Nobel edebiyat ödüllü Herta Müller’den, faşizmin gölgesinde yaşayan ve yaşananlara dair sarsıcı bir roman: Keşke Bugün Kendimle Karşılaşmasaydım. Müller, sorguya çağrılı adsız kahramanıyla birlikte okurunu uzun bir tramvay yolculuğuna çıkarıyor ve camın dışında akan manzara, bütün bir yaşamın dökümü halinde sayfalara yansıyor. Tramvay hattın üzerinde dümdüz ilerlese de dünya yavaş yavaş rayından çıkıyor ve bir kadınla bir erkeğin arasındaki en kısa mesafe, sonsuzluğa uzanıyor. Keşke Bugün Kendimle Karşılaşmasaydım, sürekli yeni çehrelere bürünen ve adına hayat da denen aldanışın, hayal kırıklıklarıyla hayatını inşa etmeye çabalayan bir kadının öyküsü. Herta Müller’in kahramanının yolculuğu, yaşamın yükünü, geçmişin acılarını, ilişkilerin imkânsızlığını kapsıyor; sevgi işkenceye, işkence bağlılığa, bağlılık yalnızlığa dönüşüyor. İhbarcılar her daim kapı önlerinde dolanıyor, herkes birbirini gözetliyor, sorgular bitmek bilmiyor. Bizi yere çalmaya yeminli bu dünyanın üzerinde, dilenecek tek şey var belki de: Delirmeyelim.
*
Çağrıldım. Perşembe, saat tam onda.
Gitgide daha sık çağırıyorlar beni. Salı, saat tam onda, cumartesi, saat tam onda, çarşamba ya da pazartesi. Yıllar sanki bir haftadan ibaretmiş gibi, bu sırada pastırma yazından hemen sonra kışın yine gelivermesi şaşırtıyor beni.
Tramvaya giden yoldaki çitlerin arasından çalılar sarkıyor yine, beyaz meyveleriyle derinlere, belki toprağın ta içine dikili sedef düğmeler veya ekmek topakları gibi. Öte yana dönük saplarıyla kuş elması olamayacak kadar ufaklar, yine de onlar geliyor aklıma. İnsanın başını döndürüyor. Çimlerdeki kar beneklerini düşünmeyi yeğlerim, fakat dalgınlığa sürüklüyor insanı, tebeşir de uyku getiriyor.
Tramvayın ne zaman gelip gittiği belli değil.
Sert yapraklı kavaklar değilse eğer, onun hışırtısını duyar gibiyim. Yanaşmış çoktan, bugün beni hemen almak niyetinde. Karar verdim, binerken hasır şapkalı ihtiyara öncelik tanıyacağım. Ben geldiğimde o, kim bilir ne zamandır durakta. Gerçi eli ayağı tutmayan biri değil ama, gölgesi kadar ince, kambur, bitkin. Pantolonunun altında ne kaba et ne de kalça var, yalnızca dizlerinin tümsekleri. Gelgelelim tam da şimdi, vagonun kapısı açılırken yere tükürmeden duramıyorsa ondan önce binerim. Hemen hemen tüm koltuklar boş ve ihtiyar onlara göz gezdirip ayakta dikiliyor. Demek ki yorgun değil bu yaşlılar, ayakta durmak için oturacak yer bulunmayacak günlerin gelmesini beklemiyorlar. Bu yaştakiler kimi zaman: Mezarda zaten uzun uzun yatacağız, der. Ne ki ölümü hiç düşünmezler bunu söylerken, haklıdırlar da. Sırası yoktur asla, gençler de ölür. Ayakta durmak zorunda değilsem hep otururum ben. Oturarak yolculuk etmek, oturarak yürümek gibidir. Adam beni süzüyor, boş vagonda hemen hissediliyor. Zihnim onunla konuşamayacak kadar dolu, yoksa bakacak ne bulduğunu sorardım. Bakışının huzurumu kaçırması umurunda değil. Pencerenin ardında şehrin bir yarısı uzanıyor, ağaçlar ve evler birbirinin yerini alıyor. Bu yaştakilerin hislerinin, gençlerinkilerden daha güçlü olduğu söylenir. Belki bugün el çantamda küçük bir havlu, diş macunu ve diş fırçası olduğunu bile hissediyordur. Ve mendil olmadığını, çünkü ağlamak istemiyorum. Paul, Albu’nun beni bugün bürosunun altındaki hücreye götürmesinden ne denli korktuğumu hissetmedi. Bir şey söylemedim, o durumda zaten çok geçmeden öğrenir. Tramvay yavaş gidiyor. İhtiyarın hasır şapkasında lekeli bir şerit var, muhtemelen ter ya da yağmurdan. Albu her zamanki gibi beni karşılarken tükürüklü tükürüklü öpecek elimi.
Binbaşı Albu elimi parmak uçlarımdan tutarak havaya kaldırır ve beni neredeyse bağıracak hale getirene değin tırnaklarıma bastırır. Altdudağıyla parmaklarımı öper, üstdudağını konuşabilmek için boşta bırakır. Elimi hep aynı tarzda öper, ama konuşurken hep başka şeyler söyler:
Hadi, hadi, bugün gözlerin çakmak çakmak olmuş. Bıyıkların mı çıkıyor ne, senin daha yaşın kaç.
Ah, elcağızın buz gibi bugün, dolaşım bozukluğun olmasın. Aman aman, diş etlerin bumburuşuk olmuş, ninene benzemişsin.
Ninem yaşlanmadı, derim, dişlerini dökecek zamanı olmadı. Ninemin dişlerine ne olduğunu bilir Albu, bu nedenle ondan bahseder.
Bir kadın, herhangi bir günde nasıl göründüğünü bilir. Ele kondurulan bir öpücüğün can yakmadığını, ıslak olmadığını ve elin üstüyle ilgili olduğunu da bilir. El öpme sanatını erkekler kadınlardan daha iyi bilir, muhakkak Albu da bilir. Kafası buram buram Avril kokar, kayınpederimin de kullandığı bir Fransız parfümüdür bu, parfümlü komünistin. Diğer tanıdıklarımdan hiçbiri satın almaz bunu. Karaborsada fiyatı, mağazadaki bir takım elbisenin fiyatından daha yüksektir. Belki de September’dır adı, ama o kekre, isli, yanık yaprak kokusunu asla bir başkasıyla karıştırmam.
Küçük masanın başına oturduğumda, Albu, parmaklarımı eteğime sürttüğümü görür, onları yeniden hissetmekle kalmayıp tükürüğü de sileyim diye. Mühür yüzüğünü döndürerek bıyık altından güler. Neyse, tükürük silinebilir, hatta kendiliğinden kurur, üstelik zehirli değildir. Herkesin ağzında var tükürük. Kimileri kaldırıma tükürür ve ayakkabıyla üzerine basarak dağıtır. çünkü tükürük kaldırıma bile yakışmaz. Albu elbette kaldırıma tükürmez, şehirde, tanınmadığı yerde, kibar bir beyi oynar. Tırnaklarım acır ya, henüz morartana kadar bastırmadı. Buz kesip de aniden sıcağa çıkmış gibi çözülürler. Beynimin öne, yüzüme doğru kaydığına inanacak gibi olmak; zehir odur işte. Ezer insani, tepeden tırnağa yalınayak hissederken bu, başka nasıl ifade edilir. Peki, ya sözcüklerle pek bir şey söylenemiyorsa, ya en iyi sözcük kötüyse.
Bu sabah saat üçten beri çalarsaatin tik taklarına kulak kesildim: git-cek, git-cek, git-cek… Paul uyurken ayaklarını yatağın ortasına doğru uzatıyor, sonra çarçabuk toparlanıp kendi de irkiliyor, ama uyanmıyor. Alışkanlık. Benim uykum kaçıyor. Uyanık yatıyorum ve yeniden uyuyakalmak için gözlerimi kapatmam gerektiğini biliyorum. Ama kapatmıyorum. Şimdiye kadar pek çok kez unuttum uyumayı ve nasıl olacağını yeniden öğrenmek zorunda kaldım. Ya çok basit ya da hiç değil. Sabaha karşı her şey uyur, kediler ve köpekler bile çöp bidonlarının etrafında yalnızca gece yarısına kadar dolaşır. Ne olursa olsun gözüne uyku girmeyeceğini bilen kişi için koyu karanlık odada açık renkli bir şeyler düşünmek, gözleri boş yere kapatmaktan daha kolaydır. Karı, beyaza bürünmüş ağaç gövdelerini, beyaz odaları, uçsuz bucaksız kumsalları düşünmek böylelikle, istemesem de, gün aydınlanana değin epey zaman öldürmüşümdür. Bu sabah günebakanları düşünebilirdim ve öyle de yaptım, fakat saat tam onda bulunmak zorunda olduğum yeri unutamazdım. Çalarsaat, git-cek, git-cek, git-cek diye tik takladığından dolayı kendimi ya da Paul’u düşünmeden önce Binbaşı Albu’yu düşünmek zorundaydım. Bugün Paul yatakta irkildiği sırada ben çoktandır uyanıktım. Pencere grileştiği zaman odanın tavanında Albu’nun ağzını, alt dişlerinin ardında pembe dilinin ucunu koskocaman görmüş, alaycı sesini kulaklarımda işitmiştim:
Neden bozuldu sinirlerin, daha yeni başlıyoruz.
Ancak iki, üç hafta boyunca çağrılmadığımda Paul’un bacakları uyandırır beni. Sevinirim o zaman, nasıl uyuyacağımı yeniden öğrendiğim anlaşılır.
Uyumayı yeniden öğrenip de sabahleyin Paul’a rüyasında ne gördüğünü sorduğumda hiçbir şey hatırlayamaz. Ayak parmaklarını gererek nasıl tekme attığını, bacaklarını hızla geri çekip onları nasıl büktüğünü gösteririm. Masadaki sandalyeyi mutfağın ortasına çekip otururum, bacaklarımı havaya kaldırıp olanları sahnelerim. Paul bu esnada gülebilir, ben de:
Kendine gülüyorsun, derim.
Evet, ama belki rüyamda motosiklete binmiş, seni de yanıma almışımdır, der.
İrkilme, öne doğru hamle yapıp birden geri çekilmek gibidir, içkiden kaynaklandığını sanıyorum. Söylemem. Gecenin, Paul’un bacaklarından çekip aldığı sarsaklığı beraberinde götürdüğünü söylemem. Öyle olmalı, dizlerinden tutup ayak parmaklarına indirir, sonra zifiri karanlık odanın içine çeker. Ve sabaha karşı, şehir en derin uykusundayken, dışarının karanlığına. Öyle olmasaydı, Paul uyandığı zaman dimdik ayakta durmayı başaramazdı. Gece herkesin sarhoşluğunu çekip alıyorsa sabaha karşı kafayı tamamen buluyor olmalı, yıldızlara varana değin. Şehirde o kadar çok içen var ki.
Saat dörtten hemen sonra aşağıya, dükkânların olduğu caddeye sevkiyat kamyonları yanaşır. Sessizliği böler, çok gürültü koparıp az şey getirirler; birkaç kasa ekmek, süt ve sebze ile kasa kasa erik rakısı. Gıdalar tükendiğinde kadınlarla çocuklar durumu kabullenir, kuyruklar dağılır, herkes evinin yolunu tutar. Şişeler tükenmeye görsün hele, yaşadıkları hayata söven erkekler bıçaklarına sarılır. Dükkancılar onları yatıştıracak sözler söyler, ancak bu, adamlar tekrar sokaklara düşene değin etkili olur. Arayışa koyulup şehirde dört dönerler. İlk kavgalar içki bulamadıkları için çıkar, sonrakiler şişenin dibini buldukları için.
Erik rakısının menşei Karpatlar ile dağlık bölgedeki kurak düzlüğün arasıdır. Erik ağaçları orada bulunur, öyle ki ağaçların ardından minicik köyler zar zor seçilir. Yaz sonunda maviye kesilen koca ormanlar, yerlere kadar eğilen dallar. Erik rakısı dağlık bölgeyle aynı adı taşır, ama kimse etiketin üstündeki adı kullanmaz. Gerek de yok aslında, ülkede tek bir erik rakısı var ve herkes onu etiketin üstündeki resimle tanıyor: “İki erik.” Erkekler yanakları birbirine yaslanmış iki eriği kadınların bebek İsa ile Meryem’i tanıdığı kadar iyi tanır. Eriklerin ayyaş ile şişenin arasındaki sevgiyi ortaya koyduğu söylenir. Bana kalırsa yanakları birbirine yaslanmış erikler bebekli Meryem’den ziyade düğün resimlerini andırıyor. Kilisedeki hiçbir resimde bebeğin…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıKeşke Bugün Kendimle Karşılaşmasaydım
- Sayfa Sayısı200
- YazarHerta Müller
- ISBN9786055903558
- Boyutlar, Kapak13.5 x 19.5 cm, Karton Kapak
- YayıneviSiren Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Hareketli Resimler ~ Terry Pratchett
Hareketli Resimler
Terry Pratchett
“Holy Wood’da büyü falan yok!” dedi Ginger. “Bence var,” dedi Victor. “Farklı bir büyü. Onu hissettik. Büyü, onu bulduğun yerdedir.” Kült yazar Sör Terry Pratchett’ın,...
- İçinde Aşk Var ~ Rachel Gibson
İçinde Aşk Var
Rachel Gibson
“Bir daha aşık olmam deseniz de, AŞKA SÖZ GEÇMEZ.” Çok başarılı bir aşk romanları yazarı olan, ancak kendi hayatında aşktan yana şansı gülmeyen Clare...
- Panik ~ Jeff Abbott
Panik
Jeff Abbott
“PANİK, zekice ve ince düşünülerek yazılmış, göz alıcı bir macera romanı. Jeff Abbott hiç şüphesiz gerilim romanlarının yeni ismi.” Harlan Coben “Şok edici… Sayfalarını...