Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Dağlar Taşlar Tanığımdır
Dağlar Taşlar Tanığımdır

Dağlar Taşlar Tanığımdır

Sevim Çiçek

Geleneklerin, yoksunlukların, şiddetin egemen olduğu bir coğrafyanın insanları. Sokuldukları cendereler, o sıkıntıların içinden çıkamama halleri, kimi zaman isyan edişleri ve çözüm arayışları. Sevim Çiçek…

Geleneklerin, yoksunlukların, şiddetin egemen olduğu bir coğrafyanın insanları. Sokuldukları cendereler, o sıkıntıların içinden çıkamama halleri, kimi zaman isyan edişleri ve çözüm arayışları. Sevim Çiçek az yazılmış hayatları çok yakından tanıyor olmalı ki bu kadar sahici ve sarsıcı anlatıyor. O insanların yaşadığı dünyanın havasını, suyunu, soluğunu bu denli güçlü ve etkileyici biçimde anlatmak kolay değil. Ustalık eseri bir dille yazılmış bu öyküleri yerel olanın sesini duyarak okuyacaksınız.

Sevim Çiçek’in uzun yıllar içinden getirdiği hikâyeler aynı zamanda bir yazarın sahip olduğu birikimin ne denli önemli olduğunu da gösteriyor. O çok iyi bir hikâye anlatıcısı.
Dağlar Taşlar Tanığımdır hak ettiği okuru bulduğunda belleklerden silinmeyecek.

*

ZARARSIZ BİR ÇAKIL

Kulağımıza ilişen kötü havadislerin aslı astarı var mıydı, dağların ardından yükselen dumanlar neyin nesiydi. Harp çıktı desen, biz niye sabahtan akşama kazma kürek sallıyoruz. Ali Okulu’nda çat pat okuma öğrenmiştim, elime geçen gazete parçalarından vaziyeti çözmeye çalıştım. Anadolu’ya demiryolu döşeniyormuş. Canımız burnumuzda açtığımız yol trenler içindi demek. İyi güzel de ne vakit, nerede bitecek bu yol. Gidişata bakılırsa terhis de olamayacaktık. Tepemizden bir saniye ayrılmayan komutan, boyuna aynı lafları söylüyor: Ha gayret asker, mukaddes vatanın her karış toprağı bizden hizmet bekler, fedakârlık ister, yol medeniyettir, esenliktir, emniyette olmaktır.

Avuçlarımız paramparça. Erzurum Horasan’dan bir arkadaş otlardan bir merhem yapmıştı, akşam oldu mu onu sürüyor, mendille üzerini sarıyoruz ki şilteye bulaşmasın. Ellerimi ilaçladım, çavuş girdi, elinde kâğıt. Belli ki vaziyet mühim, yoksa er çadırda ne işi olur gece gece. Esas duruşta, nefesimizi tutmuş bekliyoruz. Birkaç isim okudu, ben de varım aralarında.

“İsmi okunanlar bir adım öne.” Eyvah, dedim, uzadı valla askerlik, başka birliğe gönderecekler. Çavuş ellerime baktı.

“Ne oldu, o sarı şey nedir öyle.”

“Merhem komutanım, hafif bir yara.” Ne söyleyecekse bir an evvel söylesin istiyordum.

“İsmi geçenlerin askerlik hizmeti bu gece yarısından itibaren sona ermiştir.” dedi, geldiği gibi süratle çıktı. Terhis olmuştum. Öteki arkadaşlar iç çekti, sevincimi gizledim.

Şafak söker sökmez çalar kalk borusu. Ne lüzum var, köylü çocuğuyuz, zaten yıldızlar sönmeden açılıyor gözümüz. E, heyecandan uyumamışız da, kalktık, çorba morba içtik. Allah var yemek bol, son zamanlarda öğlen akşam etli yemek. Rütbelilerin onlarca oğlak çevirtip ziyafet çektiklerine şahidim. Kesilen davarın haddi hesabı yok, derileri tuzlanıyor, telislere basılıp artık nereye gönderiliyorsa kamyonlara yükleniyordu.

“Muhaberat cipine bineceksiniz,” dedi çavuş. Arkadaşlarla helalleştik. Bir arkadaşımız da yaya gidecek köyüne, izin vermişler, savuşup gitti. Cip geldi, toz toprak içinde, zannedersem tedbir olsun diye temizlemiyorlardı ki arazide seçilmesin. Biz arkaya geçtik, Manisalı başçavuş da şoför mahalline. Biraz tuhaf biri, günü gününe uymayan. Bir bakıyorsun derviş gibi mülayim, bir bakıyorsun zehir zemberek. Yol boyunca devlet, millet, vatan deyip durdu, bir ara da şiir gibi bir şey söyledi. Susmuş dinliyoruz. İçeri havasız ama camı açmaya çekiniyoruz. Bana döndü. “Asker, sıcak oldu be, kelebek camı aç da serinleyelim biraz.”

“Emredersiniz komutanım.” Açmamla yanık kokusu doldurdu içeriyi. Baktım meşe ormanları kapkara, dağ taş asker kaynıyor. Tepeyi aştık, belki iki yüz, üç yüz asker, ellerinde martini, parmakları tetikte, aralarına sivilleri almış ilerliyor. Yaşlı, genç onlarca erkek kalın sicimlerle elleri birbirine bağlı düşe kalka yürüyor. Yüreğim daraldı ki ne daralma, zifiri karanlığa battım, içime düşen şüphe davari kollayan aç kurt misali azdı ha azdı. Havsalam almıyor, bu perişan insanlar nereye götürülüyordu?

“Köyde kimin var asker, anan baban,” diye sordu komutan. Hayretler içinde kafilenin ardından bakıyordum. Yanımdaki arkadaş dirseğiyle dürttü, kaş göz etti. Komutan yana dönmüş.

“Sana diyorum sana, sağır mısın.”

“Emredin komutanım.”

“Köyde kimin kimsen var mı.”

“Yaşlı bir nenem var komutanım.”

“Anan baban.”

“Sizlere ömür komutanım.” Rahmet okumadan diğer iki arkadaşa da sordu. Benim gibi yetim değillerdi.

“İlçen.”

Yüzüne baktım.

“Evladım köyünüz nereye bağlı.”

Söyledim.

Yol çatında askerler, aralarında da askere pek benzemeyen adamlar. Sonradan öğrendim milis olduklarını. Başçavuş indi, ardından biz, sağa sola bakındım, serbest miydik artık. Uzun boylu, pala bıyıklı adam omuzundaki tüfeği indirip esas duruşta selam verdi başçavuşa. Bilmem bizimki ne dediyse çalımla bana doğru geldi Pala, yanakları kıpkırmızı, fiske vursan kan fışkırır.

“Hangi köydensin, aşiretin,” dedi dilimizle. Türkçe cevap verdim. O sıra komutan da yanımıza geldi, neymiş gibisinden kaş göz etti Pala’ya.

“Zararsız bir çakıl komutanım,” dedi Pala benden yana. Çakıl diye bir aşiret bilmiyordum, herhalde beni yanlış işitmişti.

“Çakıllardan değilim,” dedim. Güldüler. Ağırıma gitti ama ne diyebilirdim, terhis evrakını almamışım daha. Yürüdüler, az ötede aralarında fısır fısır konuştular. El etti Pala, yanlarına koştum.

“Geç oldu.” dedi Pala, bu sefer Türkçe, “şimdi yola düşersen kurda kuşa yem olursun, bu gece nizamiyede yat, sabaha Allah kerim.” Gözucuyla Manisalıya baktım, yine derviş ifadesi çökmüş suratına.

“Hemşerin haklı, dinlen, sabaha dinç kalk, sonra nenene mi gidersin yoksa başka birine mi, orası senin bileceğin iş.” Nizamiyedeki asker bitkin, bıraksalar olduğu yere yığılip uyuyacak. E, asker ocağı, düğün yeri değil ya. Akşam yedi sıralarında beni, birkaç kişiyi daha bir odaya aldılar. Manisalı masaya kurulmuş, karşısında iki başçavuş, bir de Pala oturuyor. Manisalı kalktı, benekli ellerini arkasına attı, tek tek süzdü bizi, esas duruş bekliyoruz karşısında.

“Devletin aşını, ekmeğini yemiş adamlarsınız.” Ayaklarının üzerinde yaylandı, gözleri bende, “kursağınızdaki her lokma şehit kanıyla sulanmış aziz vatanın nimetidir,” dedi, “heba edilemeyecek kadar mukaddestir her kırıntısı…” Coşmuştu, Allah var hisli de konuşuyor, baktım Pala’nın çelik bakışları bile yumuşamış, gözleri dolu. Hizmete devam edersek devletin bizi ömür boyu koruyup kollayacağını falan söyledi Manisalı. Allah allah, yav biz kimiz ki, alt tarafı köylü parçası, yüce devlet bizi niye ömür boyu koruyup kollasın.

İçimde vesvese, uyku tutmuyor, döndüm durdum ranzada. Yarın ne söylesem de evrakı alıp yoluma gitsem. Önce komutanım diyeceğim esas duruşumu bozmadan, emriniz üzere köyüme gideyim, nenem sağ mi selamette mi gözlerimle göreyim, ihtiyacı varsa tedarik edeyim, ondan sonra yüce devletimiz ne istiyorsa başım gözüm üstüne. Kelimesi kelimesine tekrar ettim, iyice yerleştirdim kafama, am bir şey dürtüyor içten içten. Ranzadan indim, ayak yolu bahanesine dışarı attım kendimi. Nuruna kurban olduğum güneş kara dağların ardını kızıllaştırmış, hava sert, hava kar mi topluyor ne, valla isterse taş yağsın, yeter ki terhis kağıdını koyayım cebime, gerisi siz sağ ben selamet.

Yemekhaneye girdim, tabldotu aldım, tuhaf bir şey var küçük gözde, pekmez desem değil, bal hiç değil, rengi kızıl, kara taneli bir şey. Baktım askerler ekmek banıyor ben de bandım, ağzıma götürdüm, hem ekşi hem tatlı. Yanımdakilerden biri, “Yav ben kayısı reçelini severim,” dedi.

“Ulan Allah’ın dağında reçel bulmuşsun, sızlanıyorsun be,” dedi karşısındaki.

“Valla çok hoştur, ben ömrü hayatımda böyle bir şey yemedim.” dedim, “nasıl yapılıyor, bir bileniniz var mı.”

“Ne yapacan, vişne mi var da kaynatacan,” dedi kayısı reçelini seven. Güldüler.

Kahvaltı bitti, dün beraber odaya girdiğimiz arkadaş yanıma geldi.

“Hemşerim aldın mı tezkere kâğıdını.”

“Yok valla, almamışım daha, sen.”

Yukarı çıktık birlikte, kapıda üç beş asker art arda sıraya girmiş bekliyor. Giren dakikasında çıkıyor. Gece tasarladıklarımı söylüyorum içimden. Sıra bana geldi, aklım bulandı, kafam bomboş.

“Pekâlâ,” dedi komutan, gözlerimin içine bakıyor, “köyüne gidebilirsin ama sen sen ol beyaz donlu vahşilere kanıp da ihanete tevessül etme.” Allah allah, yav bu ne söylüyor bana. Gitti masadan mühürlü kâğıdı aldı, bir elini omuzuma attı, “Insan fani devlet baki, gittiğin her yerde, rastgeldiğin her kişiye de ki, yüce devletin tunç eli vatanın her köşesine uzanacak kadar kudretlidir.” Kaşları çatık, boynunun damarları kabarmış. “Anlaşıldı mı.”

“Anlaşıldı komutanım,” dedim esas duruşta.

“Selametle git, unutma, biz her daim buradayız ihtiyacın olursa.” Baştan aşağı süzdü, kâğıt elinde. “Levazimata uğra önce.”

Bir kat elbise verdiler, bir çift de yeni bot.

“Giy giy, gıcır gıcır git köyüne,” dedi levazımdaki başçavuş.

“Yok komutanım, toz topraktır yol, zayi olmasın.”

“Senden kıymetli mi asker, hadi giy de göreyim.” Malzeme yığının arkasında giydim, askere gelirken üstümde olanları da bir torbaya tıktım, başçavuşun karşısına dikildim. “Bol mu geldi ne,” dedi.

“Allah devletimize, komutanlarımıza zeval vermesin komutanım.”

Bizim taraf alabildiğine orman. Palamut, kızılağaç, meşe, su boylarında söğüt, ne ararsan. Öyleleri var ki, mübareklerin gövdelerini on adam kucaklasa elleri birbirine kavuşmaz. Dağlardan vadiye akan suları şerbet, Hızır’ın mavi keçileri küheylan. Vadiye girdim, bir sis, bir duman, sanki ne varsa gazaba uğramış, yanıp kavrulmuş dağ taş. Uzaktan top sesleri geliyor. Ya Hızır, yoldaşım ol, beni darda bırakma, sen mazlumların imdadına yetişensin, ya Hızır. Dua ede ede ne kadar yürüdüm, kaç ağaç, kaç kaya bıraktım ardımda, bilmiyorum, ırmak ışıldadı karşımda. Yüreğimdeki is, içimdeki sıkıntı dağıldı. Bundan sonrası bir günlük hasret, ırmağı takip ettim mi yarın akşam olmadan köydeyim. Duttan reçel olur mu. Olur tabii, dut gibisi var mı. Irmağa…

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Hikaye
  • Kitap AdıDağlar Taşlar Tanığımdır
  • Sayfa Sayısı160
  • YazarSevim Çiçek
  • ISBN9786057643971
  • Boyutlar, Kapak13.5 x 19.5 cm, Karton Kapak
  • YayıneviNotos Kitap / 2023

Yazarın Diğer Kitapları

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Kim Bu İnsanlar ~ İlker KarakaşKim Bu İnsanlar

    Kim Bu İnsanlar

    İlker Karakaş

    İlker Karakaş’ın erkek karakteri Kim Bu İnsanlar’daki öykülerde yeni ilişkiler içinde ortaya çıkıyor. Bu kez aile sorunları içinde bazen bir denge bulmaya, bazen olup...

  2. Rüyalarda: Ana ve Küçük Alimcan ~ Cengiz DağcıRüyalarda: Ana ve Küçük Alimcan

    Rüyalarda: Ana ve Küçük Alimcan

    Cengiz Dağcı

    Biri anne diğeri çocuk hakkında iki güzel hikâye. Birisi daha çok dokunaklı, diğeri daha çok neşeli. İlki “Ana mı? Yoktu ana. Yok, vardı ana....

  3. Gençlik Güzel Şey ~ Hermann HesseGençlik Güzel Şey

    Gençlik Güzel Şey

    Hermann Hesse

    Eserlerinde insanın öz benliğini bularak uygarlığın yeleşik biçimlerinden kurtulmaya çalışmasını işleyen Hermann Hesse, Alman edebiyatının devlerinden, XX. yüzyıla damgasını vurmuş büyük yazarlardan biridir. Tek...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur