Tüm dengeleri alt üst eden bir deprem…
Yanmakla yaşamak arasında kalan incecik bir çizgi…
Boğazına kadar kötülüğe bulaşmış bir köy…
Bu köyün iyiliği için mücadele veren iki yiğit…
Yuvaları dağıtan kan davası…
İhanet, acı, karşılıksız iyilik ve merhamet…
Yüz binlerce okuru tarafından tekrar tekrar tavsiye edilen Ahmed Günbay Yıldız’dan bir solukta okunan, sürükleyici ve insanın içine işleyen mesaj yüklü sıcacık bir köy romanı…
1
Büyük Zelzele
Yeryüzü elek gibi elenirken kararan gökler dünyaya gözyaşları gönderiyordu.
Sema, simsiyah bulutlardan yas elbisesini giymiş o direksiz çatı, çökecekmiş gibi çatırdıyordu.
Yıkılan enkazlardan ateşler yükselirken yarılan topraklar, acı çığlıklara mezarlar kazıyordu.
İnsanoğlunu ana şefkati ile yıkayan ırmak, o geçtiği yerlere hayat veren mavi su, şimdi kan ve çamurla karışmış, irin akıyordu. Kurşun gibi hışırtısı, öfke dolu gürültüsü, hırçın hırçın başını taşlara vuruşu, gökleri delen, “İmdat”. seslerine galebe çalıyordu.
Her sallantı, binaları yerle yeksan ederken ağaçlar inleyerek secdeye kapanıp toprağı öpüyordu.
Gazap tablosunun seyircileri dehşet doluydu. Ayrı ayrı gönüllere mimar olan düşünceler, artık aynı potada eriyordu.
İnsanı kendine köle yapan nefi s, dünyevi arzulara demirden perdeler çekiyordu.
Darda kalan bütün insan mânâya susamıştı.
Beşerin gücünü aşan çırpınışlar tek kurtarıcıyı arıyordu.
Sergilenen manzara bunun en canlı misaliydi.
Yaratıcısını unutan kitle, maddeye tapan varlık, ilâhi kanuniyete isyan eden insanoğlu… Şimdi en içten yakarışlarla en büyük olana, gönülden teslimiyet gösteriyordu.
İnsanoğlu acze düşmüştü. Titreyen eller, tozlara dumanlara ve korkuya, çare için göz çukurlarına kapak oldu.
Artık cehennem bir muhal olamazdı. Kaynayan dünya kazanı cehennemin en bariz örneğini veriyordu.
Her canlı varlığını beden çukurlarında yitirirken diller,
“Allah Allah,” diye dönmeye başladı.
İnsanoğlu en dar günlerinde ellerini Mevlâsına açardı ya, işte öyle.
Koskoca kasaba bir anda yerle yeksan olmuş, insan gücünden vücut bulan manzara, yerini korkunç harabelere terk etmişti. Sadece yerleşme bölgesinin dışında bulunan bir bina, boşlukta kalan numunelik eşyadan farksızdı.
Can kaybının fazla oluşu o gün kasabada pazar kuruluşundan ileri geliyordu. Köylüler, kentliler pazarcılık yapanlar, katırcılar ve alışveriş için gelenler.
Sanki halk uzaktan yakından kara gün için buraya toplanmıştı.
Canlı cansız, bütün mahlûkat siyaha boyanmış, beyaz denilen renk bir anda son bulmuştu.
Hanlara ve kapılara bağlanan hayvanlar can acısıyla iplerini koparmışlar, meydanlıkta koşuyor, bağırışıyor, acı acı meleşerek önlerine geleni çiğneyip kurtuluş arıyorlardı.
Ortalıktan tozlar ve dumanlar perde perde çekilirken insanoğlu az da olsa, etrafını seçebiliyordu. Sağ kalanlar yaralıların, enkazlar altında ses verenlerin imdatlarına koştu.
Bazılarının elleri, ayakları bağlanmışcasına hareketsiz kalmasına rağmen, çoktan kasıtlı bir bekleyişe başlamıştı.
Dehşetle gözleri yumduran sahne sükuta varınca, insanlar yeniden ölümsüzlüğünü hatırlamıştı. Madde yeniden zayıf imanlı gönüllerde biraz öncesini gerçeklerin ötesine itmeye güç kazanmıştı.
Duygular ve vicdanlar anında az önceki hallerine intikal etmişti.
Çokları kurtarabileceği kazazedeye eski bir kinini hatırlayarak, “İmdat” seslerine arkalarını döndü. Çoğu enkaz altında yanmakta olan canlara aldırış bile etmeden, iş yerlerini talana başlamıştı.
Yeşildere köyünden gelen Katırcı Çivi Salih’le Mavişlerden Çil Rasim zorlu soygun yaparlarken Sinan çok canlar kurtardı.
Zaman zaman arkadaşlarının suratına iğrenerek tükürdü
Sinan.
“Salih, Rasim, siz Allahtan korkmaz, kuldan utanmaz mısınız? Bırakın dünya malını, can kurtarın caaaan,” diye bağırarak gökleri yırttı.
Sinan son olarak kazânın en zengin kuyumcusunu kurtarırken Salih’le Rasim, altınları heybelerine doldurmakla meşguldü. Sinan, kuyumcunun kollarından çekip zorla dışarı çıkartabildi. Gözleri iyiden iyiye dönmüştü. Yüzünden oluk oluk terler boşalırken nefesi göğüs kefesini zorlamaya başladı.
Yerlere eğilip iri bir odun parçasına sarıldı. Herkesin kendi sesini zor duyduğu bu mahşer gününde, acı acı bağırmaya başlamıştı.
“Bırakın onları, bırakın diyorum!”
Rasim’le Salih kuyumcunun işini bitirmiş, bir başka soygun yerine koşuyorlardı. Ancak Sinan’ın elindeki sopa ikinci soyguna fırsat vermedi. Salih’le Rasim’i çoktan yere sermişti bile. Sinan onlarla da fazla oyalanmadı. Hemen önündeki enkazdan ses geliyordu:
“İmdat! Hiç kimse yok mu? Allah rızası için kurtarın!
Allah rızası için.”
Sinan, elindeki sopayı lanetleyerek yere fırlatıp enkaza koştu. Elleri, ayakları yana yana bir delikanlıyı açığa çıkardı.
Sinan artık tükenmişti. Daha fazla tahammül gösteremeden aklını kaybetti. Bundan böyle “Deli Sinan” diye çağırılacaktı. Deli Sinan.
Kazâda, çetin bir mücadele verilirken merkez köylerde can kaybı olmamıştı. Yeşildere köyünde de zelzeleden on dakika önce Abdülkadir’in bir oğlu oldu.
Yerlerin sarsıntısı geçtikten sonra, diller, bir başka türlü dönmeye başlamıştı.
“Abdülkadir’in uğursuz bir oğlu oldu.”
“Uğursuz…”
Kimse o dünyadan habersiz yavru için “uğursuz” diye söylenmekten hicab etmiyordu.
Abdülkadir, kulağına gelen fısıltılara aldırış bile etmemişti. Kapılarının önüne muntazam bir çadır yaptı ve çocuklarını içine soktu.
Şimdilik işi bitmişti. Hatice kadını ve yeni doğan oğlunu yatağa yatırıp büyük oğlu Murat’la yatağın ucuna oturdu. Elini cebine sokup sigara paketini ve çakmağını çıkardı. Murat babasını seyrederken baba, derin hülyalara gömülmüştü. Daldı, daldı, daldı.
Bu dalış Hatice kadının hassas sesi ile son buldu:
“Abdülkadir, seni çok yordum.”
Abdülkadir uzun bir bakıştan sonra konuştu:
“Yorulmak mı? Konuştuğun şeye bak. Allah Ümmeti
Muhammed’le bizleri de korusun. Yorgunluk dediğinden ne çıkar.”
Murat, babasının dizleri dibine gömülmüş gibi otururken, tehlike anında kabuğuna çekilen ihtiyar bir kaplumbağayı andırıyordu. Son sarsıntıyı da gerilerde bıraktılar.
Abdülkadir, ellerini açıp dua etti. Murat ve Hatice kadın,
“Amin,” diye mırıldandılar.
Korkulu anlar yaşatan zaman, bir iki gün içinde yerini küçük sarsıntılara bırakarak gitti. Elbette bu gidiş insanların son endişesi olamazdı.
Hatıralar çeşitli şekillerde anlatılırken her yüzde bir matem izi, her gözde yaşlı bakışlar kaldı. Lâkin zaman denilen mefhum yine zamanla, en büyük kederlerin ve hatta en büyük sevinçlerin ciddiyetini azaltıp en kısa vakitlerde acı tatlı her şeyin üzerine mazi denilen çizgisini çekerdi. İşte bu da tıpkı öyle oldu.
Zelzele çok fakirleri zenginleştirdi, çok zenginleri fakirleştirdi. Çok ocakları dumansız, çok çocukları babasız ve anasız bıraktı. Çok gençleri nişanlısız, çok gelinleri dul koyup gitti. Bu içler acısı facianın arkasından, dillerde sadece ağıtlar kaldı.
Viran kalmış şu beldenin dağları
Komada geliyor kalan sağları
Şikâyetim kimden kime ne diyem
Kazada kalmadı dikili bir taş
Köyleri sormayın döker kanlı yaş
Memleket geçirdi zorlu bir savaş
Şikâyet kimden kime ne diyem
Diller böyle acı acı dönerken olay beyinlerin şeridine “Büyük Zelzele” olarak yazıldı. Ondan önce ya da sonra doğan çocukların adları “Büyük Hareketten” sonra yahut önce, diye hesaplanmaya başlandı.
Abdülkadir’in yeni doğan oğlunun yaşı da öyle. “Büyük hareketten hemen önce” diye konuşuldu.
***
Topraklar üzerine bembeyaz çarşafl arını çekerken ağaçlar da kardan elbiselerini giyinmişti. Artık evlerin damları, çekemeyecekleri yüklerin altında eziliyordu.
Her hane, damların üzerindeki karları küreklerle küredüler. Her kapının önünde kardan tepeler vardı. Öte yandan da hayvanları suya indirebilmek için çeşmeye gidecek yolların açılışı yoğunluk kazandı, lâkin kar yine de şiddetinden hiç bir şey kaybetmeden yağdı.
Koyunların, güçlükle açılan kar yolundan suya gidişleri, ağılların önüne kurulan ağaç oluklardan yem yiyişleri görmeye değerdi. Hele yüzü buz tutmuş, üzerleri lapa lapa karlarla örtülü derelerin sihirli çağlayışları başka bir âlemdi.
Kışın aynı şiddetle devam etmesi, evlerdeki mevcut odunu tüketmişti. Yolların karlarla kaplı oluşundan ormana gidilemedi. Az da olsa bu sene orman kıyımına ara verilmişti.
Erkekler köy odalarında, kadınlar evlerde imece ile vakit geçiriyordu. Ne zaman iki kişi karşılaşsa selâmdan sonra:
“Bu yıl kış zorlu oldu ağa!”
“Zorlu oldu ya…” denirdi.
Dünyada hiç bir şey baki değildi. Karlar da zamanla, pırıl pırıl ışınlarıyla gözleri kamaştıran taptaze bahar güneşlerinin ardından, dereleri yataklarına dar getirten azgın bir selle birlikte göçüp gitti. O zorlu kışın ardından menekşeler, lâleler, sümbüller filizlendi.
Yeşildere deyip de geçmemek lâzım. Allahın, lütfunu esirgemeden yarattığı bu topraklar, gözlerden kıskanılacak güzelliklere sahiptir.
Yerleşme bölgesinin güney kesimine iki bin metre mesafede, rengârenk ormanlık göze çarpar. Daha çok çam ve gürgen ağaçlarının teşekkül ettiği ormanlıkta, yaban eriği, yaban kirazı, ahlat ve armut ağaçlarına rastlamak mümkündür.
Köyün diğer kesimlerinde meşelikler, su kenarlarında kızıl ağaçlar, söğüt ve kavak ağaçları sıralıdır. Yol boyları kızamık ve gülburnu ağaçları ile kırmızıya boyanır.
Ormanlık araziden çıkan Yeşildere suyu köyü ikiye bölerek geçer. Köy ismini bu dereden alır.
Sultanderesi ve Tilkideresi’nin arasında kalan yerleşme bölgesi, yemyeşil bir arazi ile gözlere tabiatın en canlı manzarasını sunar. Sultanderesi ve Tilkideresi, köyün üç kilometre kadar uzağında, aynı paralelde üç çağlayan meydana getirerek yollarına devam ederler. Tabii her çağlayanın dibinde bir su değirmenine rastlamadan geçmek mümkün olamaz.
Tatlı bir güneşin tesirinden toprak hevenk hevenk terliyordu.
Hacı İsmail ve Pir Dede karşılıklı oturdukları taşların üzerinde güneşle toprağın muhabbetini kıskanırcasına seyre dalmışlardı.
Toprağın buhar buhar kokuşu ve derelerin bahar bestesi ile çağlayışı gönüllere ferahlık şerbeti sunuyordu. Son günlerde nemini kaybetmemiş toprağın üzerinde çıplak bir ayağın izleri dikkati çekti. Yine değnekten atının üzerindeydi. Gömleğinin kolu yarıya kadar sökük, koştukça havada mendil gibi sallanıyordu. Hayata küskün bir zavallı.
Saçları tel tel dağınık bir adamdı. Uzun boylu oluşu kadar heybetli, çıplak ayakları bileklerine kadar çamurlanmıştı.
Bu adam daha ömrünün kırkıncı yılında bir zelzele kazazedesi idi. Dillerin deli diye döndüğü bir zavallı. Pir Dede ile Hacı İsmail’i birlikte görünce hızını kesti, bir an suçlu suçlu durakladı. Gözlerinden derin bir mahcubiyet boşalıyor gibiydi. Karşılarında durup çivilenmiş gibi bekledi…
Gözleri uzatmalı bir ıstırabın pırıltılarını sağıyordu.
Hacı İsmail ile Pir Dede, Deli Sinan’ı üzgün görünce yanlarına çağırdılar.
Hergün bindiği değnekten atının üzerinde etrafa neşe saçan Deli Sinan, bugün başka bir âlemi yaşıyordu. İçinden iplik iplik sökülmeye başlayan derdi, göz pınarlarından akıtmaya başlamıştı. Bir yandan Hacı İsmail ile Pir Dede’nin yüzüne baktı, öte yandan öksüz bir çocuk gibi boynunu büküp ağladı.
Pir Dede ve Hacı İsmail, birbirlerinden ayrılmayan bir bütün gibiydi. Her ikisi de sözleri civar köylere dahi geçebilen, elli-ellibeş yaşlarında, beldenin en hatırı sayılır iki adamıydı. Yeşildere köyünde ve yörede her türlü haksızlığın ve her çeşit davanın ilk mahkemesi olmuşlardı.
Islak bakışların sükûtunu ilk önce Pir Dede bozdu:
“Hayrola Sinan, neden böyle mahcup durursun? Ağlıyorsun da. Yoksa kötülük eden mi oldu?”
Hacı İsmail yerinden doğrulup Sinan’ın yanına geldi.
Dağınık saçlarını elleri ile düzeltirken Sinan himayeye muhtaç bir çocuk hareketiyle yeniden doluktu.
“Haydi söyle be Sinan,” denildikçe dudaklarını gevdi:
“Sus be Sinan, sen çocuk musun? Öyle her şeye çocuklar ağlar.”
Pir Dede sorusunu tekrarladı:
“Haydi bakalım söyle şunu, bak bizi de üzdün işte.”
Çamur lekeli kolunu gözlerine mendil yapıp yaşlarını sildi, hırsından bakışları alev alevdi:
“Onlar pis hırsızlar, değil mi Pir Dede? Onların ikisi de pis hırsız!” diye hıçkırınca, Pir Dede ve Hacı İsmail şaşırmıştı.
Pir Dede merakla bir soru tazeledi:
“Sinan, o pis hırsız dediklerin kim?”
“Hareket hırsızları Pir Dede. Yanan adamlara aldırış etmeden kasaları talân etti onlar, kasaları. Ben de, ben de hep yüzlerine tükürdüm.”
Eski heyecanı az da olsa geçmişe benziyordu. Olduğu yerde garip garip durdu. Bu duruş acı bir manzara arzetmekteydi. Masum kıpırdanışla, suçlu çocuklar gibi konuştu:
“Ama çok can kurtardım Pir Dede. Vallaha kurtardım.
Onlar pis hırsızlar değil mi Pir Dede? Pis hırsız onlar.”
Hacı İsmail, Pir Dede’ye bakıp tatsız tatsız gülümsedi.
“Yine zelzeleyi hatırladı zavallı.”
Pir Dede:
“Yiğit adamdı doğrusu. Kolay mı sanırsın Hacı İsmail?
Karısı çocuğunu alıp kocaya gitti. Bu zavallı onun bunun avucuna bakar oldu. O günden bugüne ezberledi artık.
Kolay kolay unutamaz.”
İkisi de ona acıdılar.
Deli Sinan iç dünyasına dalıp mırıldandı:
“Onları da yakmalı. Hem de diri diri ateşe atıp acımadan yakmalı, acımadan.”
Pir Dede bu sözlere dikkat kesilmişti. Daha yeni yeni
Sinan’ın eskiyi hatırlamış olmadığına kanaat getiriyordu.
Sinan’ın dikkatini kendine çekmek için bir soru yöneltti:
“Söyle bakalım Koca Sinan, o yakılacak hırsızlar kim?”
Sinan önce baygın baygın baktı. Sonra hayret edercesine söylendi:
“Kim ha? Demek siz bilmiyorsunuz.” Gökleri yırtarcasına acı acı bir kahkaha savurdu. “Şey,” dedi kekeledi. Sonra biraz rahatlar gibi oldu ve ilave etti:
“Doğru, nereden bileceksiniz. Yanlarında değildiniz ya,” dedi. Dudak büktü ve yeniden garip bir havaya bürünüp sustu.
İçinde bulunduğu merak Pir Dede’yi biraz daha ciddileştiriyordu.
“Sinan,” diye seslendi. “Kim olduklarını söylememek için yemin mi ettin? O zelzele zenginleri de kim. Söyle bakalım.”
“Ye, yemin memin fi lan etmedim vallaha Pir Dede. İstersen söylerim tabii.”
“İstiyorum canım. Söylesene.”
“Çivi Salih’le Çil Rasim’i diyom işte.”
Hacı İsmail ve Pir Dede birbirlerine bakışıp dudak büktüler. Sonra da Pir Dede ilâve etti:
“Ne olmuş onlara?”
“Ne mi olmuş? Siz hiç bir şey bilmiyorsunuz işte. Hâlâ güneşin alnına, taşın üzerine oturup durun. Çivi Salih’in günlerdir yaptırmaya uğraştığı bina ne oldu biliyor musunuz?”
“Yoo…”
“Bakkal açtı, bakkal. Hemi de kocaman bir bakkal.”
“İyi ya herkes ihtiyacı olanı alır, ne var bunda?”
“Ya Çil Rasim, o ne açtı biliyonuz mu?”
“Yoo… Nerden bilelim?”
“Orta obada yaptırdığı yapı var ya?”
“Var…”
Sinan’ın gözleri yeniden ışıldadı. Çarçabuk değnek atına bindi. Haykırışları göklerde yankılaşırken bir fırtına gibi esip koşmaya başladı:
“Kahvehane açtı kahvehane. Onlar hareket zenginleri harekeeeet.”
Pir Dede damaklarını birbirine kenetlercesine sıkıştırdı.
Hacı İsmail, elindeki ucu demirli bastonunu üç defa yere vurdu.
***
Köy halkı açılan bakkalı hoşnutlukla kabullenirken köyün ileri gelenleri kahveyi protesto etti.
Çil Rasim bunun kolayını da çabucak bulunca, kimsenin diyeceği kalmamıştı.
“Burası sadece çay satılan köy odası olacak ağalar. Size iyilik denilen şey yaramaz mı? Üçyüz elli evli Yeşildere’de bir çayevi olursa kötü mü olur?”
Birkaç cümlenin yerinde sıralanışı her şeyi halletmeye kâfi gelmişti, ancak, sonuç başlangıçtaki sözlerin tam tersine hizmet etti. Birkaç gün sonra iskambil kağıdı, derken tavla, alışkanlık haline getirildi.
Oyunlar, önce zaman geçirmek için, sonra birer kilo üzümüne, birer kilo lokumuna sonra rakısına oynanmaya başladı.
Kumara dönüş fazla gecikmemişti.
Gençlik bundan hoşlandı. Köyün ileri gelenleri söz dinletemez hale geldi.
“Ayıptır,” dediler. “Günahtır,” dediler. Dediler ama yasak edilen her şey kanların kaynadığı ve etrafın toz pembe göründüğü çağlarda özlem olurdu. Her yasağın, sonunda beyinleri yıkayan zehirli bir ilaç ve ruhu kemiren bir kurt olabileceğini nereden bileceklerdi. Hiç çekinmeden en çok sevip saydıkları insanları bu yasaklara tercih etmekten hicab etmediler. Bunların daha da acısı, gençlere “Yapmayın,” diyenler bu işi yapar olunca ortalık süt liman oldu.
Halk iyice uyuşmuştu. Şuursuzluğu kadar basit bir miskinliğe teslimiyyet göstermişti. Böylece güç işler, erkeklerin üzerinden sıyrılıp kadınların omuzlarına yüklendi. Erkekler o miskinhanenin değişmez bekçileri ve kumarbazları olurken, kadınlar çile dolu bir nöbeti gözyaşları ile devraldılar.
Burkulan dillerde bedduaların her türlüsü döndü. Gözü yaşlı kadınlar sırtlarında çocuklarla tarlaya giderlerken köye kötü tohum ekenleri bildi. Bildi de onları hep nefretle anar oldu.
“Bakkal iyi iyi emme. Üstelik her aradığın şey de var.
Var ya… Çok pahalı çok. Şeherdekilerden bile pahalı. Güç mü yeter ona gardaş?”
“Peşin olursa az pahası var. Veresi mi alacaksın? Yirmi beşlikler elliye. Ellilikler bi gaymaya. Nasıl adalettir. Nasıl satarlar, nasıl da yerler, bilinmez.”
“Korkmayın alın, alın diyo. Ekinleri kaldır. Çivi Salih’in evine götür, yine de borcunu karşılamaz. Vallaha karşılamaz
Pir Dede.”
“İyi kötü çerçi vardı. Onu da kapattılar. Bir okka şeker için kasabaya gidilmez ya. Söylesene Pir Dede, eskiden böyle şeylere fırsat vermezdiniz. Şimdi taştan ses çıkar da sizden çıkmaz oldu.”
Pir Dede’nin gözlerinden iri iri yaşlar düştü. Mıstık’ın suratına acı bir tebessümle baktı.
Mıstık aynı zamanda köyün bekçisiydi. Ailesi doğum üzerine öldüğünde, adını Garip koyduğu bir oğlu ile birlikte yalnız kalmıştı. O yörede Mıstık’ın üzerine ney çalan yoktu. Herkes onu Neyci Mıstık diye bilir öyle de tanırdı.
Pir Dede derinden bir “of” çekti. Bu “of” ki içinden ciğerlerini söküp acı bir burkuluşla ağzına getirmişti.
“Doğru,” dedi. “Evvelden biz bakardık böyle şeylere.
Biz bakardık, ama şimdi bilek kuvveti ile söz dinletmek bizden geçti Mıstık, geçti. Akıl dersen, ona kimsenin ihtiyacı kalmadı. Eskiden böyle miydi? Bak iki kişi üçyüz elli haneli köyü bozdu. Şimdi ikiyüz kişi olsa zor değişir, zor.”
Derin bir nefesle, güçlükle konuştu:
“Çok kötü yerimizden vurdular Mıstık. Tehlikeyi zamanında göremedik. Şimdi dövün dövünebildiğin kadar, neye yarar… Duman bacayı saralı çok olmuş, çok.”
***
Yeşildereli kadınlar huzursuz, Yeşildereli kadınlar yorgun, Yeşildereli kadınlar erkeklerine küskün, Yeşildereli kadınlar suskun.
Yeşildereli kadınlar yarınlarından kuşkulu, Yeşildere yarınların bilinmeyen çilelerine gebe, her gözde keder izi, her yüz kara bir burs. Ekilen acı tohumlar mahsul verdi.
İyi âdetler unutuldukça kötü örnekler pazar buldu. Herkes yenilik denilen adetlere ayak uydurdu; her kafa akıntıya kürek çekti. Olan oldu, unutulan unutuldu ve Yeşildere’nin üzerinden böylece iki koca yıl geçti.
Buğdaylar kızgın güneşin altında yanıp kavrulurken, erkekler kahvehane kumar başında.
İki yıldır Yeşildere köyünde verim yok. Buğdaylar en çok bire iki, bire üç vermeye başladı. Halk, Eğilmezler’in bakkala gırtlağa kadar borçlu. Artık Eğilmezler köyde, yörede en kuvvetli. Ne demişlerse oldu. Ekinler bire üç verdi,
Eğilmezler bire üç aldı.
Borçlar ödenmez, karınlar doymaz olunca sılanın yolları gurbete köprü oldu. Geçim sıkıntısı omuzlarına çökünce, ayrılık bestesi gençlerin boğazlarında kör kör düğümler atmaya başladı. Boğazlarına ham armut gibi tıkanan sözlerle, geride kalanlara veda ettiler.
Yeşildere, Yeşildere olalı böyle bir değişiklik söz konusu edilmez.
Zaman, eski hatır sahipleri ile Eğilmezler’in yerlerini değiştirdi. Orman Eğilmezler’in korusu, orman Eğilmezler’in ticaret yeri oldu.
Sürüler düzüp hizmetkârlar tuttular. Zenginleştikçe zenginleşti, zalimleştikçe de zalimleştiler.
Baskıları halkı kısa zamanda usandırdı. Usandırdı da ne yapıldı? Bir yiğit çıkıp yüzlerine karşı bir söz mü diyebildi?
Eğilmezler’den bir laf edilse, duyanlar kulak tıkadı. İçlerinden birisi çıkıp, “Nedir bu?” dese lâf hazırdı:
“İte dalaşmaktansa çalıyı dolaşmak daha iyi.”
Sinirlerin gergin bulunduğu toplumlarda, mertlik denen nesne ifl asa mecbur kalırdı. İçten içe kaynaşmalar çoğalır, vesvese artardı. Yeşildere’de de aynen öyle oldu. Sadece fertler kendilerini müdafaasız bilenişe, içten kızışmaya terkettiler.
Büyük zelzelenin üçüncü seneye intikalinde, Yeşildere’de amansız bir kış daha başlamıştı. Kazaya giden yollar kapandı, köyün her tarafl a tamamen denilecek kadar irtibatı kesildi. Halk, evlerinde uzun bir bekleyişe başlamıştı. Kimsenin ambarında erzak, lambasında yakacak gaz kalmamıştı.
Lambalarda yakacak kalmadı, ama Çil Salih geçmiş senelerin tecrübesini bu yıl çok iyi değerlendirdi.
Daha kış gelmeden stok ettiği gazın litresini üç kat fazlasına satmaya başladı. Evet köyde gaz sıkıntısı başladı ve bizim hikâye yumağının ucu beraberinde sökülmeye başladı.
***
Kara bulutlar…
Masmavi gökyüzü, yeryüzüne çarşaf seren sütbeyazı karlara nisbetle kapkara bulutlardan kışlık elbisesini giyinmişti.
Kapı önlerinde köpeklerin uluyuşları, sanki bu sıkıntılı havayı biraz daha karartıyor ve insan ruhuna bir bıkkınlık, bir huzursuzluk sindiriyordu.
Halkın evlerden evlere geçebilmek için açtığı izler, tabak tabak dondu. Süt beyazı kar tabakaları, karanlıkta yol tayinini az da olsa kolaylaştırabiliyordu.
Ayşe Bacı elinde bir gaz şişesi ile bakkala geliyordu.
Çivi Salih dükkanı kapatma hazırlıkları yaparken yetişti.
Dükkanın önünde bir an duraklayıp açık kapısından çekimser hareketle içeri baktı. Halasının oğlu Uzun Bekir’i orada görünce dünyalar onun olmuştu. Hemen arkasından da çıplak ayağı ile karların üzerine basa basa Deli Sinan gelmişti. Vakit geçirmeden içeri girdi. Uzun Bekir, Ayşe
Bacı’yı görünce elindeki sigarayı son defa çekip ayağının altına attı. İzmaritin üzerine basarak ezdi. Dalgın dalgın
Ayşe’nin elindeki şişeye baktı:
“Hayrola dayım kızı, geç vakitte buralarda işin ne?”
Ayşe mahçup bir kıpırdanışla başını önüne eğdi. Soğuktan üşümüşlüğün titreyişi ile cevap verdi:
“Evde gaz yok, halam oğlu. Çocuklar karanlıkta uyumaz oldular.”
Uzun Bekir hemen Ayşe’nin elindeki şişeyi alıp Çivi
Salih’e uzattı:
“Salih Emmi, şu şişeye gaz doldur.”
Salih bir an kararsız durakladıktan sonra isteksiz bir hareketle şişeye uzandı:
“Kapatayım diyordum, ama ver bakalım.”
Gaz tenekesinin başına geçip şişeyi ağzına kadar doldurduktan sonra Ayşe’ye uzattı.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli)
- Kitap AdıYanık Buğdaylar
- Sayfa Sayısı384
- YazarAhmed Günbay Yıldız
- ISBN9789757544111
- Boyutlar, Kapak13,5x21, Karton Kapak
- YayıneviTimaş / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Olduğu Kadar ~ Feyyaz Yiğit
Olduğu Kadar
Feyyaz Yiğit
Saplantılı bir aşk. Şiddetli bir tutku. Çarpıcı bir yetenek. Ve geceleri yusufçuk kılığında gezen bu gizemli kız... Yusufçuk Gece Gelir, edebiyat dünyasında son 10 yılın en yankı uyandıran yazarının sıradışı ikinci romanı.
- Gazetecinin Ölümü ~ Elçin Poyrazlar
Gazetecinin Ölümü
Elçin Poyrazlar
“İstasyonun otoparkı karanlık ve ıssızdı. Arabasına ulaşmak için merdivenden yukarı çıktı ve yürümeye başladı. Önünden bir araba geçti. Biraz daha yürüdüğünde yüz metre ileride...
- İki Cami Arasında Aşk “Mihrimah ile Sinan” ~ Mürvet Sarıyıldız
İki Cami Arasında Aşk “Mihrimah ile Sinan”
Mürvet Sarıyıldız
18 Yaşında kendi arzusu ile devşirilip payitahta getirilen Sinan, Karaboğdan Seferi sırasında gördüğü Mihrimah Sultan’a aşık olur. Bu aşk, Sinan’a önce Prut Nehrini on...