Görünmeyen, yayımlandığı dönemde dünya eleştirmenlerinin değerlendirmesinde yılın en iyi kitapları arasına alınmakla kalmadı, yazarın en önemli romanı olarak da tanımlandı. Paul Auster bu romanında gerçekle bellek, yazarlıkla kimlik arasındaki belirsiz sınırı irdeleyerek “ABD’nin en yaratıcı yazarlarından biri” tanımını gerçekten hak ettiğini bir kez daha gösteriyor. 1967 baharında New York’ta başlayan roman, iç içe geçen dört bölüm boyunca Paris’e ve Karayip Adaları’na kadar uzanan karmaşık bir ilişkiler zincirini anlatıyor. Şair olmak isteyen üniversiteli Adam Walker, siyasal bilimler profesörü Rudolf Born ve sevgilisi Margot arasında başlayan aşk üçgeni, Walker’ın ablasını, Born’un üvey kızını da içine alan dörtgenlere, beşgenlere dönüşüyor. Vietnam Savaşı’na öfkeli 68 kuşağını, enseste kadar varan coşkulu bir cinsel açlığı, sürekli bir adalet arayışını felsefi göndermelerle ören, sorgulayan Görünmeyen, Paul Auster romancılığının önemli bir kilometre taşı.
*
I
Onun elini ilk kez 1967 baharında sıktım. O tarihte Columbia’nın ikinci sınıfında, kitaplara meraklı ve günün birinde kendime şair diyebilecek kadar iyi şiir yazacağına inanan (ya da vehmeden) toy bir yeniyetmeydim; çok şiir okuduğum için onun adaşına Dante’nin cehenneminde, Inferno’nun yirmi sekizinci kıtasının son dizelerinde gezinen bir ölü olarak rastlamıştım. Kesik başını saçlarından tutup fener gibi bir öne bir arkaya sallayarak taşıyan, Provence’lı on ikinci yüzyıl şairi Bertran de Born – hiç kuşkusuz, kitap uzunluğundaki o sanrılar ve işkenceler kataloğunun en sakil görüntülerinden biriydi o. Dante, de Born’un yazdıklarının ateşli bir savunucusuydu; ama de Born, Prens Henry’yi babası Kral II. Henry’ye karşı isyana kışkırttığı, baba ile oğulun arasına ikilik sokarak onları birbirine düşman ettiği için, Dante de onu sonsuz lanete mahkûm etmişti. Dante’nin verdiği incelikli ceza, de Born’u kendisinden koparmaktı. İşte o yüzden, kafası kopuk beden, yeraltı dünyasında feryat figân ederek Floransalı gezgine kendi çektiğinden daha büyük eza olup olamayacağını soruyordu.
Kendisini Rudolf Born diye tanıştırınca, hemen şair düştü aklıma. Bertran’la bir akrabalığın var mı? diye sordum.
Ha, şu kafası kopan zavallı yaratık, dedi. Belki vardır ama olduğunu sanmıyorum. Benim adımda de yok. Onun için insanın soylu olması şart, ne yazık ki benim soylulukla uzak yakın ilintim yok.
Neden orada olduğumu hatırlamıyorum. Birisi onunla birlikte gitmemi istemiş olmalı ama o birisinin kim olduğu çoktan aklımdan uçup gitmiş. Partinin nerede verildiğini bile anımsamıyorum –şehir merkezinde mi daha uzakta mı, bir apartman dairesinde mi yoksa bir stüdyoda mı bilmiyorum–, o sıralarda tanımadığım insanların yanında utanıp sıkılmam, çene çalanların şamatasından kaçmam yüzünden kalabalık toplantılardan uzak durduğum için, daha baştan o daveti neden kabul ettiğimi de kestiremiyorum. Ama o gece anlayamadığım bir nedenle evet dedim ve çoktan unuttuğum arkadaşımla beni götürdüğü her neresiyse oraya gittim.
Sadece şu kadarını anımsıyorum: O gecenin bir yerinde odanın köşesinde tek başıma dikiliyordum. Sigara içerek insanları, o mekâna ıkış tıkış doluşmuş düzinelerce genç bedeni seyrediyor, birbirine karışan sözcüklerle kahkahaların uğultusunu dinliyor, orada ne işim olduğuna şaşırıyor ve artık gitme vaktinin geldiğini düşünüyordum. Solumdaki radyatörün üstünde bir kül tablası duruyordu, sigaramı söndürmek için o tarafa dönünce izmarit dolu tablanın bir adamın elinde bana uzandığını gördüm. Ben farkına varmadan, iki kişi gelip radyatörün üzerine oturmuştu, ikisi de benden büyük, hatta oradakilerin hepsinden daha yaşlı bir erkekle bir kadın – adam otuz beş yaşlarındaydı, kadın yirmilerinin sonunda ya da otuzların başında.
Buruşuk, biraz lekeli beyaz keten takım ve yine buruşuk beyaz gömlek giyen Born ile tepeden tırnağa siyahlar içindeki (sonradan adının Margot olduğunu öğrendiğim) kadın birbiriyle uyuşmayan bir çift gibi geldi bana. Kül tablası için teşekkür ettiğim zaman Born başıyla nazik bir selam vererek çok hafif bir yabancı aksanıyla, Rica ederim, dedi. İngilizcesi neredeyse kusursuz olduğu için dilinin Fransızca’ya mı Almanca’ya mı çaldığını çıkaramadım. O ilk saniyelerde başka neler gördüm? Beyaz bir ten, (o devirde çoğu erkeklerinkinden daha kısa kesilmiş) dağınık, kızılımsı saçlar, hiçbir çarpıcı özelliği olmayan ablak bir surat (kalabalığın içinde fark edilmeyecek, göze çarpmayacak sıradan bir yüz), bakışlarını kaçırmayan kahverengi gözler, hiçbir şeyden korkusu yokmuş gibi görünen birinin keskin gözleri. Ne zayıf ne şişman, ne uzun ne kısa; yine de güçlü kuvvetli olduğu izlenimini uyandırıyordu, bu izlenim belki de ellerinin tıkızlığından kaynaklanıyordu. Margot’ya gelince; hayattaki temel görevi canı sıkkın görünmekmiş gibi hiç kıpırdamadan boşluğa bakıyordu. Ama siyah saçları, siyah balıkçı yaka kazağı, siyah mini eteği, siyah deri çizmeleri ve iri yeşil gözlerini çevreleyen ağır, siyah makyajıyla çekici, hele benim yirmi yaş toyluğum için çok çekiciydi. Belki güzel değildi ama ince ve zarif görüntüsüyle o devrin ideal kadın anlayışına yaklaşan bir havası vardı.
Born, Margot’yla tam gitmeye hazırlanırlarken beni tek başıma o köşede gördüklerini ve çok mutsuz göründüğüm için gece sona ermeden gırtlağımı kesmemi önlemek niyetiyle beni neşelendirmeye karar verdiklerini söyledi. Bu sözleri nasıl yorumlamam gerektiğini bilemedim. Bu adam bana hakaret mi ediyor, yoksa mahzun bir yabancı delikanlıya içtenlikle şefkat göstermeye mi çalışıyor, diye bocaladım. Sözlerinde bir ölçüde şakacı, sıcak bir ifade vardı ama o sözleri söylerken bakışları öylesine soğuk ve mesafeliydi ki, anlayamadığım nedenlerden dolayı beni sınadığı, hatta alay ettiği duygusuna kapıldım.
Omzumu silktim, hafifçe gülümsedim ve, İster inan ister inanma ama hayatımda hiç bu kadar eğlenmemiştim, dedim.
İşte o zaman ayağa kalktı, elimi sıktı, adını söyledi.
Bertran de Born’la ilgili soruma cevap verdikten sonra da beni Margot’yla tanıştırdı; Margot bana sessizce gülümseyip tekrar boş gözlerle boşluğa bakma işine döndü.
Born, Yaşına ve tanınmamış şairler hakkındaki bilgine bakılırsa öğrenci olmalısın. Hiç kuşkusuz edebiyat fakültesindesin. New York Üniversitesi mi, Columbia mı?
Columbia.
Columbia, diye içini çekti. Ne korkunç bir yerdir.
Orayı iyi bilir misin?
Eylülden beri Uluslararası İlişkiler Fakültesi’nde ders veriyorum. Bir yıllık sözleşmeyle konuk profesör olarak oradayım. Neyse ki nisan geldi, iki ay içinde Paris’e döneceğim.
Demek Fransız’sın.
Durumum, eğilimlerim ve pasaportum Fransız.
Ama doğum yerim İsviçre.
Fransız İsviçresi mi, Alman İsviçresi mi? Telaffuzunda her iki şiveyi de algılıyorum.
Born hafifçe cık-cık-cık dedikten sonra gözlerimin içine baktı. Hassas bir kulağın var, dedi. Doğrusunu istersen, bende her ikisi de var – Almanca konuşan anneyle Fransızca konuşan babanın meleziyim. İki dil arasında gide gele büyüdüm.
Söze nasıl devam edeceğimi kestiremeden bir an durduktan sonra zararsız bir soru sordum: Peki bizim tatsız üniversitede ne dersi veriyorsun?
Hezimet.
Bu oldukça kapsamlı bir konu, öyle değil mi?
Özelde Fransız sömürgeciliğinin uğradığı hezimetler. Cezayir’in kaybedilişi üzerine bir ders veriyorum. Bir de Hindiçini’nin kaybedilişi üzerine.
Sizden bize miras kalan o şirin savaş.
Savaşın önemini sakın küçümseme. Savaş, insan ruhunun en yalın, en canlı ifadesidir.
Bizim kafası kopan şair gibi konuşmaya başladın.
Ya?
Galiba onu hiç okumadın.
Tek sözcüğünü bile okumadım. Onu yalnızca Dante’nin dizelerinden tanıyorum.
De Born iyi şairdi, hatta belki de mükemmel bir şairdi – ama son derece huzur kaçıran, rahatsız eden bir yazardı. Birtakım güzel aşk şiirleriyle, Prens Henry’nin ölümünden sonra çok dokunaklı bir de ağıt yazdı; ama asıl işlediği konu, gerçekten tutkunu olduğu tek şey savaştı. Savaş deyince coşuyor, kendinden geçiyordu.
Born, ironik bir gülümsemeyle, Anlıyorum, dedi.
Tam benim kafama göre biri.
Ben, insanların birbirlerinin kafataslarını yarmalarını, şatoların yanıp yıkılışını, böğürlerine mızrak saplanmış ölüleri seyretmekten duyulan hazdan söz ediyorum.
Çok tüyler ürpertici, çok kanlı şeyler ama Born hiç umursamadan, hiç çekinmeden yazıyor. Savaş alanını düşünmek bile onu mutlu etmeye yetiyor.
Galiba senin askerlik yapmaya niyetin yok.
Hayır. Vietnam’da savaşacağıma hapse girmeyi yeğlerim.
Hapisten de askerlikten de sıyırırsan ne yapmayı planlıyorsun?
Hiçbir planım yok. Yapmakta olduğum şeye devam etmek istiyorum ve başarılı olmayı umuyorum.
Neymiş o?
Yazarlık. Yazı sanatı.
Ben de öyle tahmin etmiştim. Margot seni karşıdan görünce, Şu mahzun bakışlı, asık suratlı delikanlıya bak,
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Dünya Edebiyatı Roman (Yabancı)
- Kitap AdıGörünmeyen
- Sayfa Sayısı265
- YazarPaul Auster
- ISBN9789750742064
- Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Serseri – Ateşli, Dişi…ve Kedi – Dönüşüm Serisi-1 ~ Rachel Vincent
Serseri – Ateşli, Dişi…ve Kedi – Dönüşüm Serisi-1
Rachel Vincent
KEDİ ADAM SOYUNU DEVAM ETTİREBİLECEK YALNIZCA SEKİZ DİŞİ KEDİ KALDI… VE ONLARDAN BİRİ DE BENİM Tepeden tırnağa Amerikalı bir yüksek lisans öğrencisi gibi görünüyorum....
- Lux 3 – Opal ~ Jennifer L. Armentrout
Lux 3 – Opal
Jennifer L. Armentrout
Hâlâ kendini beğenmiş öküzün teki olsa da artık Daemon’a direnmekten vazgeçtim çünkü, off…. ona çılgınlar gibi âşığım. Daemon’ın duygularından bir türlü emin olamıyordum ama...
- Fotoğrafta Kadın da Vardı ~ Heinrich Böll
Fotoğrafta Kadın da Vardı
Heinrich Böll
Daha geç doğmuş olanlar 1942-1943 yılları arasında çelenklerin savaşta neden bu kadar önemli olduğunu sorabilirler. Yanıtı şu: Cenazeleri mümkün olduğunca eskisi gibi şerefli kaldırabilmek...