsel inanç temelli bir dünya söz konusu olduğunu düşünecek olursak onlar ile engizisyon mahkemeleri arasında ancak göreli bir farktan bahsedilebilir. Yapılan zulme karşı çıkan az sayıda insan bile –1563’te “masumların kanının akıtıldığını” söyleyen Doktor Jean Wier gibi– Şeytan’ın varlığını inkâr etmez. Protestanlara gelince, akla daha fazla önem verir bir görüntü çizseler bile onlar da Katolikler kadar şevkle cadı avlarına katılmıştır. Hıristiyanlıkta yapılan Reform hareketiyle İncil’in keyfî yorumlamalardan bağımsız bir şekilde yeniden ele alınması, kadınlara karşı daha merhametli olmayı sağlamamıştır. Tam aksine! Cenevre’de Calvin’in emriyle otuz beş “cadı” Eski Ahit’in sırf iki satırında “Büyücülerin yaşamasına izin vermeyeceksin” yazıyor diye infaz edilmiştir. Dönemin hoşgörüsüzlük ikliminde mezhep savaşları sebebiyle ortamın kan gölüne dönmesi –1572 yılında Paris’te yaşanan Saint Barthélemy katliamında tam üç bin Protestan öldürülmüştü– her iki cephede zulüm ve işkence uygulamalarını katbekat artırmıştır.
Dürüstçe söylemek gerekirse, cadı avlarıyla yüzleşemiyorsak, bunun nedeni günümüz dünyası hakkında çok şey söylemesidir. Zira cadı avlarını konuşmak, insanlığın en ümit kırıcı yüzüyle hesaplaşmak anlamına geliyor. Cadı avları, toplumun daima mutsuzluğundan ısrarla sorumlu tuttuğu bir günah keçisi seçtiğini ve gitgide bir akıldışılık sarmalına kendini hapsettiğini gösteriyor. Nefret söylemleri ve takıntı haline gelen düşmanlık, toplumun nefsi müdafaası olarak görülen fiziki şiddeti meşru gösterme amacı taşıdığı için mantıklı hiçbir açıklamaya izin vermiyor. Bu avlar, Françoise d’Eaubonne’un sözleriyle, insanoğlunun “akla mantığa sığmayacak sebeplerle katliamlar yapabildiğini” gösteriyor.7 Cadı olarak görülen kadınların şeytanlaştırılmasının Yahudi karşıtı hareketler ile birçok ortak noktası olduğunu söylemek mümkün. Örneğin cadıların “Sabbat günlerinden” veya “sinagoglarından” bahsediliyor, Hıristiyanlığı yok etmek için “Yahudiler gibi” casusluk yaptıkları ve yine onlar gibi kemerli burunları olduğu söyleniyordu. 1618 yılında Fransa’nın Colmar şehrinin yakınlarındaki bir infaz sırasında canı sıkılan bir kâtibin mahkûm kadının resmini infaz defterinin kenarına çizdiğini görüyoruz: Çizime göre kadın saçını Yahudi kadınlar gibi taramıştı ve “Davut yıldızlarıyla süslü bir kolye takıyordu.”
Sorunların kaynağı olarak bir günah keçisi belirlemek ve onu hedef tahtasına oturtmak alt tabakanın değil her zamanki gibi yukarıdakilerin, okumuş zümrenin başının altından çıkmıştır. Cadılık iftirasının doğuşu yaklaşık olarak 1454’te matbaanın icadıyla aynı döneme denk gelir −ki matbaanın bu iftiranın yayılmasında önemli bir payı vardır. Bechtel bunu, dönemin tüm iletişim araçlarının kullanıldığı bir “medya operasyonu” olarak tanımlıyor. “Okuyanlar için kitaplar yoluyla, diğerleri için vaizler aracılığıyla ve geri kalan herkes için mümkün olan her yöntem kullanılarak cadılara karşı düşmanlık tohumları ekiliyordu.” İki engizisyon görevlisi, Alsace’lı Henri Institoris (veya Heinrich Krämer) ve İsviçre’nin Basel şehrinden Jakob Sprenger’in yazdığı Malleus Maleficarum [Cadıların Çekici] adlı kitap 1487’de yayımlandı. Adolf Hitler’in Kavgam’ıyla yarışabilecek düzeyde nefret söylemi içeren bu kitap yaklaşık on beş kez yeniden basıldı ve geniş çaplı avlar süresince Avrupa çapında otuz bin kopya sattı. “Ortalığın yangın yeri olduğu zamanlarda her cadılık davasında yargıçlar bu kitabı esas aldılar. Malleus’da yer alan soruları sorar ve Malleus’da yer alan cevapları almayı beklerlerdi.”9 Matbaanın kullanımına dair zihnimizde yer eden idealleştirilmiş bakışla çelişen bir durum bu… Bu kadınların ciddi tehdit teşkil ettiği inancının yayılmasıyla onları etkisiz kılmak için akıl almaz yöntemlerin geliştirilmesine zemin hazırlayan Malleus Maleficarum kitabı, adeta toplu bir sanrı iklimi yarattı. Kitabın başarısı “şeytan uzmanı” olan ve benzer kitaplar yazan yeni kişilerin ortaya çıkmasına meydan verdi. Üstelik bu eserlerin öfkeden delirmiş yazarları –Fransız filozof Jean Bodin (1530-1596) gibi– bilge ve itibarlı kişiler olarak nam saldı. Bechtel şöyle diyor: “Bu isimlerin yarattığı iyi insan algısı ile şeytanlık üzerine ortaya koydukları çalışmalarında görülen acımasızlık ne de büyük bir tezattır.”
Sivrilen kadınları bertaraf etmek
Tüm bu hikâyeleri öğrendikçe buz kesiyoruz, hele ki kadınsak. Elbette birçok erkek de cadılık suçlaması sonucunda infaz edildi; ancak kadın düşmanlığı zulmün ana sebebiydi. Malleus Maleficarum’da “cadıların küçük bir detay” olduğundan bahsediliyor. Kitabın yazarları cadılık faaliyetlerinden pek bahsetmiyor bile. Onlara göre göre kadınların yaydığı “kötülük” olmasaydı “dünya birçok tehlikeden kurtulmuş” olurdu. Fiziken ve ruhen zayıf olan ve doymak bilmeyen bir lüks arzusunun esiri olan kadınlar şeytan için kolay bir hedef haline geliyordu onlara göre. Mahkemelerde yargılanan sanıkların % 80’i ve mahkûmların % 85’i kadındı.10 Yargı karşısında son derece savunmasızlardı. Fransa’da sanıkların sadece % 20’si erkekti ve bu erkeklerin % 50’si temyize gidebiliyordu. Cadı avlarından önce mahkemeler kadınların şahitliğini bile kabul etmezken Avrupalı kadınlar kitle halinde sanık olarak davalarda yer buluyordu.11 1587-1593 yılları arasında Almanya’nın Trier şehrindeki yirmi iki köyde gerçekleşen karalama kampanyası (ki Almanya ve İsviçre cadı avının başladığı ve merkez üssü olan yerlerdi) öyle vahşiydi ki sadece iki köyde birer kadın hayatta kalabilmişti. Toplamda 368 kadın yakılmıştı. Anneanne-anne-kız torun şeklinde olmak üzere tüm soy yok ediliyordu. 1670’te Fransa’nın Cambrésis şehrinde 77 yaşındaki Magdelaine Denas, hakkındaki suçlamalar açık ve net olmamasına rağmen yakılmıştı. Onun teyzesi, annesi, kızı da infaz edilmişti, çünkü cadılığın kalıtımsal olduğuna inanılıyordu.
Suçlamalar uzun bir süre yüksek zümredeki kadınlara etki etmedi. Üst sınıftaki kadınlara sıra geldiğinde dava dosyaları hızlıca kapanıyordu. Sadece bazı asillerin siyasetteki düşmanlarının onlara zarar vermek için kızlarını ve eşlerini cadılıkla itham ettiğini görüyoruz; zira bu, rakiplerine doğrudan zarar vermelerinden daha kolaydı. Çoğunlukla kurbanlar alt tabakadan oluyordu. Kadınlar, kendilerini tamamı erkeklerden oluşan kurumların ellerinde buluyorlardı. Sorgu memurları, rahip ve papazlar, işkenceciler, gardiyanlar, yargıçlar, cellâtlar, hepsi erkekti. Nasıl bir korku ve ümitsizlik yaşadıklarını tahmin edersiniz; üstelik bu zorlu sınavda kendilerini çoğunlukla mutlak yalnızlık içinde buluyorlardı. Ailelerindeki erkekler nadiren onları savunurdu –tabii eğer kadını suçlayanlar onlar değilse. Bazıları, erkeklerin bu tutumunun korkudan kaynaklandığını düşünüyor; zira suçlanan erkeklerin çoğunun suçu “cadının” akrabası olmaktı. Silvia Federici’ye göre erkeklerin bir kısmı “eşlerinden, ısrarcı metreslerinden kurtulmak veya baştan çıkardıkları veya tecavüz ettikleri kadının intikam almasını önlemek” için dönemin genel fişleme ikliminden faydalanmıştı. Federici, “bu dehşet ve propaganda yıllarının, erkeklerin kadınlara karşı derin psikolojik yabancılaşma yaşamasına sebep olduğunu” belirtiyor.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Feminizm Güncel Sorunlar İnsan ve Toplum Kadın - Erkek İlişkileri
- Kitap AdıBugünün Cadıları - Kadınların Yenilmez Gücü
- Sayfa Sayısı240
- YazarMona Chollet
- ISBN9789750528620
- Boyutlar, Kapak13,5 x 21 cm, Karton Kapak
- Yayıneviİletişim Yayınları / 2023