Japon Tanrıçası Seiobo’nun bahçesinde üç bin yılda bir çiçeğe duran bir şeftali ağacı vardır; meyvesi ölümsüzlük getirir. László Krasznahorkai’nin 2015 Uluslararası Booker Ödüllü sıra dışı romanı Seiobo Orada, Aşağıdaydı kusursuzluk peşinde ölümlüler diyarına inen tanrıçanın peşine takılıyor. Kadim bir Buda heykelinin restorasyon serüveni; atölyesini idare eden usta bir Rönesans ressamı; prova yapan bir Noh oyunu aktörü; köylülere ders veren fanatik bir barok müzik tutkunu; Japonya’nın en kutsal tapınağındaki bir ritüeli bozan turist kafilesi ve av peşinde bir balıkçıl kuşu… Tematik bir bütünlük içinde bir araya gelen bu öykülerden oluşan roman ölümsüz sanat eserleri, yaratım ânı ve kadim ritüellerin peşinde içkinlik, yücelik, gelip geçicilik ve elbette hakikat gibi bugün üstü örtülen olguları irdeliyor. “Obsesif, deha sahibi…” James Wood, The New Yorker “Krasznahorkai’nin eserlerindeki evrensellik Gogol’ün Ölü Canlar’ıyla yarışır, çağdaş yazındaki sıradan kaygıları da misliyle aşar.” W.G. Sebald “Kıyameti anlatan çağdaş bir usta.” Susan Sontag “Onun o uzun ve dolaşık cümleleri beni büyülüyor; yarattığı dünya kasvetli olmasına karşın Nietzsche’nin metafizik avuntu dediği aşkınlığı hissetmemek elde değil.” Imre Kertész
İçindekiler
1. Kamo Avcısı ………………………………………………….. 13
2. Sürgün Kraliçe ……………………………………………….. 25
3. Bir Buda’nın Korunması ………………………………….. 54
5. Christo Morto ……………………………………………….. 97
8. Tepede, Akropolis’te ……………………………………… 130
13. Gün Ağarırken Kalkıyor ………………………………… 147
21. Bir Cani Doğuyor …………………………………………. 164
34. Inoue Kazuyuki Usta’nın Hayatı ve Sanatı ……….. 206
55. Il Ritorno A Perugia ………………………………………. 238
89. Uzaktan Verilen Yetki ……………………………………. 279
144. Dışarıda Bir Şey Yanıyor ………………………………… 302
233. Nereye Bakıyorsun ……………………………………….. 310
377. Kişisel Tutku ………………………………………………… 327
610. Sadece Mavide Soluk Bir Huzme ……………………. 345
987. İse Tapınağı’nın Yeniden İnşası ……………………….. 357
1597. Ze’ami Gidiyor …………………………………………….. 405
2584. Toprağın Altında Çığlıklar ……………………………… 426
1
Kamo Avcısı
Çevresindeki her şey hareket halinde, sanki Herakleitos’un mesajı dünyanın öbür ucundan kalkıp şiddetli bir akıntıya kapılarak önüne çıkan bütün engelleri aşmış, tek bir kereliğine ta buralara kadar gelmiş, su geliyor, akıyor, çağlıyor, ipeksi rüzgâr kıpır kıpır, dağlar sıcaktan dalgalanıyor, sıcak da kıpırdıyor, titriyor, titreşiyor, nehrin yatağına serpilmiş adacıklardaki çalılıklarda otların her biri ayrı ayrı kımıldıyor, şurada nehrin alçak setini aşan yumuşak bir dalgacık, orada azgın bir dalganın uzaklaşan damlacıkları ve uzaklara giden bu damlacıklarda parlayan ışık zerrecikleri, birden görünüp birden kaybolan, her yana dağılan, sözcüklerle dillendirilemeyecek ışık zerrecikleri, yukarıda pamuksu bulutlar, sinirli, mavi titreşimleriyle gökyüzü, güneşin dehşetli bir güçle odaklanan, kenarları çizilemeyen, o an mevcut tüm yaratıkları kapsayan, çıldırtasıya harikulade, göz kamaştırıcı pırıl pırıl varlığı, nehirde balıklar ve kurbağalar ve böcekler ve ufacık sürüngenler, nehrin iki kıyısına paralel uzanan yolun buharlaşan asfaltında adım adım ilerleyen arabalar, kuzey yönünde gece seferi yapan 3 numaralıdan başlayarak 32, 38 numaralıya kadar otobüsler, geniş setlerin altından hızla geçen bisikletler, nehrin kıyısında kâh toprağa çizilmiş kâh bilhassa yapılmış patikalarda yürüyen erkekler ve kadınlar, ve bir de hızla akan suyun kitlesi altında kalmış ve özellikle asimetrik olarak döşenmiş frenleyici taşlar, tümü bir şeyler oluyormuş gibi yapıyor ya da gerçekten bir şeyler oluyor, bir şeyler yaşanıyor, bir şeyler hızla akıyor, gidiyor, batıyor, çıkıyor, yitiyor, yine ortaya çıkıyor, koşuyor, bir yere doğru yuvarlanıyor, sadece o, sadece o kıpırdamadan duruyor, Ooşirosagi1 , bu heybetli bu bembeyaz kuş, herkesin kolayca saldırabileceği ve şimdi burada savunmasızlığını bile gizlemeyen avcı; şimdi öne eğiliyor, S şeklinde kıvrılmış boynunu ve boynuyla aynı çizgideki başını, sert gagasını bu S şeklinden dışarıya uzatıp aşağıya eğiyor, kanatlarını sıkıca gövdesine yapıştırıyor ve ince ayaklarına suyun altında sağlam bir dayanak arıyor, gözlerini akıp giden suyun yüzeyine dikiyor, evet yüzeyine ve elbette o yüzeyin altında, ışığın kırıldığı yerde neler olduğunu cam gibi berrak suda mükemmelen görüyor, ne kadar hızla gelirse gelsin, eğer gelirse, eğer yolu oraya düşerse, gelen ister bir balık ister bir kurbağa ya da ufak bir sürüngen olsun, su ışıkta biraz kırılıp biraz bulansa da o, işte tam o zaman tek bir hızlı hareketle gagasını tam isabet saplayıp bir şey yakalayacak ne olduğu tam olarak görülmeyen bir şey, bu öylesine yıldırım hızıyla olup bitecek ki görülemeyecek sadece bilinecek, bir balık mıdır –amago mu, ayu mu, huna mı, yoksa kamotsuka mı, belki bir mugitsuku ya da unagi belki de bambaşka bir şeydir– bunun için Kamo Nehri’nin sığ sularının ortasında duruyor, geçmesiyle ölçülmeyen fakat varlığından zerrece kuşku duyulmayan ve ne ileriye ne de geriye doğru gitmeyip fırıl fırıl dönüp hiçbir yöne ilerlemeyen o akıl almaz derecede karmaşık bir ağ gibi serilmiş zamanın içinde ve o muazzam güce rağmen hareketsizliği doğmak devam etmek zorunda ve bu ancak eşzamanlılığında yakalanabilir oysa tam da bu yani eşzamanlılığında yakalayabilmek mümkün değil, dolayısıyla dillendirilemiyor, onu tasvir etmek isteyen sözcüklerin tümü yok oluyor, hem sadece tek tek sözcükler de değil, ani olması, tek bir âna dayanması ve tam o an her türlü hareketi engellemesi ve tek başına, bir başına o muazzam kargaşa içinde, gürültülü, kıpır kıpır bir dünyanın tam ortalık yerinde tek başına kalması gerek, o çılgınca devinim içinde bembeyaz gövdesini hareketsizleştireceği, her yandan üstüne yürüyen o dehşetli güce kendi kıpırtısızlığıyla karşı koyacağı an, ama bu daha sonra akıllara durgunluk veren devinimin çılgınlığına o da yine katıldığı zaman olacak, o da diğerleriyle birlikte yıldırım hızıyla hareket ettiği zaman, şimdi henüz ânın ilk aşamasında, avlanmanın başında.
Ebedî açlığın egemen olduğu bir dünyadan geliyor, yaptığı genel avlanmaya katılmak, etrafındaki her canlı sonu gelmeyen bir avcılığın öznesi olarak kendi payına düşen ava sokuluyor, saldırıyor, atılıyor, pençesini geçiriyor, boynundan kavrıyor, belkemiğini kırıyor ya da sırtını tam ortasından iki parçaya ayırıyor, kemiriyor, iliğini emiyor, suyunu çıkarıyor, lokma lokma kıyıyor, ısırıyor, parçalıyor, olduğu gibi yutuyor, kısacası o da o sonsuz avlanmada hedefe mecbur edilmiş, avlanmak zorunda çünkü o ebedî açlık dünyasında sadece bu şekilde ve ancak bu yolla yiyecek bulabilir, bu evrensel, bu her canlıyı kapsayan zorunlu avlanmada, avlanmanın ona özgü yani özneye mahsus biçimine girdiği, ayaklarını suya batırdığı, baştan aşağıya gerildiği zaman başka bir anlamla da zenginleşiyor, El-Zahad ibn Şahib’in üçlü cümlesini daha karmaşık bir anlamda hatırlayalım, “Gökyüzünde bir kuş yuvasına dönüyor. Belli ki yorgun, zor bir gün geçirmiş. Avdan dönüyor: Avlandı,” cümlesinde vurgunun yeri değişmeli, yakın dolaysız hedefi vardı, uzak hedefi yoktu, ama zaten herhangi bir uzak hedefin uzak bir nedenin aslında imkânsız olduğu, buna karşılık yakın hedefler ve nedenler dokusunun son derece sıkı örüldüğü bir mekânda mevcuttu, orada doğmuştu ve bir gün orada ölecekti.
Tek doğal düşmanı olan insan –Kötü ve Tembel’in her günkü sihrine mahkûm edilmiş nehrin kıyısındaki o yaratık– ona dikkat bile etmiyor, patikada yürüyor, koşuyor evine doğru pedal çeviriyor ya da sadece geçip gidiyor, kimi bir sıraya oturmuş, semtin 7-Eleven dükkânından aldığı alg yaprağına sarılı, pirinçten yapılmış üçgen şeklindeki nigiri denen şeyi yiyerek vaktini geçiriyor, şimdi değil, bugün de değil belki yarın belki de ondan sonra bir gün bir nedeni olursa bakar ona, zaten şimdi bakacak biri çıksa o da pek aldırış etmeyecek zira o da alışmış kıyıdakilere, kıyıdakilerin de sığ suyun ortasında duran iri gövdeli kuşa alışmış oldukları gibi, bugün her iki taraf için de böyle bir şeyin olması ihtimali yok, hiçbiri diğeriyle ilgilenmiyor oysa onun orada, suyu ancak dize kadar gelecek kadar sığ, çalılı-otlu adacıklarla dolu, gerçekten oldukça garip görünümlü belki de yeryüzünün en acayip nehri Kamo’nun ortasında durduğunu gören de olabilirdi, orada öylece durduğunu tek bir yeri kıpırdamadan, gövdesi gerilmiş avını beklerken dakikaların nasıl geçtiğini gören biri, şaşılacak derecede uzun dakikalar bunlar, art arda geçen on dakikalar, hatta yarım saat, bu bekleyiş ve bu yoğunlaşmış dikkat ve de kıpırtısızlık içinde geçen zaman akıllara durgunluk verici, o kadar uzun ve o hâlâ kıpırdamıyor, hep aynı pozda, aynı biçimde, tek bir tüyü olsun oynamadan öne eğilmiş, gagasını şırıltıyla akan suyun aynasına dik açı yapacak şekilde uzatmış duruyor, kimse bakmıyor, kimse görmüyor onu ve eğer bugün fark edilmezse ebediyen fark edilmeyecek, bu tarifsiz güzellik gizli kalacak, duruşundaki o zarafet, o haşmetli kıpırtısızlığın olağanüstü büyüsü gizli kalacak ve fark edilmeden onunla beraber burada, Kamo’nun ortasında bu kıpırtısızlıkta, bu bembeyaz gerginlikte kaybolacak, çevredeki her şeye anlam verenin, çılgınca bir devinim içinde dönen dünyaya, kuru sıcağa anlam kazandıranın o olduğunun anlaşıldığının tanığı bile olmayacak, oysa o bu manzaranın çok özel bir hadisesi, bu manzaranın inkâr edilemeyecek sanatkârı, mutlak hareketsizliğin eşsiz estetiği ve kusursuz dikkatin sanatsal bütünlüğüyle çevresindeki –anlamını reddetmediği– eşyanın çılgınca kargaşasından sıyrılıp yükseliyor bir tür amaçsızlık –bir o kadar da güzel– sunuyor, her türlü etkileyici yerel anlamın üstünde hatta kendisinin o anda yaptığının da anlamı üstünde bir amaçsızlık, zaten onun için Kyoto’da Kamo Nehri’nin akışı istikametinde duran ve suyun altında gagasını tam isabet saplayacağı nesnenin çıkmasını bekleyen beyaz bir kuş olmanın ötesinde ne güzelliği var.
Bütün bunlar Kyoto’da geçiyor. Bitmez Tükenmez Etiket Şehri Kyoto, Gerektiği Gibi Davranmaya Mahkûm Edilenlerin Yargı Yeri, Doğru Tavır ve Tutuma Uyanların Cenneti, Uymayanların Ceza İnfaz Yeri. Bu kentin karmaşası Etiket, Davranış ve Tavır labirentlerinden oluşuyor, nesnelere karşı alınması gereken tavır kurallarının sonsuz keşmekeşinden. Saray yok, bahçe yok, sokaklar iç meydanlar yok, şehrin üstünde gökyüzü yok, ufuktaki dağlarda sonbaharda kızıla çalan akçaağaçlar yok, doğa yok, tapınakların avlularında yosun yok, Nişijin ipek dokuma tezgâhlarından hiçbir şey kalmamış, FukuzuruSan’da Kitano Tenmangu Tapınağı yanına gizlenmiş geyşa mahallesi yok, Katsura Rikyu mimarlık bilimi disiplini ve Nijo-jo’da Kano ailesinin tablolarının göz kamaştırıcılığı yok, Raşomon’un kasvetli mekânının anısı, 2005 yılının kavurucu yazında şehrin tam merkezindeki Şijo-Kawaramaçi kavşağı yok, ve Şijobaşi’nin o yumuşak kavisi, köprünün hep o zarif ve gizemli Gion’a yönelik kavisi yok, Kitano-odori dansözü geyşanın gülümseyen yüzünde o büyüleyici gamzeler de yok, sadece uyulması gereken Kuralların Devasa Yığını var ve de her şeyin üstünde işleyen etiket kurallarının her şeyi kapsayan ama insanın bütünüyle bir türlü görüp kavrayamadığı düzen, nesneler ve insanlar, insanlar ve insanlar, sonra nesneler ve nesneler arasındaki aynı zamanda hem değişmeyen hem değişen Karmaşıklık Hapishanesi, çünkü her şey ancak bunlardan geçerek var olma imkânına kavuşabiliyor, bütün saraylar ve bahçeler, sokaklar ve gökyüzü ve doğa ve de Nişijin Mahallesi ve Fukuzuru-San, Katsura Rikyu ile Raşomon’un boş kalan yerleri, Kitano-odori dansözü geyşanın yanaklarındaki büyüleyici gamzeler, zarafet timsali geyşa yelpazesini, görülmesi için bir anlığına, belki bir an bile sürmemecesine yanacığından kaydırınca para babalarının ahlaksız bakışlarından ibaret seyircilerin görebildikleri o tarifsiz güzellikte, o şuh, o büyüleyici, o insanı alıp sürükleyici, o rezil rüsva edici tebessüm.
Kyoto Sonsuz Göndermeler Şehridir, hiçbir şeyin kendisiyle aynı olmadığı ve asla olamayacağı, büyük topluluğun her bir üyesinin geçmişteki denetlenemeyecek bir Şöhrete Gönderme yaparak şimdiki benliğini oradan kaynaklandırdığı bir şehir, sisli bir geçmişte var olmuş ya da salt bu geçmişin var olmasının yarattığı bir Şöhret’e, dolayısıyla şimdi burada mevcut olanın tek bir öğesinin olsun elle tutulup gözle görülmesi mümkün değil çünkü biri bu şehrin içinde ne var diye bakmayı denerse en belli başlı öğesini bile gözden kaçırır, eski Edo yönünden gelen Şinkanzen adlı süper ekspresten devasa Kyoto İstasyonu’nda inen ziyaretçinin de yaptığı gibi, ekspresten indikten sonra doğru çıkışı bulup da altgeçitlerin lunaparkı hatırlatan dolambaçlarından geçip Karasuma-dor ağzına çıksa ve diyelim dosdoğru kuzeye giden yol olan Karasuma-dor’un sol tarafında, daha istasyondan görülen Higaşi-Hongan-ji adlı Budist tapınağın sarı, uzun ve heybetli dış duvarını görür; daha o an olasılıklar alanından çıkar, bugünkü Higaşi Hongan-ji’yi görme olasılığını yitirir, çünkü yoktur bugünkü Higaşi Hongan-ji; çünkü gözün oraya kaymasıyla aynı anda bugünkü Higaşi Hongan-ji ânında, en yanlış şekilde Higaşi Hongan-ji’nin geçmişi olarak tanımlanabilecek bir şeye dönüşür çünkü HigaşiHongan-ji’nin asla geçmişi bile olmamıştır, ne dün, ne evveli gün, sadece ve sadece Higaşi Hongan-ji’nin müphem geçmişine yapılan binlerce Gönderme vardır, yani en olmayacak bir durum karşısındayız, ne bugünkü ne de bir zamanlarki Higaşi Hongan-ji yok sadece saygı duyulması zorunlu olan, Higaşi Hongan-ji’nin bugün de eskiden de var olduğuna gönderme var, şehirde dolaşırken her yerde bu gönderme dalgalanır, insanı hayretten hayrete düşüren mucizeler dünyasında To-ji Tapınağı’ndan Enryaku-ji’ye, Katsura Rikyu’dan Tofuku-ji’ye kadar her yerde, ta ki Kamo’nun o malum kısmına, Kamigamo Tapınağı civarında nehrin şarıldadığı yere, onun, Ooşiragi’nin durduğu yere kadar: garip bir şekilde geçmişi de bugünü kadar var olan, ya da ikisi de olmayan o biricik: çünkü o gerçekte ileriye ya da geriye giden zamanda hiçbir zaman var olmadı, dikkatin sanatçısı olarak onun kısmetine düşen bu hayalet şehirde yerin ve nesnelerin eksenini oluşturanı, kavranamayanı, akıl almayanı temsil etmek: o dayanılamaz güzelliği.
Suda avlanan bir kuş: çevresiyle ilgilenmeyen biri için, olur da fark ederse, herhalde bundan ibarettir – oysa sadece fark etmesi değil oraya ilk göz atışta zihninin açılması ve sığ suda, çalılıklı, otlu adacıklar arasında kıpırdamadan avlanan bu kuşun orada ne kadar lüzumsuz olduğunu algılaması en azından bilmesi ve görmesi, hatta bu kocaman, bembeyaz, görkemli hayvanın ne kadar savunmasız olduğunu da hissetmesi, derhal hissetmesi gerekirdi; çünkü lüzumsuzdu ve savunmasızdı, evet öyleydi ve hemen her zaman olduğu gibi bunlardan biri diğerini yeterince açıklıyordu, lüzumsuzluğu yüzünden savunmasızdı ve savunmasızlığı onu lüzumsuzlaştırıyordu, lüzumsuz ve savunmasız muhteşem bir kuş, işte Kamogawa’nın sığ suyunda Ooşirosagi böyle bir kuş, ama işte, kıyıdakilerin ilgilendiği yok, yayan gidenler var, bisikletler, otobüsler geçiyor, Ooşirosagi gözlerini dibinden kabarcıklar yükselen suya dikmiş kıpırdamadan duruyor, sarf ettiği kesintisiz dikkatin yoğunluğu hiç değişmiyor, dikkatin bu savunmasız ve lüzumsuz sanatçısı dikkatinin kesintisiz olduğu konusunda hiç kuşku bırakmıyor, balık mı gelecek ufak bir sürüngen mi böcek mi hiç fark etmez, hangisi olursa olsun tam gerektiği an, ne önce ne sonra, amansız ve kusursuz tek bir darbeyle üstüne atılacak, şafak vakti o ağır, yavaş ve soylu kanat çırpışlarıyla bir yerden gelmiş olduğu nasıl kesin ise ve karanlık çökerken yine aynı kanat çırpışlarıyla oraya geri döneceği, arkasında bir yuva olduğu da kesin yani demek oluyor ki ardında ve muhtemelen önünde de bir şey var, bir hikâyesi var, yani hayatındaki olayların akış düzeni var fakat dikkatinin, bakışının, hareketsiz duruşunun kesintisizliği Ooşirosagi için bütün bunların önemsiz olduğunu gösteriyor, bütün bunların onun için hiçbir ağırlığı yok, hepsi bir hiç –tüy, köpük, mavimsi beyazlık– onun için sadece kesintisiz dikkat var, sadece kesintisiz dikkatin ağırlığı var, onun hikâyesi bu, başka bir şeyi yok, sadece ve sadece bu, hareketsiz bakıştaki bu sanat onu Ooşirosagi yapmış ve yapıyor, bu olmasaydı varoluşa katılamazdı bile, o varoluşun gerçekdışı zirvesi, bunun için buraya gönderildi ve zamanı geldiğinde geri çağrılacak.
Gagasını o mutlak hareketsizlik halinden aniden zıpkına döndürebileceğine işaret eden en ufak bir kıpırtısı bile yok, şimdiye kadarki mutlak hareketsizlik Kamogawa Nehri’nin o noktasında duranın kar gibi beyaz bir balıkçıl değil bir hiç olduğu izlenimini yaratıyor ama bu hiçlik, bu bakış, bu dikkat, bu kesintisizlik öylesine yoğun ki, topyekûn hiçlik mutlak bir güçle özdeşleşiyor, onun bu duruşunda “her şey mümkün” var, “herhangi bir zaman herhangi bir amaçla herhangi bir şey yapabilirim” var, ama onun herhangi bir zaman herhangi bir nedenle yapacağı herhangi bir şey sıradan bir altüst olma anlamına gelmeyecek, sadece sert ve anlık bir sarsıntı olacak, bu muazzam alanda, olanaklar alanında, dünyanın dengesi sarsılacak, hareketsizliğin mutlaklığı yüzünden, bu hareketsizliğin yarattığı gerginlik daha fazla artırılamayacağı için bu sonsuz dikkat birikimi bir noktada çatlayıverecek, gerçi bunun dolaysız nedeni bir balık olacak –bir amago bir kamorsuka veya bir unagi– asıl amaç da onları zıpkınlayıp bir lokmada yutarak yaşamı sürdürmek ama bu sahne artık olduğundan çok daha fazlasını gösteriyor; 3 numaralı gece otobüsündekiler, kırık dökük bir bisikletle veya Kamo kıyısında yayan gidenler ve bakar körler, hepimiz gözlerimizin önündekinin yanından geçip gidiyoruz, bu nasıl olabilir sorusuna cevabımız: çünkü alıştık, kanıksadık, sadece bir umut kaldı, zaman zaman aramızdan hiçbir nedeni olmadan tesadüfen gözü oraya kayacak birinin çıkacağı umudu, bakışları oraya kayacak ve takılacak ve bir süre gözlerini oradan ayıramayacak birinin, böylece aslında istemediği bir şeye tesadüfen karışmış olacak, çünkü bakacak –ve kendi bakışlarının yoğunluğunun ebedî dalgalanışında çırpınarak bakacak– ama insanın bakışlarını sürekli aynı yoğunlukla sabitlemesi imkânsızdır oysa tam da şimdi buna gerek var, lakin sürekli olarak yoğunluğun zirvesinde kalmak mümkün olmadığından tam da dikkat dalgası düştüğü sırada, başka bir deyişle dikkat dalgasının alt katında, en alt aşamasındayken zıpkın birden saplanabilir ve tesadüfen oraya bakan bir çift göz kıpırdamadan öne doğru eğilmiş, hiçbir şey yapmadan hareketsiz duran kuştan başka bir şey görmez; beynindeki o dikkat dalgasıyla bu türden bir insan bizlerden biridir belki de hiçbir zaman hiçbir şey görmez ve hayatı böyle sürüp gider, kendi yaşamına anlam verecek olayların dışında kalır ve bu yüzden hüzünlü, fakir, kupkuru bir yaşamı olur, acıtacak kadar yavan bir hayat, yücelikten, umuttan yoksun, risksiz, hedefsiz bir hayat – oysa 3 numaralı gece otobüsündekilerin, kırık dökük bir bisikletle ya da Kamo kıyısındaki yolda yayan gidenin tek yapması gereken orada suda ne olduğuna göz atmak, boynunu, kafasını, gagasını öne doğru uzatmış şırıldayan suyun kabarcıklı yüzeyine gözlerini dikmiş kıpırdamadan duran o kocaman beyaz kuşun orada ne yaptığına bakmaktır.
Böyle bir nehir daha yoktur dünyada, insan ilk görüşte gözlerine inanamaz, köprülerin birinde diyelim Gojo-ohaşi’de durup –eğer varsa– yanındaki mihmandarına sorar o altlarında gördüklerinin nasıl bir şey olduğunu, o geniş yatakta suyun neden böylesine daracık damarlar halinde aktığını, hem de o inanılmaz adacıkların arasından geçerek; zira insan gözüne ister inansın ister inanmasın, aslında oldukça geniş bir nehir olan Kamogawa’nın suyu o kadar az ki; alüvyonlar nehrin yatağında yüzlerce adacık oluşturmuş, sonra bu adacıklarda ot çalı bitmiş, Kamogawa baştan aşağıya böyle irili ufaklı, dize, göğse kadar erişen üzerinde otlar çalılar bitmiş alüvyondan adacıklarla dolu, bunların arasından azıcık su akıyor, hani birazdan o da kalmayacak nehir tümüyle kuruyacakmış gibi, ne olmuş burada diye sorduğunda – eğer varsa–, yanındaki mihmandara, bir felaket mi oldu, başka bir şey mi, bu nehir neden bu kadar kurumuş? alacağı yanıt: a, ne münasebet, Kamo öyle azgın suyu olan güzel bir nehirdir ki, biraz aşağıda Şijo-ohaşi’de, hatta bazen burada da yağmur mevsimi geldiğinde suyla dolar, 1935’e kadar her yağmur mevsiminde taşarmış, yüzyıllar boyunca buna bir çözüm bulunamamış, daha Heike Monogatari’de bile nasıl başa çıkamadıkları yazılıdır, sonra Toyotami Hideyori nehrin düzenlenmesini emretmiş ve Suminokura Soan adında biri ile babası Ryoui başlamışlar düzenleme işlerine, hatta Ryoui Takase Kanalı’nı tamamlamış, 1894’te Biwa Kanalı çalışmaları da sona ermiş, elbette ondan sonra da olmuş taşkınlar, örneğin son olarak 1935’te o kadar büyük bir taşkın olmuş ki köprülerin neredeyse hepsi yıkılmış, çok kişi ölmüş, büyük zarar görmüş buraları, nehrin neden olduğu felaketlere karşı kesin önlemler alınmasına o zaman karar vermişler ve nehrin yatağına frenleyici taşlarla oluşturulan setler o zaman yapılmış, bu setler kuzeybatıdaki dağlardan inen güçlü selleri kırıyor, işte bunları anlatır, eğer varsa mihmandar, nitekim görülüyor, der, suyun gücünün kırıldığı, artık taşkınlar olmuyor, ölümler, felaketler bitti, burada artık sadece bu frenleyici taşlar, bu setler sistemi var, sonra da kuşlar, der mihmandar, nehrin yatağına işaret ederek Gojo-ohaşi’nin ortasından yukarısını ve aşağısını gösterir, kilometreler boyunca, Biwa Gölü tarafından gelen yığınla kuş varmış, ama aslında nereden geldiklerini o da bilmiyormuş, her türlü kuş varmış burada –Yurikamome, Kawasemi, Magamo, Onagagamo, Hidorigamo, Mejiro, Kinkurohajiro–, daha çeşit çeşit kuş, hatta su çekirgeleri de yüzerlermiş buralarda, bunların hepsini sıralar, eğer varsa mihmandar, sadece balıkçıldan söz etmez, tam da o kuştan söz etmez, çünkü artık o tarafı gösterdiğinde görmüyordur bile, o kesintisiz hareketsizliği yüzünden o kadar alışmışlardır ki bembeyazı kuşu fark etmezler bile, oysa oradadır orada değilmiş gibi görünür ama oradadır, kıpırtısız durur, tek bir tüyü olsun kımıldamaz, öne eğilip gözlerini şırıltıyla akan suya dikmiştir, Kamo’nun kar beyazı, müdavimi, şehrin ekseni, sanatkârı, artık mevcut olmayan, görülmeyen, kimse tarafından istenmeyen sanatkâr.
İyisi mi sen de çekil git oradan, sık otlukların arasına gir, nehrin yatağındaki o acayip otlu adacıkların biri gizlesin seni, hem otlara gömülüp orada kalsan daha iyi olur çünkü eğer yarın öbür gün çıkıp gelsen nasıl olsa seni anlayacak kimse olmayacak, sana bakacak kimse olmayacak, doğal düşmanların arasında Sen’in aslında kim olduğunu görebilecek kimse yok, iyisi mi sen de yok ol bu akşam hava kararmaya başladığında, iyisi mi gece bastırınca Sen de git diğerleriyle birlikte, ama yarın ya da öbür gün geri dönme artık, çünkü Sen’in için yarının ya da öbür günün olmaması çok daha iyi; şimdiden saklan otların arasına, yere çök, yana devril, bırak kapansın gözlerin yavaş yavaş ve öl, çünkü taşıdığın yüceliğin hiçbir anlamı yok, öl bu gece otlar arasında, yere çök, yan devril, son nefesini ver.
2
Sürgün Kraliçe
2006 sonbaharında La Nuova Via internet web sitesinin I Quiz Biblici on line’da çıkan aşağıdaki bulmacasının soldan sağa 54’ü, çözenleri 7 harflik bir karar vermeye itti.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıSeiobo Orada, Aşağıdaydı
- Sayfa Sayısı432
- YazarLaszlo Krasznahorkai
- ISBN9789750740565
- Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Korku ~ Stefan Zweig
Korku
Stefan Zweig
Burjuva ahlakının gereklerini üstünkörü yerine getiren otuz yaşındaki, evli ve iki çocuk annesi Irene Wagner, sekiz yıllık evliliğindeki tekdüzelikten bunalıp kocasını genç bir piyanistle...
- Homo Faber ~ Max Frisch
Homo Faber
Max Frisch
İnsanların yaşantıdan söz ederken neyi kastettiklerini kendi kendime çoğu kez sormuşumdur. Bir teknisyenim ve her şeyi olduğu gibi görmeye alışkınım. Onların sözünü ettiği şeyi...
- Çiftçinin Savaşı – Altın Muhafızlar Serisi 3 ~ Elise Kova
Çiftçinin Savaşı – Altın Muhafızlar Serisi 3
Elise Kova
DÜŞMANLARLA DOLU BİR ORMAN KİŞİLİKLERİ TABAN TABANA ZIT İKİ ASKER ZORLUKLARLA SINANAN BEKLENMEDİK BİR DOSTLUK Craig’in hayatta istediği tek bir şey vardı: Meşhur Altın...