Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Eylül
Eylül

Eylül

Mehmet Rauf

“Bence Eylül, tek başına, bir yazarın ismini edebiyat tarihine silinemeyecek şekilde nakşetmek için kâfidir.”Halid Ziya UşaklıgilFakat her şey boş değil mi? Ne olsa, ne…

“Bence Eylül, tek başına, bir yazarın ismini edebiyat tarihine silinemeyecek şekilde nakşetmek için kâfidir.”Halid Ziya UşaklıgilFakat her şey boş değil mi? Ne olsa, ne yapılsa kış gelmeyecek mi? Ya gelinceye kadar… Hiç mi, hiç mi bir şey yapılamaz? Böyle görerek, anlayarak, bile bile hayat ve saadetten feragate tahammülden başka bir şey mümkün değil mi?Yüz yılı aşkın bir süredir bazen mutlulukla bazen gözyaşlarıyla okunan Eylül, edebiyatımızda derin izler bırakmış, birçok farklı metinde tekrar tekrar karşımıza çıkmış bir roman. Üç ana karakter etrafında gelişen, İstanbul’un da dördüncü bir karakter gibi dahil olduğu, Mehmet Rauf’un başyapıtı olan bu romanda kişiler, ruhsal dünyaları en ince ayrıntılarına kadar incelenerek karşımıza çıkarılıyor.Yasak aşk temasının dönemine göre oldukça cesurca işlendiği bir aşk ve karasevda romanı olan Eylül, metin üzerinde yapılan kapsamlı bir çalışmayla, orijinal diline müdahale edilmeden yayına hazırlandı. “Psikolojik roman” denince akla gelen ilk eser olan Eylül’ü şimdi eski hataların tek tek ayıklandığı yeni çevirisi, yazarla yapılan “Eylül’ü Nasıl Yazdım” söyleşisi ve notlandırılmış, döneme ait harita, fotoğraf ve kartpostallarla zenginleştirilmiş baskısıyla okurlarımıza sunuyoruz.E, sonbahar bu… artık bu kadar letafet ve hararet verdikten sonra! Eylülden daha ne beklenir? Eylül, malum ya, hüzün ve matem ayıdır.

*

1

Salonda, bahçedekilerin kahkahaları işitilebiliyordu. Süreyya, canı sıkılanlara mahsus bir tahammülsüzlükle, “Çılgın kız!” diye söylendi.

Balkona açılan büyük kapıdan parmaklığa dayanmış dışarıya baktığı görülen zevcesi dönüp, “Lakin bu gece hava ne güzel!” dedi.

Bu nisan gününün saat on birde1 başlayan yağmuru yarım saat sonra dinmiş, nem-nak bir hudaretin fevkinde şimdi zerrin incileriyle lacivert bir sema titriyordu; topraktan, ağaçlardan intişar eden ratıp nefhatta müessir bir nüfuz vardı.

Genç kadın pencerenin kenarına dayanarak bir-iki uzun nefes aldı, her nefes aldıkça hayatı artıyormuş gibi oh çekiyordu. Sonra hâlâ sigarasının dumanlarına bulanmış, zebun-ı şita bir tepe gibi muzlim ve mağmum duran Süreyya’ya gelerek elinden tuttu, kaldırmak istedi.

“Hava bu kadar güzelken burada somurtup oturmak, gezip eğlenenlere haksız yere kızmaktan daha mı iyidir? Haydi biz de çıkalım.”

Süreyya’nın bu gece canı pek sıkılıyordu, “Adam1 bırak!” dedi. Babasına dargınlığını bütün köye teşmil ediyordu; sayfiyeye çıkacakları zaman o kadar ısrar etmiş fakat bu sefer de sahil bir yere gitmeye babasını razı edememişti. Büyükbabalarının vaktiyle gelip nasıl budala bir hesapla “şu taşocağında” yaptırdığı bu köşk, onları her sene başka yere gitmekten men ediyordu. Bütün kışın o, Boğaziçi’ni kurarken yine göçüp geldikleri “şu çöplük”, çocukluğundan beri yaşaya yaşaya usandığı bu hâlî çöl2 onu artık çıkıp gezmekten men edecek kadar bıktırmıştı. Pederine karşı bir şey yapamamasının intikamını almak isteyerek hırsını başkalarından çıkarıyor, buradaki hayatın aleyhinde bulunmak için her şey kendisine bir vesile oluyordu. Bunun için her günkü hayatında ekseriya şen olan Süreyya buraya naklettikleri3 on günden beri hemen daima sisli, pür tuğyan, hatta o kadar sevdiği zevcesi Suat’a karşı bile hemen hiçbir sebep olmayarak haksız davranıyordu.

Suat’ın kendi kolunu tutan elinden çekip yanı başına oturtarak ve kendisine dargın olmadığı için tebessüm etmek lazım geldiğini tahattur ederek firari, nursuz bir tebessümle, “Şimdi hep çamur oluruz. Toprak, toprak değil ki… İki dakika yağmur yağdı mı haddin varsa yürü! Bastığın yerden ayağın bir okka çamurla beraber kalkar…” dedi.

Genç kadın beş senelik derin bir mukarenetin verdiği nazar-ı nüfuzuyla pekiyi fark ettiği bu neşesizliğin izalesi için artık kifayet edemediğine teessüf eder gibi elim bir sesle sordu:

“Pek sıkılıyorsun galiba?”

“Evet, sorma… Patlıyorum. Burası zaten yaşanılacak bir yer mi! Hele bu yemekten sonraki saatler… Sabahleyin yemeğe kadar, akşamüstü… Hasılı her zaman insan boğuluyor. Herkes böyle birer köşede eziliyor. Kendimi bostan kuyusunda zannediyorum.”

Suat, kaşlarında bir endişe inhinasıyla, gözleri daha ziyade karararak, kaç senedir bu aynı yerde, aynı hayatta, şikâyet için hiçbir hal görülmeden geçirilmiş1 mesut günleri düşünerek sükût ediyordu. Bir aralık, “Evvelden hiç böyle söylemiyordun,” demek istedi. Fakat neye yarayacaktı? Ufak bir mazeret, adi bir sebeple geçiştirilmeyecek miydi? “Bari sen git, oralarda kal, biraz eğlenirsin,” diyecek oluyordu fakat beş senedir beraber bulunmaya, her şeyi beraber yapmaya o kadar alışmışlardı ki zevcine karşı kalbindeki derin irtibatın sevkiyle fedakârlığa razı olup söylese bile onun bunu fark ederek, münkesir olduğunu görerek daha rahatsız olacağını, yine yeminlerin başlayacağını, hiçbir şey değişmeyerek sade zevahir namına uğraşılmış olacağını düşünüyordu. Çünkü asıl kabahatin köşkte olmadığını hissediyordu; kabahat, şu sebebini düşününce kalbini sızlatan can sıkıntısında, ne kadar aşk ve irtibatla geçerse geçsin beş senelik hayatın yıprattığı kalplerde, bu kalplerin, kalp-i beşerin eskimeye olan kabiliyetindeydi. Ve o, kadın, bu acı tefekkürle başını eğip sükût ederken Süreyya söyleniyor, şikâyet ediyordu. Belki ellinci defa olarak, “Ah, büyükbabalarımız,” diyordu, “anlaşılmaz hesaplarla bu cehennem köşelerinde bağ yapıp gelip kapanacaklarına ne olurdu, şu İstanbul’u İstanbul eden güzel yerlere gitselerdi… Sonra bir babanın budalalığı bütün bir aileye bir maraz-ı irsi oluyor; bütün ahfat gelip onlar gibi bu köşelerde çile doldurmaya mecbur oluyorlar… Bağ, üzüm… İşte floksera1 da hepsini berbat etti ya! Yer, yer değil ki! Bak, babam elindeki avucundakini sarf etsin, bu tauna karşı koyabilir mi?” Sonra birdenbire köpürerek, “Ah, bu çöl,” dedi, “şimdi farz et ki Boğaziçi’nde yahut Adalar’dayız. Deniz yok mu deniz, en sıcak havalarda bile insana can verir. Serin, mavi, latif… Halbuki burada poyraz çıkacak diye ta saat sekizi2 , dokuzu beklemeli. Duman, duman… Külhan3 gibi… Sonra manzaranın mahdudiyeti, yekrenkliği… Düşün Suat, bir sandalımız olurdu. Sabahları erken yahut akşamları geç vakit sen şemsiyeni kapardın, ben küreklere sarılırdım. Mehtap olsun olmasın, oranın geceleri ne güzeldir…”

Süreyya söylerken hülyaya terk-i nefis ediyor, sahiden orada, denizdeymiş gibi mahzuz olarak tarif ediyordu. Zevcinin yerine muhakeme eden Suat, “Lakin mademki bu mümkün değil…” demek istedi fakat yine kendini men etti; zevcinin şu küşayiş zamanında bu söz kanatlarını tutmak gibi olacak, fazla olarak bu adem-i imkân mülahazası onu yeniden iğzap edecekti. Bunu Süreyya kendi söyledi:

“Fakat işte mümkün olmuyor, babam razı değil; çünkü… çünkü istemiyor, sevmiyor; hepsi işte ondan. Eğer o istese biz mesut olacağız. Bak, saadetimize ne kadar ehemmiyetsiz bir mâni var.” Sonra elini kaldırıp gayr-i meri bir düşmanı tehdit eder gibi4 , “Ah para!” diye söylendi.

Hiç olmazsa elli lira lazımdı. “Elli lira,” diyor, sonra meyus olarak, “ve bunu bulmanın imkânı yok!” diye köpürüyordu. “İmkânı yok, elli lira bulmak kabil değil. Yoksa ben şimdiye kadar seni bin kere kapıp götürürdüm.”

Suat, “Oh, ne iyi olurdu,” diye sevindi.

Süreyya başını çevirip zevcesinin sürurla parlayan siyah gözlerine bakarak devam etti:

“Ne mesut olurduk Suat, ne mesut olurduk. Hem asıl senin için, vallahi bütün senin için istiyorum. Sen söylemiyorsun fakat ben fark ediyorum ki gelip burada kapanmak seni fena ediyor, bir kere havasızlık… sıkıntı… Biz papaz değiliz ki bu manastırda yaşayalım… Hayat kalabalık, güzel hava içinde olur. Kalabalık içinde yalnız yaşamak, kalabalık içinde gezip beraber bir köşeye kaçmak, işte asıl zevk budur. İnsan, kalpleri birbirine bağlayan bu rabıtaları o zaman anlar. Ben seni ne kadar sevdiğimi başka kadınları gördüğüm zaman anlıyorum. Bazen rast gelip hatta senden güzel bulduğum kadınlara bakıyorum da kendi kendime hiçbirisini senin kadar, senin gibi sevemeyeceğime yemin ediyorum. Sende bir şey var, öyle bir şey ki hiçbirinde rast gelmiyorum. Öyle bir şey ki, işte bütün endişelerim senin yanında mahvoluyor. Ruhuma bir şifa, bir sükûn geliyor. Dudaklarını gözlerime dokundurduğun zaman bütün canımın koşa koşa gelip toplandığını, orada sana mülaki olmaktan mesut olarak kaldığını hissediyorum. Bahusus şimdi bana öyle geliyor ki ben dünyada senden başka hangi kadını alsaydım hiçbirisiyle senin gibi olamayacaktım; senin kadar böyle samimi, ruhuma kadar, böyle canıma kadar samimi…”

Böyle söylerken hemen dudaklarının yanında Suat’ ın gözlerini öpüyor, elindeki elini kaldırıp dudaklarından ayırmıyordu. Suat, zevcinin sözlerini dinleyerek sükût ediyordu. Süreyya bu elin ipek nescini uzun uzun koklayarak bir inilti halinde, “Ah Suat,” dedi, “sen de olmasaydın.” Genç kadının mesut ve sakit bir istifsarla bakan gözlerine girerek kalbinden kopan bir samimiyet sesiyle, “Sen olmasaydın ölürdüm Suat,” dedi, sesinde bir hüzün lerzesi vardı.

Suat sakit ve müteheyyiç duruyordu. Zevcinin bu galeyan zamanlarında o daima sakit kalır, söylemek istediklerini böyle söyleyemediğinden nagehani taşan deraguş arzularıyla boğularak bütün irtibat ateşlerini ancak sükûtla hapsederek ezilirdi ve hâlâ böyle yeni bir gelin gibi kızarıp hissiyatını ne bir sözle ne bir tavırla gösteremediği zamanlar olurdu. Heyecanla asıl ruhundan çıkan sayhaları hazmederdi; bu hal kalbini daha ziyade hararetle zevcine raptederek ruhu ona karşı böyle zamanlarda, kayaları parçalayıcı bir çağlayan huruşuyla tehacüm gösterirdi. Şimdi yine kendi kendine itiraf ediyordu ki bu anda Süreyya için hayatını isteseler mesut olarak verirdi. Beş senedir kendini ne taziz ettiğini, bir erkek namına ne büyük fedakârlıklarla hiç başka kocalara benzemeyerek nasıl münhasıran kendini sevdiğini, bütün muamelelerine, bütün tavırlarına kendisi için nasıl bir şefkat, nasıl bir hilm vererek yaşadığını pek güzel fark ediyordu. Hayat-ı sabaveti ebeveyninin imtizaçsızlıkları içinde makhur geçtiği için her türlü tasavvurunun fevkinde bulduğu bu karıkoca hayatı onu ebedî minnettar etmişti. Sözle o kadar münasebeti olmayanlara mahsus derunilik sayesinde yürüttüğü ince, derin mülahazalarıyla bu münasebetin ne gibi şeylere taalluk ettiğini fark etmiyor değildi; bahusus gittikçe eski ateşin azaldığını, eski hararetin her gün biraz daha itidale döndüğünü görüyor, müdekkik, rakik nazarıyla1 hepsini hissediyordu. Fakat aralarında bir şey hiç azalmıyor, daima artıyordu ki o da samimiyetti. Zevcinin samimiyetinden hiçbir zaman şüphe etmek ihtimali yoktu; her gün bir gün evvel yine şüphe etmediği samimiyeti daha çoğalmış görüyordu. O derece ki izdivaçlarından bir sene sonrayı şimdi düşündükçe o zaman teyit-i irtibat için pek kâfi, pek kavi gördüğü derece-i samimiyet bugünküne nispeten hiçti. Bugün, “O zaman nasıl emin olmuşum!” diyeceği geliyordu. Ve o zamanın hararet ve iştiyakı bugün duçar-ı inhilal olmuşsa da kendisi müdebbir ve mütefekkir bir kadın temyiziyle bu samimiyeti evvelkilere müreccah görerek o inhilalden hasıl olan hüznü defe çalışıyordu.

Süreyya tekrar parasızlıktan şikâyet ederek, “Bak,” dedi, “bak Suat, elli lira insanı nelerden mahrum ediyor! Sonra biz de adamız değil mi, zevcesini mesut etmek için elli lira bulamayan erkek…”

Zevcini böyle âciz görmek istemeyen Suat, o öyle düşünmesin, zebun görünmesin diye, “Fakat ben seni böyle daha çok seviyorum,” dedi, “herkes zengin olabilir fakat senin gibi olamaz.” Sonra Süreyya’nın kederlerini dağıtmak için ilave etti: “Mademki sen beni kapıp bir yalıya götüremiyorsun, bari ben seni alayım da balkona olsun çıkarayım. Gece o kadar güzel ki istifade etmemek cinayet sayılır.”

Bu esnada bahçeden, gecenin bir köşesinden tiz, parlak bir kahkaha daha geldi.

Suat pencereye doğru yürüyerek, “Bak hemşirene, o hiç senin gibi düşünmüyor,” dedi.

Süreyya balkona çıkmıştı, orada bir hasır koltuğa düşer gibi oturarak, “Yanında Necip mi var?” diye sordu.

Suat öbür sandalyeden pelerinini almış örtünüyordu, gülerek cevap verdi:

“Galiba.”

“Kocası babamın yanında değil mi? Tuhaf izdivaç, tuhaf koca, tuhaf karı… Hususuyla tuhaf karı…”

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Roman (Yerli)
  • Kitap AdıEylül
  • Sayfa Sayısı376
  • YazarMehmet Rauf
  • ISBN9789750739781
  • Boyutlar, Kapak13.5 x 21 cm, Karton Kapak
  • YayıneviCan Yayınları / 2023

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Son Emel ~ Mehmet RaufSon Emel

    Son Emel

    Mehmet Rauf

    Aman Yarabbi, Köprü, Köprü… Bunu şimdi birdenbire ne kadar, ne kadar sevdi. O üzerinden binlerce defa geçmiş olduğu yer; bu serilmiş, ölmüş hayatıyla, elini...

  2. Âşıkane ~ Mehmet RaufÂşıkane

    Âşıkane

    Mehmet Rauf

    Ah, ne oldu, şimdi bu emeller neredeydi? Bütün bu emellerin yerine yalnız çirkin bir hayat hakikati, bütün renksizliğiyle, bütün manasızlığıyla yerleşmişti. Lakin bu gençlik,...

  3. Kurtuluş-Halas ~ Mehmet RaufKurtuluş-Halas

    Kurtuluş-Halas

    Mehmet Rauf

    Bir İstiklal Harbi romanı olan Kurtuluş (Halâs), Mehmet Raufun savaş sonrasında, aralarında Halide Edipin de bulunduğu, birkaç arkadaşıyla beraber çıktığı İzmir yolculuğunda tanıklık ettiği...

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Ateşten Sırlar ~ Nil Ergü MuradoğluAteşten Sırlar

    Ateşten Sırlar

    Nil Ergü Muradoğlu

    Seni seviyorum de Defalarca de Yüzlerce, binlerce kez de Yorulmadan, bıkmadan her gün de Ne olursa olsun, Nerde olursan ol Kimseden korkmadan, Utanmadan, sıkılmadan, Seni seviyorum de.

  2. Yusuf’un Limanları ~ Can OrhunYusuf’un Limanları

    Yusuf’un Limanları

    Can Orhun

    Dünyayı daha çok görmeliyim. Dünya beni daha çok görmeli. Kalyonlar yelkenlerine rüzgârları doldurmalı, atlar geniş ovalarda beni dörtnala sırtlarında taşımalı, uçsuz bucaksız çöllerde develerle Asya’nın uzak ülkelerine gitmeliyim. Zihnimde yaptığım seyahatleri bedenen de yapmalıyım.

  3. Bir Köşkünüz Var mı? ~ Tarık BuğraBir Köşkünüz Var mı?

    Bir Köşkünüz Var mı?

    Tarık Buğra

    Cumhuriyet Dönemi Türk edebiyatının öncü yazarlarından Tarık Buğra; uzun ve derinlikli romanlarıyla, hikâye, tiyatro, fıkra ve deneme gibi edebî alanlarda dikkat çeken eserleriyle tanınmıştır....

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur