Orhan Pamuk’a ilk ününü getiren bu büyük roman İstanbullu bir ailenin yetmiş yıllık serüvenini hikâye ediyor. Yazarın “Ülke, Aile, Roman” üzerine sonsözüyle…
Nişantaşlı bir ailenin 20. yüzyılın başından itibaren üç kuşak boyunca serüvenlerini anlatan bu kitap ev içlerinin renklerini, zamanın akışını, günlük sıradan konuşmaları akılda yer eden kahramanlar aracılığıyla saptarken, okura geleneksel romandan alınacak hazları bütünüyle veriyor. Abdülhamit döneminin son yıllarında, İstanbul’un ilk Müslüman tüccarlarından küçük dükkân sahibi Cevdet Bey’in tutkusu, hem işlerini büyütmek, zenginleştirmektir hem de “Batılı anlamda” çağdaş, modern bir aile kurmak. Kökü taşraya uzanan geleneksel ailesini bir yana bırakarak bu isteklerini gerçekleştirmeye girişen Cevdet Bey’in ve oğullarının hikâyesi, bir anlamda modernleşme uğraşı içindeki Türkiye Cumhuriyeti’nin özel hayatının da hikâyesidir. Ev içlerinin, yeni apartman hayatının, Batılılaşan büyük ailelerin, Beyoğlu’na çıkıp alışveriş etmelerin, radyo dinlenen pazar öğleden sonralarının dikkat ve sevgiyle anlatıldığı bu panoramik roman, Orhan Pamuk’a hak ettiği ünü getiren olgun bir ilk kitaptır.
“Pamuk adeta okurun elinden tutup onu kendi dünyasında dolaştırıyor, birbirinin içine geçen sahnelerle, karşılaşmalarla ve konuşmalarla her şeyi en ince ayrıntısına kadar çözümlüyor.”
FRANKFURTER ALLGEMEINE
*
1
Sabah
“Geceliğin kolu da, sırtım da… Bütün sınıf da… Çarşaflar da… Of, of, of, bütün yatak da sırılsıklam! Evet, her şey sırılsıklam ve ben uyandım!” diye mırıldandı Cevdet Bey. Her şey az önce gördüğü rüyadaki gibi sırılsıklamdı. Yatağında homurdanarak döndü, rüyayı hatırladı ve korktu. Rüyada, Kula’daki sübyan mektebinde hocanın karşısında oturuyordu. Başını ıslak yastıktan kaldırıp doğruldu. “Evet, hocanın karşısında oturuyorduk. Bütün okul diz boyu suya gömülmüştü,” diye söylendi. “Niye gömülmüştü? Çünkü okulun tavanı akıyordu. Tavandan akan tuzlu sular benim alnımdan ve göğsümden dökülüyor, bütün odaya yayılıyordu. Hoca da değneği ile bütün sınıfa beni gösteriyor, ‘Hep bu Cevdet’in yüzünden,’ diyordu.” Hocanın değneğiyle kendisini nasıl gösterdiğini, bütün arkadaşlarının dönüp suçlayarak ve küçümseyerek kendisine nasıl baktıklarını, kendisinden iki yaş büyük ağbisinin de herkesten çok kendisini küçümsediğini gözünün önünde canlandırınca ürperdi. Ama gözünü kırpmadan bütün sınıfı bir solukta falakadan geçiren, bir tokatla bir oğlanı bayıltan hoca, bir türlü gelip tavandan akan sular için kendisini cezalandırmıyordu. Cevdet Bey, “Herkesten başkaydım, yalnızdım, beni küçümsüyorlardı,” diye düşündü. “Ama hiçbiri gelip bana dokunmaya cesaret edemiyor, sular da bütün okulu dolduruyordu!” Korkunç rüya bir anda neşeli ve hoş bir anı oluverdi, “Ben başkaydım, yalnızdım, ama beni cezalandıramıyorlardı.” Bir kere okulun damına çıkıp kiremitleri kırdığını hatırlayarak ayağa kalktı. “Kiremitleri kırmıştım. Kaç yaşındaydım? Yedi yaşındaydım. Şimdi otuz yediyim, nişanlandım, yakında ev-
leneceğim.” Nişanlısını hatırlayınca heyecanlandı. “Evet, yakında evleneceğim, sonra… Aman hâlâ oyalanıyorum! Geç kaldım!” Vakti anlamak için önce pencereye koştu, perdelerin arasından dışarıya baktı. Dışarıda tuhaf bir ışık ve sis vardı. Güneşin doğduğunu anladı. Sonra bu eski alışkanlığına kızarak, dönüp saatine baktı: Alaturka yarım. “Aman, aman geç kalmayayım!” diye söylenerek helaya koştu.
Yıkanıp temizlenince neşesi daha da arttı. Tıraş olurken gene rüyayı düşündü. Sonra Şükrü Paşa’nın konağına gideceğini hatırlayıp, o yeni ve temiz pantolonla ceketi, yakası kolalı kartonlaşmış gömleği ve zarif bulduğu kravati taktı. Başına nişan töreninden önce kalıplattığı fesini oturttu. Küçük masa aynasında kendini seyretti ve istediği gibi olduğuna karar verdi, ama gene de içinde bir hüzün uyandı. Bütün bu şık kıyafette, nişanlısının konağına gideceği için telaşlanmasında gülünç bir şeyler olmalıydı. Bu küçük ve zararsız hüzünle perdeleri açtı. Sis Şehzadebaşı Camii’nin minarelerini örtmüş, ama kubbeyi gizleyememişti. Yan bahçedeki çardak her zamankinden daha yeşildi. “Sıcak bir gün olacak!” diye düşündü. Çardağın altında bir kedi ağır ağır yalanıyordu. Cevdet Bey bir şey hatırlayarak pencereden uzandı ve gördü: Kupa arabası da gelmiş, evin önünde durmuştu. Atlar kuyruklarını sallıyorlar, Cevdet Bey’i bekleyen arabacı kapının önünde sigara içiyordu. Cevdet Bey hatırladığı sigara paketini ve çakmağını, cüzdanını ve bir kere daha baktığı saatini ceplerine yerleştirerek odadan çıktı.
Merdivenleri her zamanki alışkanlığıyla gürültüyle indi. Gene her zamanki gibi, gürültüyü duyan Zeliha Hanım merdivenlerin eşiğinde onu gülümseyerek karşıladı ve kahvaltısının hazır olduğunu söyledi.
Cevdet Bey somurtmaya çalışarak, “Vaktim yok Zeliha Hanımcığım,” dedi. “Hemen çıkıyorum!”
Yaşlı kadın üzüntüyle, “Bir şey yemeden hiç olur mu?” dedi. Cevdet Bey’in yüzündeki kararlı anlatımı görünce mutfağa koştu.
Cevdet Bey kadının arkasından sıkıntıyla baktı, ama dişarı çıkamadı. Evlendikten sonra ondan nasıl kurtulacağı-nı düşündü. Çok uzak bir akraba olan bu kadınla, burada, ana-oğul gibiydiler. Dokuz yıl önce, bu evi satın aldığında, Haseki’de ondan çok daha yakın akrabaları olmasına rağmen, hayatına daha az karışacağını düşünerek bu kadını yanına almıştı. Kimsesiz ve yoksul olan kadın ev işlerini görmek, yemekleri hazırlayıp etrafa çekidüzen vermenin karşılığında dört odalı küçük ahşap evin ilk katında kalıyordu. Cevdet Bey, kadının iyice yayılıp yerleştiği bu kata durduğu yerden bakarken, “Yanımdan ayrılmaya onu nasıl razı edeceğim?” diye düşündü. Onu evlendikten sonra yanına alamazdı, çünkü tasarladığı evlilik hayatında böyle bir kadının yeri yoktu. Tasarladığı evlilik hayatı, ev işlerini gören insanlarla ilişkisinin, efendi-hizmetçi ilişkisi olması gerektiğini hissettiriyor, buradaki ana-oğul ilişkisinin bu hayata uymayacağıni seziyordu. Galiba, Zeliha Hanım da bunu bildiği, Cevdet Bey’in yakında evlenip Haliç’in öte yakasına taşınacağını, bu evin satılacağını öğrendiği için, son zamanlarda daha titiz ve daha gayretkeş olmuştu. Mutfaktan elinde bir tabakla çıkıp koşarak geldi.
“Bir kahve yapsaydım sana, oğlum. Şimdi hemen…”
“Hiç vaktim yok, hiç vaktim yok!” dedi Cevdet Bey. Tabaktaki, şu başlayan gün kadar neşeli, vişneli ekmeği gülümseyerek aldı. Kadına teşekkür ederek bir kere daha gülümsedi. Kapıdan çıkarken, kadına sevgiyle değil, onu bırakmak zorunda kaldığı için acıyarak gülümsediğini anladı ve rahatsız oldu. Bir şey söylemiş olmak için döndü, “Akşamüzeri belki geç kalırım,” dedi, ama vicdanındaki yükü hafifletemedi.
Arabaya doğru yürürken rüyasını hatırladı, “Ben başkayım, böyleyim, ama kimse beni cezalandırmıyor!” Biraz rahatladı. Ama arabacıyı görünce bir an keyfi kaçar gibi oldu. Çünkü arabacı, müşterilerinin özel hayatını iyi bilen bütün arabacılar gibi, “Ah seni gidi seni, senin bütün gün nerelere gittiğini, neler yaptığını, içinden neler geçirdiğini biliyorum!” diyen bakışlarla kendisini süzüyordu. Cevdet Bey ona da neşeyle gülümsedi, hatırını sordu. Sirkeci’ye dükkana gideceğini söyleyip arabaya oturdu ve reçelli ekmeğini ısırdı.
Araba sallanarak Vefa’nın ahşap evleri arasından hareket etti. Cevdet Bey, bu mahallede olduğundan daha da gösterişli gözüken bu kupa arabasını, nişan ve düğün törenleri sırasında gerekeceğine inandığı için üç aylığına kiralamıştı. İki ay önce, Şükrü Paşa’nın kızını kendisine vermeye razı olduğunu öğrenir öğrenmez, böyle gösterişli arabaların kiralandığı Feriköy’deki ahira gitmiş, pazarlık etmiş, üç aylığına arabacıyla anlaşmıştı. Alacağı paşa kızının evine sıradan bir kira arabasıyla gitmek istemiyordu, ama sürücüsü ve ahır masraflarıyla iyice pahalıya oturan bir arabayı da satın almak ticari hesaplarına uymuyordu. Çok sevdiği vişne reçelli ekmeği ısırırken, “Ama bu arabayı da üç aydan fazla tutmam aptallık olur!” diye düşündü. “Çünkü kirası çok! Bu kirayı vereceğime satın alırım daha iyi… Ama satın alırsam dükkân için gereken bazı harcamaları yapamam. Ne yapmalı? Bu evlilik bana çok pahalı. ya oturuyor, ama şarttı…” Evliliği, yıllardır hayalini kurduğu yeni hayatını, satın alacağı evi, kuracağı aileyi, iki kere yüzünü gördüğü nişanlısını hatırlayınca neşelendi. Bazılarının böyle gösterişli, kibar arabası tutanları küçümsediğini aklından geçirdi, ama neşeli olduğu için buna aldırış etmedi. Reçelli ekmekten bir ısırık daha aldı. “Böyle şeylere aldırış edecek olsaydım tüccar olamazdım!” diye düşündü. “Böyle şeylerden korktukları, çekindikleri için zaten hiçbir Müslüman tüccarlığa cesaret edemiyor… Ben aldırmam! Peki hanım bir araba isterse ne olur?” Nişanlısını ve gelecekteki hayatını düşününce gene keyiflendi. İki kere gördüğü o kızdan, Nigân’dan “hanim” diye söz etmek hoşuna gitti. Yokuş aşağı inen arabayla birlikte hafif hafif sallanıyordu. “Eğer dükkân ve şirketin hesapları buna izin verirse bir araba da satın alveririm, canım!” diye mırıldandı ve ekmeğin son lokmasını da ağzına tıkıştırdı. Sonra, yiyeceği bitince boşalan eline hüzünle bakan bir çocuk gibi, parmaklarına baktı, “Bu evlilik de elde avuçta ne varsa götürecek galiba,” diye düşünerek kederlendi.
Araba Babıâli yokuşundan aşağı inmiş, ara sokaklara sapmıştı. Sis açılmış, o tuhaf ışığın yerine her zamanki parlak ışık yerleşmişti. Cevdet Bey yaz güneşinin şimdiden ısıttığı arabada pişiyordu. “Çok sıcak bir gün olacak! Bugün ne yapacağım?
Dükkanda işleri çabuk bitirmem lazım! Belki ağbimi gider görürüm!” Beyoğlu’nda bir pansiyonda hasta yatan ağbisini hatırlayınca canı sıkıldı. “Sonra Fuat Bey ile yemek yiyecektik. Selanik’ten gelmiş… Öğleden sonra Nişantaşı’na, Şükrü Paşa’nın konağına gideceğim!” Nişanlısını üçüncü defa görebilme umuduyla heyecanlandı. “Sonra, tellalın bulduğu o eve bir daha bakarım.” Nişantaşı ya da Şişli’de, evlendikten sonra oturacağı bir ev satın almaya karar vermişti. “Sonra dükkâna dönerim. Yazık, bugün dükkânda fazla bulunamayacağım… Bugün ne? Pazartesi!” Parmaklarıyla hesapladı. Üç gün önce Abdülhamit’e cuma selamlığında bomba atmışlardı. Ondan iki cuma önce de nişanlanmıştı. “On yedi gün önce nişanlandim!” diye düşündü. Araba dükkânın önünde durdu.
Dükkânı görünce, arabanın sallanması ve uyku mahmurluğuyla aklında bütün aleviyle parlamayan hesaplar, birden yanmaya başladı. “Boya siparişleri için mektup yazılmadı. Bozuk çıkan o lambaları kime satabilirim? Eskinazi borcunu bugün de vermezse ona diyeceğim ki…” Dükkânın eşiğinden adımını atıyordu. “Bismillahirrahmanirrahim! Eskinazi’den iki yüz lira fazla ister, uygun görürse borcunu bir ay ertelerim…” Çıraklardan birine başıyla sert bir selam verdi. Çalışkan ve tokgözlü olduğu için sevdiği ötekine gülümsedi. Sonra sert selam verdiği dalgacıya dönerek,
“Oğlum, benim kahvemi söyle!” dedi. “Bir de poğaça al bakayım bununla!”
Her sabah yaptığı gibi hızlı ve sinirli adımlarla arkadaki masaya gidip oturdu. Sağına soluna suçlayacak bir şey arıyormuş gibi baktı. Sonra, her sabah olduğu gibi gene Moniteur D’Orient gazetesinin masasının üzerine konduğunu görerek rahatladı. Her sabahki alışkanlığıyla önce tarihe baktı: 24 Juillet 1905-11 Temmuz 1321, Pazartesi. Sonra başlıklara göz gezdirdi. Bomba olayı ile ilgili son gelişmeleri öğrendi. Rus-Japon savaşı hakkında yazılanları okudu, ama bunlara ilgi duymadı. Hemen sayfayı çevirip borsa haberlerine bakmaya başladı. Burada kendisini heyecanlandıran bir iki habere rastladı. Sonra birkaç ilgi çekici ilanı okudu: Demir tüccarı Dimitri deposunu satıyordu; güç durumda olmalıydı. Kendisi gibi elektrik
ve nalburiye ile uğraşan Panayot da yeni mallarını tanıtıyordu. Cevdet Bey de bir ilan vermeye karar verdi, sonra caydi. Odeon’da yeni bir gösteriye başlayan bir tiyatro topluluğunun ilanını okuyunca, ağbisini hatırlayarak irkildi. Ağır hasta olan ağbisinin sevgilisi bir Ermeni tiyatro artistiydi. Cevdet Bey ağbisini unutmak için, gelen poğaçayı yedi, kahvesini içti ve bir makaleyi ağır ağır okumaya başladı. Bu gazeteyi her okuyuşunda yaptığı gibi, bilmediği Fransızca kelimeler için hayıflandı. Sonra her Fransızca okuyuşunda yaptığı gibi, bu dili öğrenmek için nasıl çaba harcadığını, özel hocaya verdiği paraları, özel hocayla birlikte okudukları kitaptaki aileyi, yalın cümlelerle günlük hayatı anlatılan o güzel Fransız ailesi gibi bir aile ve eve duyduğu özlemi hatırladı. Bunları hatırlamak, özellikle o Fransız ailesinin günlük hayatına benzer bir hayatı kuracağını, günün ilk sigarasıyla dumanlanmış aklında canlandırmak çok hoştu. Makalenin yarısındayken fazla vakit kaybettiğine karar verdi. Bütün öteki tüccarlar aldığı, ticaret hayatını iyi yansıttığı ve Fransızcasına yararı olduğu için okuduğu Moniteur D’Orient’i bir kenara bırakarak ayağa kalktı. Poğaça bitmiş, kahve ve sigara içilmiş, gazeteye vakit ayrılmıştı. Şimdi kendini işlere vermek için gereken gerginliği, gücü ve dengeyi duyuyordu. Ticaret hesapları aklında ne sabahın ilk dakikalarında olduğu gibi zayıf ve alevsiz, ne de az önce olduğu gibi cayır cayır yanıyordu. Hesaplar ve dertler, bir tüccarın aklında nasıl yanmalıysa öyle; sakin, ama güçlü ve denetim altına alınmış bir yangın gibi yanıyordu. Cevdet Bey, “Evet, şimdi ilk iş Sadık ile şu hesaplara bir daha bakmak olmalı!” diye düşündü.
Sadık şirketin genç muhasebecisiydi. Gençti, Cevdet Bey’den on yaş küçüktü, ama şimdiden onun kadar gösteriyordu. Cevdet Bey dükkânın asma katına çıkarak onunla bir süre konuştu. Perşembe gününe kadar gelecek paralarla ödenecek borçlar arasındaki küçük farkı öğrendi ve Eskinazi’den gidip borcunu istemeye karar verdi.
Sonra, aşağıya, tezgâhtarların arasına indi. Burada, baştezgâhtar sayılabilecek orta yaşlı bir Arnavut’la bir süre konuştu. Ona üzeri boya kutularıyla, lambalarla, öteberiyle dolu…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli)
- Kitap AdıCevdet Bey ve Oğulları
- Sayfa Sayısı608
- YazarOrhan Pamuk
- ISBN9789750826313
- Boyutlar, Kapak13.5 x 21 cm, Karton Kapak
- YayıneviYapı Kredi Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Yuvarlandığım Mezarlar ~ Serkan Kaya Almalı
Yuvarlandığım Mezarlar
Serkan Kaya Almalı
Genç yazar Serkan Kaya Almalı’nın kaleme aldığı Yuvarlandığım Mezarlar, insanlığın yüzyıllardır körü körüne savunduğu köhne değerlerin gerçekte ne denli içi boşaltılmış ve çürümüş olduğuna gönderme...
- Tilki, Baykuş, Bakire ~ Yaprak Öz
Tilki, Baykuş, Bakire
Yaprak Öz
Ağızları bantlanmış çocukların elleri arkadan bağlanmıştı, ayaklarıysa bileklerinden birbirine bağlıydı. İkisi de bilinçsizdi. Sidik ve dışkı kokuyorlardı. İçeride aynı zamanda, laboratuvarlarda ya da hastanelerde...
- Ben Bir Hayaletim ~ Güzin Öztürk
Ben Bir Hayaletim
Güzin Öztürk
“Bir hayalet olsam da görülebildiğimi hayal ediyor, böylece gerçek insan oluyordum.” Ben bir hayaletim. Evet, bir hayalet… Yoksa niye etrafımdaki herkes sanki ben yokmuşum...