İlker Karakaş’ın erkek karakteri Kim Bu İnsanlar’daki öykülerde yeni ilişkiler içinde ortaya çıkıyor. Bu kez aile sorunları içinde bazen bir denge bulmaya, bazen olup bitenleri anlamaya çalışan konumunda. Alkolle karmaşık ilişkisinin kararsızlıkları onu hiç bırakmıyor. O hayatla hiçbir zaman barışık değil. Hoşnutsuz, uyumsuz çünkü öyle bir hayat istemiyor. Her zaman bir çıkış yolu arıyor, bazen buluyor bazen bulamıyor. Bu kez Bodrum’un geçmişinde ve bugününde yaşamanın sorunları da var. Bu karakteri tanıdığımızı düşünüyoruz belki ama anlayabiliyor muyuz?
İlker Karakaş’ın öykü dünyası sık rastladıklarımıza benzemiyor. Aykırı bir yerde oluşuyor. Konuşur gibi gelişen anlatım biçimi ve yalınlığı gitgide zorlayan diliyle özellikle okunmayı hak ediyor.
*
KEDİ SAHTEKÂR
Evde pencere kenarında oturuyorum. Eski ahşap çerçeveli pencere yaşamla aramdaki tek bağ. Yalnızlığımın dışarıya bakmakla azalacağını düşünüyorum. Gerçekte öyle olmadığını bilsem de. Bütün gün yaptığım tek şey öylece dar sokağa bakmak. Arabaların girmediği taş kaldırımlı küçük sokak benim bütün hayatımı kaplıyor. Girişte bir bakkal, onun yanında lokanta, sonra bir lokanta daha. Lokantaların karşısında bir dizi ev sıralanıyor. İşletme sahipleri kaldırıma masa atıyor. Sokağın yarısı iki lokantanın işgaline uğramış. Akşam güneş batarken doluyor masalar. Daha çok iş çıkışı eve gitmeden iki tek atmak isteyenler çöküyor masalara.
Gündüzleri de bakıyorum sokağa ama asıl eğlence müşterilerin geldiği akşamüstleri başlıyor. Yalnızlığımı akşam yemeğinde unutuyorum. Başkalarının akşam yemeğinde. Kimisi erken gidiyor evine, kimisi uzun oturuyor ama neredeyse bütün masalar gece yarısı gelmeden boşalıyor. O zaman hüzün çöküyor. Şimdilerde bu hüzün sonbaharla birlikte daha da arttı.
Her gece buraya yemek yemeye ve içmeye gelen bu insanlar kim, aileleri çocukları var mı, nasıl geçinirler, ne iş yaparlar? Giyimleri, konuşmaları hep birbirine benziyor. Pencerenin arkasından konuşmalarını duyamıyorum, sadece bir uğultu geliyor ama başlarını sallamalarına, mimiklerine, ellerini çatal bıçağa götürmelerine iyice alışığım. Hatta neredeyse tüm hareketlerini ezberledim. Masalar ne zaman dolar, ne zaman boşalır biliyorum. Lokanta sahipleri ne kadar kazanıyor, bir ara onu bile hesaplayabiliyordum.
Sonra bir kedi peyda oldu. Sokağın başında bütün gün uyuyan aptal köpeği saymazsak pek kedi köpek gelmez bu sokağa. Kedi normal görünüyor, tüm kediler gibi çevik ve sarı üzerine beyaz tüyleri var. Lokantaların dolmaya başladığı saatlerde sokağın başından değil de arkasından çıkıp geliyor. Yani evimin olduğu taraftan. Kokuya mı geliyor ne bilmiyorum ama yaşlı dut ağacının olduğu duvarın arkasından görünüyor ilk. Bir süre duvarın üzerinde cambazlara taş çıkaracak çeviklik ve dengeyle yürüyor. Sonra neredeyse iki metre yüksekten yere atlayıveriyor. Hareketleri o kadar ahenkli ki, duvardan yere atlamıyor, adeta süzülüyor. Bir balerin edasıyla.
Köşeye kadar yürümeye devam ediyor. Sağ patisini sağ ayağıyla birlikte, sol patisini de sol ayağıyla birlikte atıyor. Köşeye gelince yavaşlıyor. Benim penceremin olduğu tarafa bakıyor. Göz göze geliyoruz. Aramızda on metre ya var ya yok. Tepki vermiyor. Köşeyi dönüp lokantalara doğru yoluna devam ediyor. İşte, müşteriler de gelmiş. Karnı acıkan, rakı vakti gelmiş, içince konuşabilen adamlar, kadınlar. Çatallar beyaz peynire, haydariye uzanıyor, ızgaralar az sonra masada yerini alacak. Kedinin acelesi yok. O biliyor ızgaraların yapım aşamasını. Burnu insanlardan daha iyi koku alıyor. Masalara doğru yavaşlıyor. Üç beş adım kalmış masalara. Acele etmiyor, kuyruğunu sallıyor, hatta beş on dakika caddede kıvrılıp yatıveriyor. Masadakiler kedinin farkında değil. Ben hem masaları hem kediyi görüyorum. Alkol kana karışmaya başlıyor. Kahkahalar sokakta kedinin üstünden atlayarak pencereme vuruyor. İçiciler her şeyi duymaya, her şeyi konuşmaya hazır. Kandırmaya ve kandırılmaya da.
İki lokantanın toplamda yedi sekiz masası var. Sokak dar ama yetiyor. Zaten masaların tamamında aynı müşteriler var ya da bana öyle geliyor. Akşamcı müdavimler hep aynı da, eşlik edenler değişiyor bazen. Evime en yakın masada bir kadınla erkek oturuyor. Yeniler. Erkeğin kadını yatağa atmaya çalıştığı her halinden belli oluyor. Kadına bakışından, gülüşünden anlıyorum. Kadının da niyeti var ama akşam uzun, daha ne olur belli olmaz. Diğer masalardaki müdavimlere aşinayım. Rakıları dolduruşlarına, buzu atmalarına, Haydi bakalım, diye bardakları tokuşturmalarına. Ezberlediğim hareketler.
Sonra bizim kedi harekete geçiyor, masalara yaklaşıyor ve arka sol ayağını karnına çekip topallamaya başlıyor ama topallama öyle böyle değil, adeta sanat işi. Masaların arasında topallayarak gezinmesi bir mankenin podyumda yürümesi kadar estetik. Başı hafif önde, sol ayak iyice karnına çekilmiş, iki patisinden ve sağ ayağından destekle topallamıyor, adeta serenat yapıyor.
O da ne. Masalara yeni konmuş ızgaralar, etler, köfteler, tavuklar, balıklar bizim kedinin önüne atılıveriyor. Muhteşem bir ziyafet.
Kedi tek başına tadını çıkarıyor bu şölenin. Yavaşça yiyor, sindiriyor. Karnı doyunca penceremin altına kadar topallamaya devam edip köşeyi dönüyor. Yine bana doğru pencereye bakıyor. Hava artık kararmış, sokak lambasının ışığında kediyle göz göze geliyoruz. Acaba gerçekten bana mı bakıyor, yoksa tesadüf mü? Köşeyi dönüp sol ayağını yere bırakıyor ve tıpkı geldiği çeviklikle uzaklaşıyor. İki metrelik duvarı bir zıplayışta aşıp dut ağacının arkasında yitiyor.
Sahtekâr kedi hayatıma girdiğinden beri bir yaşama se-vincidir aldı beni. Her akşam onun gelişini dört gözle bekliyor, küçük, niye küçük olsun, büyük oyununu sergilemesini heyecanla izliyorum. Her gece köfteleri, biftekleri mideye indirmesini eski penceremden değil, büyük bir tiyatro sahnesinden seyrediyorum. Artık pencerem sadece pencere değil. Akşam olunca perdelerimi itinayla açıyorum. En önde koltuğuma kuruluyorum. Kedi sahtekârın gelmesiyle sahne açılıyor. Oyun aynı ama bıktırmıyor. Kedi büyülüyor. Garsonlar öbür kedilere asla izin vermiyorlar, onların sonu ya bir bardak su ya bir tekme ya bir taş oluyor. Pist pist… Gelemiyor diğer kediler, başlarını bile sokamıyorlar sokağa. Dayak hazır.
Kedi sahtekâr öyle mi. Baş köşede! O ne topallama, o ne kendine acındırma. En büyük ödüle layık. Ödül istemiyor ki, karnını doyurmak istiyor. Hak ediyor.
Gerçekten sakat olsa böyle güzel topallayamaz bence. Sokağın başındaki şu sürekli uyuyan aptal uyuz köpek de fark ediyor kediyi sonunda. Kediden daha çok önüne atılanları fark ediyor aslında. Koşup nasiplenmek istiyor. Öyle bir tekme yiyor ki garsondan, gidip yine sokağın başına kıvrılıyor geri zekâlı.
Kedi sahtekâr köpeğin gelmesine de dayağı yiyip gersingeri gitmesine de aldırmıyor. O biliyor, bu tek kişilik bir oyun. Yeteneğinin farkında. Pireli bir köpek ona rakip olamaz. O bir yıldız.
Artık akşam olup da kedinin gelmesini sabırsızlıkla bekliyorum. Çay demliyorum, kurabiye de bulunduruyorum çayın yanında. Bir gece tuhaf bir şey oldu. Kedi sol ayağını değil de sağ ayağını karnına çekti. Çok endişelendim. Bu hata yapılır mı? Ya garsonlar fark ederse. Kedi sahtekâr yine masaların arasında dolaşmaya devam etti. Yine sakin, kendine güvenli, yine işini iyi yapıyor. Benim içim eriyor, kim ne zaman fark edecek diye. Fark etmiyorlar. Ne garsonlar ne sarhoş müdavimler.
Köşeden dönüp duvara sıçramadan uzun uzun pencereme bakıyor. Ya, diyor, gördün mü? Böyle de yaparım işte. Sağ sol fark etmez, her türlü karnımı doyururum. Kalkıyorum, eğiliyorum önünde. Perdeyi kapıyorum.
KOS
Yıllardır giderim Kos’a, yani İstanköy’e. Otuzlu yaşlarımda ilk kez gitmiştim, sonraki yıllarda da fırsat buldukça gittim. Bodrum’un yanı başında bir Yunan adası, çocukluğumda ve gençliğimde uzaktan baktığım upuzun bir ada. O zamanlar gidiş gelişler zordu, imkân yoktu, feribotlar kısıtlıydı, para yoktu en önemlisi. Biriktirdiğiniz üç beş kuruş varsa onunla drahmi alır, tanıdığınız kaptanlara ayakkabı, sakız falan ısmarlardınız. Gulet kaptanları turist götürür getirirdi çünkü. Sonra para çoğaldı, feribot çoğaldı, pasaport almak kolaylaştı. Böylece gidiş gelişler arttı. Bodrum’dan Kos’a, Kos’tan Bodrum’a gidip gelmeyen kalmadı.
Feribot biletlerini geçen hafta aldım, ekimin son günleri, kış geliyor, havalar iyice soğumadan bir geçelim adaya. Karımla iki kişiyiz. Pasaport kontrolü zor olmuyor, kuyruk kısa, kibar gümrük polisi damgalıyor pasaportumu ve pulumu. Feribot dolu değil. İçeriye oturalım diyorum Azime’ye, hava serin. Ön ortadaki üçlü koltuğun sağ tarafına oturuyoruz. Birer çay alıyorum büfeden. Çayımızı bitirdikten sonra on, on beş dakika daha bekliyoruz, sonra kalkıyor feribot. İç limanda bir yay çizip Bodrum Kalesi’ni selamladıktan sonra mendireklerin arasından çıkıyoruz. Fener evinin bulunduğu…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Hikaye
- Kitap AdıKim Bu İnsanlar
- Sayfa Sayısı104
- Yazarİlker Karakaş
- ISBN9786256469020
- Boyutlar, Kapak13.5 x 19.5 cm, Karton Kapak
- YayıneviNotos Kitap / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Arkada Yaylılar Çalıyor ~ Melikşah Altuntaş
Arkada Yaylılar Çalıyor
Melikşah Altuntaş
“Arkamda yaylılar çalıyor. Biri bir filmde ya da dizide gururla yürüdüğünde çaldığı gibi. Hep hüzünlü şeyler çaldığını bildiğim yaylılar, ben gülümserken bambaşka duyuluyor. Sonunda...
- Cehennem Öyküleri ~ Süleyman A. Örnek
Cehennem Öyküleri
Süleyman A. Örnek
Cehennem Öyküleri, hayatı kendimiz ve başkaları için nasıl bir cehenneme dönüştürdüğümüzün hikâyesidir. Bunu bazen ilk öyküde olduğu gibi delici bir bakışla,bazen de altıncı öyküde...
- Cam Irmağı Taş Gemi ~ Nazan Bekiroğlu
Cam Irmağı Taş Gemi
Nazan Bekiroğlu
Taşın boyanmasıydı âdet olan, sıra boyamalara geldi. Yontucunun, kullandığı boyalara güveni sonsuzdu. Asırlarca dayanacaklarını, solmayacaklarını, bambaşka renklere dönüşmeyeceklerini biliyordu. Kimi bir deniz kabuğunun, kimi...