Yengeç Dönencesi ve Oğlak Dönencesi gibi klasiklere imza atmış dev bir yazardan, bir yaşam ve insanlık manifestosu: Marousi’nin Devi. Yirmi yıl boyunca tatil yapmadıktan sonra bir seneliğine çalışmama kararı alarak Yunanistan’a giden bir yazarın, Henry Miller’ın kendi ışığını bulma öyküsü. Miller’ın yanı sıra Seferis, Katsimbalis, Lawrence Durrell gibi dev yazar ve şairlerin, yer yer caz, yer yer kaval ezgilerinin ve her daim şarap, sohbet ve serüvenin eşliğinde bir yaşam şöleni. Henry Miller, en iyi yapıtı olarak nitelediği Marousi’nin Devi’nde kan ve ter dökmekten usanmayan bir dünyaya karşı durmanın yolunu çiziyor ve onca karanlığa, onca çarpıklığa inat, ışığa yürüyor. Yoksul Yunan kasabaların aydınlıklarına, her şeye rağmen kendi ışığıyla parlayan insanlara ve imgelemin hakikatle coştuğu doğa manzaralarına uzanan bu zamansız anlatı, insanlık trajedisinin tüm çıkmazlarına parmak basarak barış, huzur ve coşku dolu bir dünyaya çıkan yolun temel taşlarını döşüyor. Marousi’nin Devi, insanca, özgürce ve kendince yaşamanın, yaşamla bir olmanın destansı öyküsü. “Kendi olanaklarına terk edildiğinde insan her zaman Yunan usulü bir başlangıç yapar – birkaç keçi ve koyun, derme çatma bir baraka, küçük bir tarla, birkaç zeytin ağacı, bir dere, bir kaval ile.”
*
BİRİNCİ BÖLÜM
Paris’te aynı evi paylaştığım Betty Ryan adlı kız olmasaydı Yunanistan’a belki de hiç gitmeyecektim. Bir akşam, bir bardak beyaz şarap içtikten sonra dünyayı gezerken yaşadıklarından bahsetmeye başladı. Onu hep can kulağıyla dinlerdim; deneyimleri farklı olmakla kalmaz, gezilerini adeta resmederdi ve tasvir ettiği her şey büyük ustaların tabloları gibi zihnime kazınırdı. O geceki konuşma gerçekten tuhaftı, sohbet Çin’den ve yeni öğrenmeye başladığı Çinceden açılmıştı. Bir süre sonra Kuzey Afrika’daydık, çölde, o zamana dek adlarını bile duymadığım insanların arasında. Sonra, birden, o, tek başınaydı, bir nehrin kıyısında yürüyordu, ışık çok parlaktı. Göz kamaştırıcı güneşin altında becerebildiğim kadarıyla peşi sıra gitmeye çalıştım, ama bir süre sonra ortadan kayboldu, bense kendimi daha önce hiç duymadığım bir dile kulak verdiğim yabancı topraklarda buldum. İyi bir öykü anlatıcısı değil, fakat bir tür sanatkâr Betty, çünkü o güne dek hiç kimse onun Yunanistan’ı anlatırken yaptığını yapmamış, bana bir yerin havasını böyle derinden solutmamıştı. Daha sonra kaybolduğu ve onunla birlikte benim de kaybolduğum yerin Olympia civarı olduğunu anlayacaktım, ancak o zamanlar sadece Yunanistan’dı benim için, o güne dek hayal bile etmediğim, görmeyi asla ummadığım bir ışık dünyası.
Bu konuşmadan aylar önce Korfu’ya yerleşmiş olan arkadaşım Lawrence Durrell’in Yunanistan’dan yazdığı mektuplar geçmişti elime. Mektupları harikulade olmakla birlikte benim için biraz gerçekdışıydı. Durrell şair olduğundan yazdıkları şiirseldi; düşle gerçeğin, tarihle mitolojinin bu denli ustaca harmanlanması kafamı karıştırmıştı. Sonraları bu karmaşanın gerçek olduğunu ve sadece Lawrence’ın şiir yeteneğinden kaynaklanmadığını bizzat keşfedecektim, gelgelelim o zaman, defalarca yinelediği davetini kabul edeyim diye beni kandırmaya çalıştığını sanmıştım.
Savaş kopmadan birkaç ay önce uzun bir tatile çıkmaya karar verdim. Ne zamandır Dordogne Vadisi’ni görmek istiyordum zaten. Bavulumu hazırladım ve Rocamadour’a giden trene bindim. Sabahleyin, güneş doğmak üzereyken vardığımda ay gökyüzünde hålà parlıyordu. Yunanistan’ın ışıklı ve kadim dünyasına adım atmadan önce Dordogne yöresini ziyaret etmek dâhiyane bir fikirdi. Kasabanın kıyısındaki harikulade kayalıktan gizemli Dômme nehrinin kapkara sularına bir an olsun bakmak bile insanın ömrü boyunca şükredeceği bir şey. Bana kalırsa bu nehir, bu topraklar. şair Rainer Maria Rilke’ye ait… Fransa değil, Avusturya degil. hatta Avrupa bile değil; şairlerin bayraklarının dalgalandığı, üzerinde ancak onların hak iddia edebileceği büyüleyici bir dünya. Yunanistan’dan sonra cennete en yakın yer burası; Fransız cenneti diyelim, uzlaşmak adına. Binlerce yıldır cennetti buralar herhalde. Cro-Magnon insan için öyle olduğu kanısındayım, ulu mağaralarda bulunan ve dehşet verici yaşam koşullarına işaret eden fosil kanıtlara rağmen. Cro-Magnon insanın fazlasıyla gelişmiş bir güzellik anlayışına sahip ve çok zeki olduğu için burayı mesken edindiğine inanıyorum. Maneviyatının hâlihazırda derin olduğuna ve mağaraların derinliklerinde hayvanlardan farksız yaşamasına rağmen burada serpildiğine inanıyorum. Fransa’nın bu yüce, huzurlu yöresinin insanlar için her zaman kutsal bir yer olarak kalacağına, kentler şairleri öldürdüğünde bile geleceğin şairlerinin sığınağının, beşiğinin burası olacağına inanıyorum. Tekrarlıyorum, Dordogne yöresini görmek benim için son derece önemliydi; insan ırkının geleceği için umut aşıladı bana, hatta dünyanın geleceği için. Fransa günün birinde yok olabilir, fakat düşler nasıl yaşamaya devam edip insan ruhunu besliyorsa Dordogne da yaşamaya devam edecek.
Marsilya’dan Pire gemisine bindim. Dostum Durrell beni Atina’da karşılayıp Korfu’ya götürecekti. Çok sayıda Akdenizli vardı gemide. Amerikalılara, Fransızlara ve İngilizlere yeğlediğimden onları hemen fark ediyordum. Araplarla, Türklerle, Suriyelilerle falan konuşmaya can atıyor, dünyaya nasıl baktıklarını öğrenmek istiyordum. Yolculuk dört ya da beş gün sürdü, bu da bana merak ettiğim bu insanlarla arkadaşlık kurmak için yeterince zaman tanıdı. Tesadüfen edindiğim ilk arkadaş Paris’ten Yunanistan’a dönmekte olan Yunanlı bir tıp öğrencisiydi. Fransızca konuştuk. İlk gece sabahın üçüne ya da dördüne kadar sohbet ettik, Yunanlıların tutkuyla sevdiklerini keşfettiğim Knut Hamsun’a dair daha çok. Sıcak denizlere doğru yol alırken bu Kuzeyli dâhiden söz etmeyi yadırgadım ilkin, fakat bu sohbet bana Yunanlıların heyecanlı, meraklı, tutkulu insanlar olduklarını hemen gösterdi. Fransa’da uzun zamandır özlemini çektiğim bir şeydi tutku. Sadece tutku değil; tutarsızlık, kafa karışıklığı, karmaşa yeni arkadaşımda insana özgü bütün bu nitelikleri yeniden keşfettim ve nimetten bildim. Bir de cömertlik. Bunların dünyadan silinip gittiğini sanmıştım neredeyse. Oradaydık işte, bir Yunanlı ile bir Amerikalı, ortak bir şeyi paylaşan fakat bütünüyle farklı iki insan. Kısa süre sonra gözlerimin önüne serilecek olan dünyaya mükemmel bir girişti. Toprağa henüz ayak basmadan Yunanistan’a ve Yunanlılara âşık olmuş: dost canlısı, konuksever, kolay ulaşılabilen, kolay anlaşılan insanlar olduklarını o zaman dahi fark etmiştim. Ertesi gün diğerleriyle muhabbet ettim bir Türk, bir Suriyeli, birkaç Lübnanlı öğrenci ve İtalyan asıllı bir Arjantinli. Türk bende neredeyse amında antipati uyandırdı. İnsanı çileden çıkaran bir mantık takıntısı vardı adamın. Çarpık bir mantık, üstelik. Şiddetle karşı çıktığım tüm o diğerleri gibi onda da Amerikan ruhunun en kötü yanlarının dışavurumuna şahit oldum.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıMarousi’nin Devi
- Sayfa Sayısı208
- YazarHenry Miller
- ISBN9786055903572
- Boyutlar, Kapak13.5 x 19.5 cm, Karton Kapak
- YayıneviSiren Yayınları / 2021
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Yavaş Adam ~ J.M. Coetzee
Yavaş Adam
J.M. Coetzee
Altmış yaşındaki fotoğrafçı Paul Rayment, bir bisiklet kazası sonucu sağ bacağını kaybedince, o güne dek yalnız sürdürdüğü yaşamı tamamen değişir. Başkalarına bağımlı olmaktan nefret...
- Böcekleri Seven Kadın ~ Selja Ahava
Böcekleri Seven Kadın
Selja Ahava
1600’lü yıllarda dünyaya gelen Maria çocukluğundan beri böceklerle haşır neşir olmakta ve sanatla ilgilenmektedir. Etrafındaki dünya değişirken Maria böceklerin evrelerini resmetmeye, onlarla ilgili kayıtlar...
- Fırçanın Ucundaki Hikâyeler ~ Dino Buzzati
Fırçanın Ucundaki Hikâyeler
Dino Buzzati
Zamanın akışı karşısındaki çaresizliğimizin, huzursuz bekleyişlerin, tanıdık kâbusların ve yalnızlıkların usta anlatıcısı Dino Buzzati, Fırçanın Ucundaki Hikâyeler ile bu kez Ressamlar Kenti’nden sesleniyor okurlarına. Yapıtlarıyla kendine...