Önceki hayatından ve travmalarından kaçarak Punta Arenas’ta inzivaya çekilen Miguel. Santiago’daki hayal kırıklıklarıyla dolu hayatından kaçarak onun yanına giden kızı Marcela. Ve ikisi arasında bir bağa dönüşen, kalamar gemisinde geçirdiği günleri ve gemiden kaçışını atlatmaya çalışan Koreli Lee. Bu üç karakteri bir araya getiren Aldanış Adası Kore filmlerini andıran durağan stiline, iç içe geçen diyaloglarla ilerleyen dingin ritmine paralel olarak yoğun bir endüstriyel dumanın ve çılgınca çalışma hızının da süregeldiği bir dünya sunuyor Güney Amerika’nın ıssız Ateş Toprakları’nda.
Kurtuluş umuduyla hayatlarını riske atarak Macellan Boğazı’nda balık işleme gemilerinden Patagonya’nın buz gibi sularına atlayan Uzakdoğulu denizciler hakkındaki gerçek haberlerden ilham alan Aldanış Adası köleliği aratmayan çalışma koşullarını ve denizlerdeki sömürü düzenini hikâyeye yedirerek gerçekle kurgunun sınırlarını eritiyor.
Aldanış Adası 2014’te Ne Rezalet adlı öykü kitabıyla Roberto Bolaño Ödülü’ne değer görülen Paulina Flores’in ilk romanı.
*
6 ARALIK 2013
“Ben ne yapayım?” diye sordu Miguel neşeli bir sesle. Balıkçıların hiçbiri cevap vermedi ama o mesajı almıştı. Onu yok saydıkları ya da alaya aldıkları için değildi –gerçi öyle olsa da saygı gösterirdi-; işlerine yoğunlaşmışlardı sadece, üstüne bir de acemi dördüncü tayfaya, yani Miguel’e düşen işleri paylaşıyorlardı. Demir alma işlemleri açıklamanın zahmetine değmeyecek kadar basitti belki. Miguel için sakıncası yoktu; asla tembel olmamıştı, kendini kanıtlamasına da gerek yoktu; kendi işini iyi yapardı ama bu –Emilio’nun teknesi ve yengeç avionun kendi işi değildi.
Kenara çekildi ve bütün dikkatini kimsenin ayağına dolanmamaya yoğunlaştırdı.
Bızdık Onofre pürdikkat, parkası şimdiden kirlenmiş halde, küçük, sarsak adımlarla hareket ediyordu. Öteki tayfanın adını hatırlayamadı. Emilio’nun akrabası olduğunu biliyordu, ikinci derece kuzeni ya da yeğeniydi, Chiloé’den gelmişti. Demir almak için gökyüzünün tamamen kararmasını beklediler. On beş yıldır Punta Arenas’ta yaşayan Miguel göğün gece yarısına doğru kararmasına alışmıştı ama daha önce hiç açık denize çıkmadığından biraz gergindi doğrusu. Rihtima son bir kez bakmak için kıç küpeştesine yaklaştı. Perspektif işini zorlaştırdı; sanki tekne hâlâ olduğu yerdeydi, hareket eden de tekne değil, diğer her şeydi. Gevşemek için bir sigara yaktı. Duman sıcak ve şefkatliydi ama görsel yanılsama devam etti.
Başını sallayıp bu fikre alışmaya çalıştı. O ve ondan sonraki sekiz gece küçük teknenin kuşetlerinde yatacaklardı. Dört kişi bir arada yatmayacaklarını umuyordu.
“Şimdiden sıkıldın mı denizci?” diye sordu Emilio, Miguel köprü üstüne girdiğinde.
“Fazla bir şey yaptırmıyorlar ki,” dedi Miguel yanına yerleşerek.
“Bir de şikâyet mi ediyorsun,” dedi kaptan ısrarla, ileriye bakmaya devam ederek. “Çalışsın biraz miskinler. Sana da sıra gelecek, o zaman göreyim seni…”
Miguel iskandil aletine göz atmak, kontrol panelini sökmek için köprü üstüne daha önce birkaç kere girmişti ama hareket halindeyken farklıydı sanki. İyice küçük ve karmakarışık görünüyordu; oysa her şey -termoslar, küllükler, gönyeler, hatta bir tırnak makası, ahşaba sağlam şekilde sabitlenmişti. İzole bantla cama yapıştırılmış aziz resimlerini ve yapma çiçekleri inceledi.
“Burası kaptan köşkünden çok ölüleri anmak için yol kenarına yapılan küçük anıtlara benziyor,” diye takıldı.
Emilio cevap verme zahmetine katlanmayacağını belirtmek için kaşlarını havaya kaldırdı.
“Ya bu, geleceği görmene mi yarıyor, koca büyücü?” diye israr etti Miguel elini pusulanın bombeli yüzeyinde gezdirerek. Yine cevap alamayınca panele sabitlenmiş mumun aleviyle oynamaya koyuldu.
“Ben senin inançlarına karışıyor muyum?” diye çıkıştı sonunda kaptan.
Miguel ellerini kaldırıp masum çocuk ifadesi takındı.
“Birazdan görürüm seni. Az sonra altını ıslatıp mum diye yalvaracaksın.”
“Olabilir aslında, ama şimdilik tek gördüğüm ödlek bir moruğun astığı resimler.”
“Birazdan fazlasını göreceksin, otur bekle.”
İkisi de elli üç yaşındaydı. Önlerine bakarak, asla itiraf etmeyecekleri, söze dökmeyecekleri karşılıklı saygı ve sevgi hislerini gizleyen kayıtsız, alaycı bir tonda konuşuyorlardı. “Varmamıza ne kadar var?” diye sordu Miguel yine huzursuz bir çocuk gibi.
“Varmamıza mı? Nereye varacağımızı sanıyorsun? Gevşe yahu! Bugün vaktimiz bol. Hatta kıyı kıyı gidip seni biraz gezdirmeyi düşünüyordum, ne dersin?”
“Bu saatte pek bir şey görebileceğimi sanmam…..”
“Gene başladın mızıldanmaya, muşmula! Beni bırak işimi yapayım, sen çık yukarı yat, daha iyi olur.”
“Baş üstüne kaptan,” dedi Miguel gülerek ve bir asker selamı çaktı.
“Rüzgâr çok kuvvetlenirse vakit kaybetmeden in aşağı. Nerede güvende olacağını biliyor musun?”
Miguel gülümseyip elini Emilio’nun omuzuna koydu. İkisi de kısa boyluydu.
“Saat başı köprü üstüne uğrayacaksın. Bızdık’a söyle yemek pişirmeye başlasın.”
Mürettebat güvertede ucuz şarapla kafa çekmeye başlamıştı. Miguel’in canı onlara katılmak istedi ama Emilio’nun yeğeninin tavrından bunun hoş karşılanmayacağını sezdi.
Kaptanın talimatını iletip kendi de emirlere uyarak üst güverteye çıktı. Yeğenin yan gözle kendisini izlediğini fark etti ama göz göze gelmeye çalıştığında adam bakışlarını kaçırdı.
Yukarıda mavi bir varilin üstüne oturdu. Yüzüne çarpan rüzgârın yosun kokusu azalmıştı ama sallantı daha fazla hissediliyordu.
Kusayım istiyor madrabaz moruk, dedi kendi kendine. Ama yemezler!
Küpeşteye sıkıca tutunup tekneyi akıntıya karşı ilerleten motorun sesini dinledi. Düzgün çalışıyordu. Boynunu uzatıp suya baktı, o kadar koyu ve yoğundu ki sudan çok petrole benziyordu. Rüzgârdan sırtı ve parmakları donmak üzereydi ama her şey yolundaydı. Çenesini sıvazlayarak o gece uyuyup uyuyamayacağını merak etti. Düşünecek çok zaman var, dedi kendi kendine. Fazla zaman var düşünecek. Başını kaldırıp tepesinde tehditkâr çığlıklar atan martılara baktı. Gökyüzünde bir de Magallanes bayrağı buldu. Kumaşa dikilmiş yıldızların altındaysa gerçek Ay vardı, sarı bir hilal. Her şey yolundaydı. Hiç değilse bir yere doğru gidiyoruz, diye düşündü. Motorlar durup da tekne okyanusun ortasında salınsa neler hissedeceğini hayal etmek bile istemedi.
Yanan sigarayı dudaklarının arasında tutarak bel çantasından bir tahta parçası ve bıçağını çıkardı. Düdük yapmaya niyetliydi. Babası ona içi boş incir dallarından düdük yapmayı öğretmişti ama eve giderken yolda bulduğu akçaağaç dalı aklındaki maharet gerektiren model için biçilmiş kaftandı. Tahta parçasını biraz uzaklaştırıp baktı. Yapacaklarını adım adım düşünürken güverteden bağrışmalar duyuldu.
Kullandıkları argoyu anlamıyordu ama kötü bir şeyler olduğu belliydi. Elindeki tahtayla bıçağı bırakmadan derhal ayağa fırladı, ulaşmak üzere olduğu sakin ruh halini ertele-yip en kötü koşullara kendini hazırladı. Tam o sırada motorun sesi kesildi ve ona çok uzun gelen -ama muhtemelen beş saniyeden kısa bir süre boyunca sadece dalgaların sesi duyuldu. Emilio’nun ikinci derece yeğeni bir anda yanında belirdi. Can yeleğini alıp Miguel’in yüzüne bile bakmadan, tek kelime etmeden tekrar aşağı indi. Can yeleğini aldığına göre hiç şüphesiz denizde biri vardı. Bakışlarını suda gezdirmesi bile gerekmedi, teknenin ışığı birini aydınlatıyordu. Saçı öne dökülmüştü, gözleri görünmüyordu; vücudu leş gibi bir can yeleği sayesinde suyun üstündeydi. Ölmemiş, diye düşündü, ama rahat bir nefes alamadı, aksine, kazazedenin dudaklarında görür gibi olduğu ve yaşadığını kanıtlayantebessüm sırtından aşağı bir ürpertinin inmesine yol açtı. Balıklama dalış sesini duyduklarında Emilio’nun yeğeni ona doğru yüzmeye başlamıştı bile.
Aşağı indiğinde Bızdık Onofre çokbilmiş bir tonda, “Chimao’ların birinden,” dedi.
Miguel chimao’ların Çin bandıralı balık işleme gemileri olduğunu bildiğinden ne olduğunu, niçin ve nasıl olduğunu derhal tahmin etti.
Can yeleğine bağlı halatı çekmekte olan Emilio’nun yanına gitti ve göz kırparak yardım teklif etti. Kaptan da konuşmadan o anda ayak bağı olacağını ama daha sonra işe yarayacağını işaret etti. Bütün dikkatini yaptığı işe vermiş gibi görünse de Miguel onu iyi tanıdığından aynı zamanda çeşitli seçenekleri, vereceği kararları tarttığını tahmin edebiliyordu.
Hiçbir işarete gerek olmadan ikisi aynı anda teknenin küpeştesinden aşağı sarkıp adamı birer bileğinden çektiler ve bordaya oturttular.
“Nefes al,” dedi Emilio ama ses tonu hiç de rahatlamış gibi değildi.
Adamı güvertenin zeminine yerleştirdikten sonra kaptan can yeleğini çıkarıp Bızdık’a havlu ve battaniye getirsin diye seslendi. Aslında havlu ve battaniye demedi ama “kuru bir şeyler’in bu anlama geldiğini kim olsa anlardı. Sonra adamın saçlarını geriye doğru itip ateşini ve nabzını ölçtü. Bilinci yerinde değildi ama adam değil, delikanlı olduğunu görmüşlerdi; gözlerinin şekli de Onofre’nin tahminini doğruluyordu: Çinliydi. Gülümsemiyordu.
“Benim başımı belaya sokmaya niyetim yok,” dedi Bızdık havluları Emilio’ya uzatırken.
“Kazanın altını yakmazsan başın belaya girecek,” diye cevap verdi kaptan ve kazazedeyi kurulamaya koyuldu.
Yeğen yardıma ihtiyaç duymadan tekneye çıktı. Bir şey söylemedi, bir şey sormadı, sadece ellerini kurulayıp bir sigara yaktı.
“Aferin, aferin Toño,” diye tebrik etti Emilio yanına giderek.
Tamam, Antonio, diye düşündü Miguel; adını nihayet öğrenince, kaptanın delikanlının nefes aldığını söylediği zamankine yakın bir rahatlama hissetti. O da kendi paketini çıkardı.
Ayakta konuşmadan durarak Çinlideki hayat belirtilerini izlediler -yüzü çok solgundu, titriyorduama daha önemlisi, rahatça birer sigara içtiler.
Su yutmamışa benziyor. Kimse dile getirmediği halde sakin sakin yükselen duman sarmallarının mesajı buydu.
Toño delikanlıyı mutfaktaki kuşete götürüp Onofre’nin itirazlarına kulak asmadan dışarı çıktı. “Orası benim yatağım,” diye itiraza devam eden Bızdık kazazedenin yanağını hafifçe tokatladı.
“Uyanmıyor,” sonucuna vardı; söylediği gülünç derecede aşikâr olduğu halde Miguel ciddiyetle onayladı. Nefes aldığından emin olmak için kulağını delikanlının ağzına yaklaştırdı. Bir hava geliyordu ama pek zayıftı ve insanı ürpertecek kadar da soğuktu.
Onofre başını iki yana salladı.
“Bir Çinli daha,” dedi ve delikanlının ceplerini karıştırıp plastik bir torba buldu. Çakısıyla kesip içinden bir fotoğraf, birkaç banknot, bir de kimliğe benzer bir şey çıkardı. Gözlerini kısıp kimliği inceledi.
“Off! Hiçbir şey anlaşılmıyor! Ama size bir şey söyleyeyim mi Don Miguel, bunu bir an önce chimao’ya geri göndermemiz lazım, yoksa başımız belaya girecek.”
Miguel evrakları istedi ve bakmadan sakladı.
“Geçen yıl Muñoz Gamero’da yakalamışlardı birkaçını, hatırlıyor musunuz?”
Miguel başını salladı ama hatırlamıyordu aslında.
“Ben acımıyorum bunlara açıkçası,” diye ekledi Bızdık. “Biliyorsunuz bu gemilerdekilerin hepsi mahkûm. Bu yüzden hapsedip öyle muamele ediyorlar… bütün mahkûmlara yapılan muamele işte,” dedi hiçbir şüpheye yer kalmasın diye.
Miguel küçümseyici bir gülümsemeyle yetindi.
“Rinconada’ya gidiyorlar. Bu tarihlerde orada hep görülürler ama hiçbiri limanda kalmaz. Kalamazlar. Çünkü bunlar mahkûm,” dedi ısrarla. “Siz bundan gözünüzü ayırmayın en iyisi.”
Miguel konuşmak zorunda kalmamak için yakındaki DVD çantasını alıp filmleri gözden geçirdi. O sırada Bızdık’ın sözünü ettiği haberi hatırladı: Askerler yolunu kaybetmiş gibi görünen ama turiste benzemeyen birtakım Çinlileri yakalamış ve soruşturma yapmak üzere alıp götürmüştü. Tabii aslında Çinli olmadıkları anlaşılmıştı; Vietnamlı mıydılar, Endonezyalı mı, öyle bir şey. Birkaç gün gözaltında tutup sonra da ülkelerine geri göndermişlerdi – yoksa gemiye mi göndermişlerdi? Gayet iyi hatırladığı olaysa Filipinliler olayıydı; iki plastik bidonun üzerinde açık denizde yüzüşleri yerel gazetelerin manşetlerinde yer almıştı.
Filmlerin hepsi pornoydu, Bızdık hınzır hınzır gülerek baktı ona.
“Bir mate içer misiniz? Demir atmamız geç saati bulur.” Miguel köprü üstüne gittiğinde, “Hâlâ kendine gelmedi,” dedi Emilio’ya ve evrakları uzattı. Kaptan evrakları alıp kenara koydu. Bir süre hareketsiz, konuşmadan durdular.
“Ne yapacaksın?” diye sordu Miguel, kaptan motoru çalıştırdığında.
Emilio gözlerini kıstı. Kaşlarının sert ve kararlı ifadesine rağmen endişeyle iç çekti. Sonra cevap verdi:
“Ne mi yapacağım? İade edeceğim! Sahil güvenlikteki şerefsizlere muhatap olacağıma bu köle taciri şerefsizlere muhatap olmayı tercih ederim.” Serbest eliyle evrakları alıp dolar banknotlarını saydı.
“Yedi,” dedi yine kaşlarını kaldırarak, bu sefer merhamete benzer bir ifade belirdi yüzünde ama hemen kayboldu. “Şu ilerideki olmalı,” deyip çenesiyle yakındaki tek gemiyi işaret etti. “Bakalım cevap vermeye tenezzül edecekler mi.”
Miguel gazetede chimao fotoğrafı gördüğünü hatırlamıyordu ama yanaşırlarken Bızdık Onofre’nin endişelerini anladı; güverteyi çevreleyen parmaklık duvarı ve su kesiminde görünen pas lekeleri akla hapishaneyi getiriyordu.
Emilio’ya söyledi düşündüğünü.
“Bunlar insanların vicdanını rahatlatmak için uydurulan hikâyeler.”
“Mahkum olduklarını düşünmüyorum ama gemi de pek rahat görünmüyor hani…”
“Ben lüks yatla balığa çıkıyorum çünkü, değil mi,” dedi Emilio alayla ve sigara paketine el attı. “Kalamar avliyorlar,” diye açıkladı biraz yatışarak, “potero deniyor bu gemilere. Bu yüzden güverteleri parmaklıkla çevreleniyor. Otomatik olta kullanıyorlar, sonra oraya döküyorlar. Yaklaşık iki yıl açık denizde yol aldıkları düşünülüyor. Hırsızlar! Bize kota koyuyorlar, onlar sağda solda hırsızlık yapıyor. Bir uydu fotoğrafı görmüştüm; tekneler iki yüz bir mil açıkta demirlemişti; şerefsizler o kadar kalabalıktı ki, ışıkları Punta Arenas’ınkilerden fazlaydı, on beş Punta Arenas’ı birleştirmişsin gibi!” “Canım, Çinliler kaçıyorsa bir sebebi vardır,” dedi Miguel esas konuya dönmek için.
“Orada olup bitenleri bilen yok.”
“Onlara bulaşmak iyi fikir mi sence?”
Emilio anlaşılmaz bir şeyler homurdanıp tekneyi durdurdu. Telsiz bağlantısı kurmadan önce mumun ateşiyle sigarasını yaktı.
İngilizce kodları söylerken Miguel onu rahatsız etmemek için çenesini zor tuttu. Birkaç dakika beklediler ama gri gürültüden başka şey duyulmadı.
“Cevap vermeyecekler. Hiçbir zaman cevap vermez orospu çocukları.”
“Cezasını ben ödeyebilirim,” deme cüretinde bulundu Miguel.
Emilio bir kahkaha attı.
“Mesele cezayı ödemek olsa keşke.”
“Onu geri götürmekle iyilik etmiş olmayacağız bence.” “Benim bu Çinliye iyilik etmek istediğimi nereden çıkardın?”
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıAldanış Adası
- Sayfa Sayısı304
- YazarPaulina Flores
- ISBN9786256469037
- Boyutlar, Kapak13.5 x 19.5 cm, Karton Kapak
- YayıneviNotos Kitap / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Panik ~ Jeff Abbott
Panik
Jeff Abbott
“PANİK, zekice ve ince düşünülerek yazılmış, göz alıcı bir macera romanı. Jeff Abbott hiç şüphesiz gerilim romanlarının yeni ismi.” Harlan Coben “Şok edici… Sayfalarını...
- Dokuz Günlük Kraliçe ~ Alison Weir
Dokuz Günlük Kraliçe
Alison Weir
Epsilon Yayıncılık, Alison Weir’in hayal gücüyle birleşen tarihi gerçekleri Dokuz Günlük Kraliçe ile okuyucusuna sunuyor. Damarlarında kraliyet kanı taşıyan Leydi Jane Grey’in ilgi uyandıran...
- Alfred ile Emily ~ Doris Lessing
Alfred ile Emily
Doris Lessing
Nobel Edebiyat Ödüllü yazar Doris Lessing, Alfred ile Emily’de, Birinci Dünya Savaşı’nın gölgesinde annesiyle babasının izini sürüyor. Kitabın ilk yarısını “savaş olmasaydı nasıl bir...