Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Ellerinle Bana Baharlar Getir
Ellerinle Bana Baharlar Getir

Ellerinle Bana Baharlar Getir

Hilal Yiğit

Büyük zaferler cesur mücadelelerin ardında gizlidir. Zorluklarla dolu bir dünyada hayata gözlerini açan Yılmaz Yiğit, askerlik mesleğine gönül verdi. Vatanını savunurken iki kolunu, bir…

Büyük zaferler cesur mücadelelerin ardında gizlidir.

Zorluklarla dolu bir dünyada hayata gözlerini açan Yılmaz Yiğit, askerlik mesleğine gönül verdi. Vatanını savunurken iki kolunu, bir bacağını ve bir gözünü kaybetti. Doktorlar ona bir daha yürüyemeyeceğini söylese de imkânsızı başardı. Hayata tutunuşu, azmi ve vatan sevgisiyle herkese örnek oldu. Cesaretin, direncin sembolü haline geldi.

Bu kitap, acısını umut ve zaferle taçlandırıp tüm zorluklara rağmen ayağa kalkmayı başaran bir yiğidin ve onun çabasına, vatan sevdasına âşık olup onunla evlenen bir kadının yolculuğunu anlatıyor. Onların hikâyesi pes etmemenin ve gerçek aşkın gücünün kanıtı.

*

1.

Serin bir sonbahar günü rüzgârın çaldığı ıslıkla dans eden yapraklara yeni doğmuş bir bebeğin ağlaması eşlik etti. Ağacın dallarından süzülürcesine düşen takvim yaprağına bir yenisi eklenmişti. Tarih 27 Eylül 1979’u gösteriyordu. Hasretle bekledikleri bu esmer, iri gözlü bebeğin adını “Yılmaz” koydular… Erkek çocuğu olmasıyla birlikte sevinci katlanan babası koymuştu adını… Zorluklar karşısında pes etmesin, sonuna kadar mücadele etsin istiyordu.

Edirne’nin küçük bir mahallesinde, gaz lambasıyla aydınlattıkları, elektriği olmayan gecekonduda büyüdü Yılmaz… Kandilin yağı bitmek üzereyken titrek yanan lambanın ışığı gibi ürkek bakardı kara, iri gözleri… Zorluklarla daha küçücük yaşta tanışmıştı ama hiç sönmezdi gözlerindeki ışık…

Okula giderken yürüdüğü kilometrelerce yol yüzünden yıpranan ayakkabılarından utanır, onları gizlemeye çalışırdı. Babası inşaat işleriyle uğraşırdı. Yazın yoğun olan işleri kışın durgun olur, bütün parasını evine harcamasına rağmen birikim yapmadığından geçim sıkıntısı çekerlerdi.

Yılmaz’a çok düşkündü. Onu gözünden sakınırdı. Kötü alışkanlıklar edinmesin diye yedi yaşındayken güreşe yazdırmıştı.

Annesi ise şefkatli kollarıyla oğlunu kucakladığında dünya çok güzel bir yer olurdu…

İlkokulu Edirne’de okuyan Yılmaz, ortaokula başladığında evdeki geçim sıkıntısının iyice farkına vardı. Kimse ona çalış demiyordu ama annesinin mahzun yüzünü, babasının eve ekmek getirebilmek için çırpınışlarını gördü ve okula dışarıdan devam etmeye karar verdi. Henüz on iki yaşındayken bir fırına gitti ve “simit satmak istediğini” söyledi. Eline tablayı verdiler. Sokaklarda pazarlarda simit satmaya başladı. Küçücük, esmer ellerine tabla büyük gelmişti ama yüreğinde, eve destek olmanın gururu çok büyüktü.

Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte kahvaltı sofralarını zenginleştirmek için ilk durağı semt pazarıydı. Pazar esnafı o saatlerde tezgâhını kurmaya çalışırken bir yandan da ayaküstü kahvaltı ederdi. Simidin çıtır çıtır sesi, iştah açan kokusu duyulur, böylelikle çabucak biterdi tabladaki simitler. Üstelik pazar esnafı, eve ekmek götüren bu koca yürekli küçük adamı çok severdi. En büyük eğlenceleri tezgâhı kurarken bu küçük simitçiyle sohbet etmek, şakalaşmaktı.

Yılmaz, simitleri biter bitmez tekrar fırına gider, tablayı doldurur, bu kez de mahalle aralarını dolaşırdı. Edirne’nin en güzel semti olan Gülbahar Mahallesi’ni çok severdi. Nasıl da huzurlu ve sakin bir yerdi… İmrenirdi orada oturanlara. Bahçesinde çiçekler, geniş balkonları olan bu evlerin kameriyelerinde şen kahkahalar atan insanlar görürdü. Orada bütün simitlerini sattıktan sonra, tablada kalan susamları, kendisine dost edindiği minik serçelere ikram ederdi.

Çınar ağacının gölgesinde oturmuş, bir yandan alnının terini gömleğinin cebinde taşıdığı, annesinin oyaladığı mendiliyle silerken, bir yandan da serçelerle sohbet ederdi. Neredeyse her gün aynı saatte çınarın gölgesinde buluşuyorlardı. Her birinin ismi vardı: Cik Cik, Boyalı, Fıstık, Yakışıklı, Artist… Hiçbirinin adını unutmaz, birbirine karıştırmazdı. En sevdiği kuş, Boyalı’ydı. Onunla dertleşir, adeta kendisini anladığını hissederdi çünkü bütün kuşlar susam tanelerini yeme derdindeyken, Boyalı kafasını kaldırır, bu küçük adamı dinlerdi. Yılmaz da her gün hiç usanmadan Boyalı’ya hayalini anlatırdı:

“Boyalı, biliyor musun buradan, Gülbahar Mahallesi’nden bir gün ev alacağım. Annemle, babamla, kız kardeşimle huzur içinde oturacağız…”

2.

Ortaokul çağlarından sonra güçlü kuvvetli bir delikanlıydı artık… Taşı sıksa suyunu çıkaracak güç buluyordu kendinde. Evin sorumluluğunu babasının omuzlarından biraz daha almak istedi ve simit alıp sattığı fırının bu kez de üretim bölümünde çalışmaya başladı.

Fırında çalışmak zor, şartları ağırdı. Herkes uyurken onlar var gücüyle çalışıyor, kahvaltı sofralarına sıcak poğaça, çıtır simitleri ulaştırabilmek, hiç tanımadıkları, bilmedikleri insanların sofralarına lezzet katmak için mesaiye gece karanlığında başlıyorlardı.

Uykusuzluktan kapanan gözleri açık tutmak zordu ilk başlarda. Ayakta kalabilmek için içilen çayın, kahvenin haddi hesabı yoktu. Sabaha karşı yavaş yavaş gün aydınlanıp evlerine doğru yola koyulmak üzereyken, diğer insanlar da mesaiye yetişme telaşıyla alelacele aldıkları, gece bin bir emekle hazırlanmış sıcacık poğaça ve simitleri çantalarına atardı. Herkesin güne başladığı saatler, Yılmaz için istirahat vaktiydi. Birkaç saat uyuduktan sonra hazırlanır, güreşe gider, hatta amatör olarak boks yapardı. Bunca güçlüğe rağmen sporu hiç bırakmamıştı. Tahsil hayatını ise ortaokulu dışarıdan tamamladıktan sonra bırakmak zorunda kaldı.

Boş durmayı sevmiyordu. Sanki dünyaya durmamak üzere, sürekli çalışmak için gelmişti. Yaz gelince babasıyla beraber inşaat işlerine gidiyor, o da oğluyla gurur duyuyordu. Onunla bir arada olmak, birlikte vakit geçirmekten çok mutlu oluyordu. Yılmaz da çok düşkündü babasına… Hiç kıyamaz, yorulmasını istemezdi. Bu yüzden adı gibi hiç yılmadan hem babasına yardıma gider, hem spora gider, hem de fırında çalışırdı. İçinde bulunduğu bu ağır koşullar, aslında belki de hayata hazırlıyordu Yılmaz’ı hem bedenen hem manen… Bu durumdan şikâyetçi değil, bilakis memnundu. Çalışkandı, zoru seviyordu, üstelik huzurluydu kıt kanaat geçinen ama mutlu ailesiyle birlikte. Günler, aylar böylece akıp gidiyordu.

3.

Işıklar saçan, sirenleri öten oyuncak bir polis arabası hangi çocuğun ilgisini çekmez ki? Ya da şık bir asker üniforması hangi erkek çocuğunun gözünü almaz? Sorulduğunda birçok çocuk, “Büyüyünce asker olacağım. Büyüyüp polis olacağım…” der.

Yılmaz’ın küçükken asker üniforması olmadı ama asker olmayı çok istiyordu. Asker olmak onun için adeta bir tutkuya dönüşmüştü. Her şeyini babasıyla paylaşan, ona çok düşkün olan Yılmaz, on dokuz yaşına geldiğinde çekinerek de olsa söyledi niyetini:

“Baba, asker olmak, uzman çavuş olarak orduya katılmak istiyorum…”

Babası onu gözünden sakınır, yanından ayırmak istemezdi. Fakat oğlunun gönlünü kırmamak için istemeye istemeye kabul etti müracaat etmesini. Aralarında birbirini incitmemek temeline dayalı hassas bir sözsüz anlaşma vardı baba ve oğulun.

Yılmaz, Edirne’deki komutanlığa müracaat etti ve kısa bir mülakatın ardından sınavlara girmeye hak kazandı. Yıl 1998, mevsimlerden yazdı. Babasıyla beraber sınava girmek üzere İstanbul’a doğru yola çıktı. Hayalindeki mesleğe kavuşmak için attığı bu ilk adım, bedenini ısıtan yaz güneşi gibi kalbini ısıtıyordu.

Doğduğu yerden ilk kez ayrılıyor olmanın heyecanı, İstanbul’a girmeleriyle birlikte yeni bir anlam kazandı. Devasa binalar, Boğaz’ın göz alıcı güzelliği karşısında adeta büyülendi… Beşiktaş’ta Yıldız Teknik Üniversitesi’nde uzman çavuşluk sınavına girdi. Birkaç akrabasını ziyaret ettikten sonra babasıyla beraber evlerinin yolunu tuttular. Yılmaz’ın içinde büyük bir heyecan vardı, adeta gökteki yıldızlar dans ediyordu ruhunda…

Sınav sonuçları eve postayla gelecekti. Tatlı bir telaş sardı Yılmaz’ın kalbini. Aklı fikri sonuçlardaydı. “Acaba ne zaman gelecek?” diye düşünüyor, işten her geldiğinde annesine postanın gelip gelmediğini soruyordu. Elinde olsa işe gitmeyip sonucu bekleyecekti.

Babasının okuryazarlığı yoktu. Bu yüzden hiç sormazdı ona. Annesinden her seferinde “Gelmedi…” yanıtını alan Yılmaz’ın yüreği hüzne boğulurdu.

Üç ay kadar sonra il jandarma komutanlığına bizzat gidip sordu. Aldığı cevap karşısında şaşkına döndü: Sonuçlar adreslere gitmiş hatta diğer adaylar eğitime başlamışlardı bile…

Durum kısa zamanda anlaşıldı. Kazandığını bildiren posta adresine gelmiş, babası birine okutmuş, sonra da yırtıp atmıştı sonuç belgesini…

4.

Yılmaz, babasının üzerine titrediğini bilerek gücenmedi sınav sonucunu yırtıp atmasına…

O yıl askerlik yoklaması geldi. İlk hizmetini icra etmek için askerlik şubesine giderek işlemlerini yaptırdı. Sonrasında askerlik yapacağı yer bildirildi ve acemi birliğine teslim olmak üzere İzmir’e, Jandarma Komando Eğitimi Alanı’na gitti. ‘Yeni Foça’nın eğitim koşulları zordu. Üstüne bir de kış mevsiminin ağır şartları eklenmişti.

Yılmaz kondisyonlu olduğu için eğitim ona ağır gelmiyordu. Eğitim esnasında, zorlananlar, yapamayanlar hatta kaçanlar bile vardı. Çocukluğundan beri spor yapması onu bedenen güçlü, zor bir hayat yaşaması ise karakter olarak dirençli hale getirmişti. Ağır eğitimler ona zor gelmiyor bilakis zevk veriyordu. Yılmaz’ın başarısı, azmi ve güçlü kişiliği kısa sürede fark edildi. Komutan, Yılmaz ve birkaç arkadaşına daha, “Siz C Timi’ne seçildiniz…” dedi. “Buradaki eğitimlerden sonra ülkemizin Doğu ve Güneydoğu bölgelerine gidip aslanlar gibi görev yapacaksınız!”

Yılmaz’ın, C Timi hakkında en ufak bir fikri yoktu. Sorup öğrendi. C Timi, “Özel Harekât” askerlerinden oluşan bir timdi. Burada üst düzey komando eğitimine tabi tutulacak, en zorlu operasyonlar için donanımlı bir asker haline gelecekti. “Eski Foça” olarak bilinen kısımda komando eğitimini alanlar, tüm hafif silahları ve teçhizatı kullanabilecek şekilde yetiştiriliyordu. Çatışmaya hazırlanıyorlardı.

Eski Foça’daki eğitimin bitmesine üç ay kala da “ölüm koşusu” denilen bir sınava girmesi gerekiyordu. Bu koşuda otuz kilometrelik parkurun, teçhizatlı olarak koşulması gerekiyordu. Asıl adı “mukavemet koşusu” olan bu sınav, fiziki dayanıklılığın değerlendirildiği, ruhen ve bedenen sınırların zorlandırıldığı bir denemeydi. Yılmaz ve arkadaşlarının yapması gereken, zayiat vermeden bu koşuyu tamamlamaktı.

Sınav zamanı gelince teçhizatlı bir şekilde koşuya başladılar ve marşlar eşliğinde bitirdiler. Sıradaki iş, görev yerinin tayini için kura çekmekti.

Yılmaz’ın çektiği kuradan Artvin çıktı ve C Timi Artvin İl jandarma Komutanlığı’nın emrine gönderildi.

Artvin’de terör olayları olmadığı için kısa süre sonra tim Erzurum’a görevlendirildi. Erzurum’un kırsal, dağlık alanlarında, arazide kaldılar. Çat, Tekman, Hınıs, Karayazı bölgelerinde görev yaptılar. Uyku tulumlarında yatıyor, çantalarında taşıdıkları konservelerle besleniyorlardı. Zaman zaman gelip karakolun önünde çadır kurdular. Sürekli çatışmalara katıldılar, her an teyakkuzda beklediler. Timden hiç zayiat vermeden vatani görevlerini tamamladılar.

Terhis olmalarından önce birliğin komutanı sordu:

“Aranızda uzman çavuş olarak devam etmek isteyen var mı?” Bu, zorunlu vatani hizmeti profesyonel bir meslek olarak yapmaya devam etmek anlamına geliyordu. Daveti kabul eden, orduya personel olarak alınacak ve mesleği askerlik olacaktı.

Yılmaz istiyordu ama aklı ailesindeydi. Başarılı geçen askerlik hizmetinden dolayı “kırmızı renkli tezkere” ile terhis oldu. Bunun anlamı, hayatı boyunca ülkesi ne zaman ihtiyaç duyarsa, milis komutanı olarak göreve çağrılacağıydı.

5.

Zor şartlarda geçen on sekiz aylık vatan hizmeti bitmiş, Yılmaz evine dönmüştü. Ailesine kavuşmanın heyecanı vardı içinde… Görev sorumluluğuyla yokluğunu hiç hissetmemiş olsa da aylar sonra ilk kez, çatısı olan sıcak bir yerde yatacaktı. Asker ocağı bir garipti: Taşı yastık yapsa, çamurun içinde yatsa ve zorlu hava koşullarında, çatışma ortamında bulunsa da yine de baba ocağında annesinin şefkatli kucağında hissetmişti kendini. Vatan sevgisi, atalardan gelen bir mirastı ve insanın kanına işliyordu…

Ailesinin yanına döndüğünde yine aynı zorluk onu bekliyordu: Geçim sıkıntısı…

Babası çalışıyordu ama kazandığı geçinmeye yetmiyordu. Annesi aileyi ayakta tutan güçlü bir Anadolu kadınıydı fakat ne çare söz geçiremezdi eşine… Babası çalışkan adamdı ve tüm kazancını eve harcardı. Parasının bir kısmını kenara koyup tasarruf yapmasını bilmez, bundan dolayı kış aylarında hep geçim sıkıntısı çekerlerdi. Kız kardeşi de on iki yaşına gelmiş, artık onunla arkadaş gibi olmuşlardı. Birbirlerini çok sever, dert ortağı olurlardı ağabey kardeş…

Yılmaz, evin bütün sorumluluğunu üzerine almaya başladı askerden döner dönmez… Hiçbir zaman yük olarak görmedi bunu. Tek isteği ve bütün çabası ailesini rahat ettirmekti. Her türlü zorluktan alnının akıyla çıkabilen biri için geçim mücadelesi de alt edilebilirdi. Fırıncılıkta çok başarılıydı. Çevik ve güçlü olmasının yanı sıra akılcı düşünen bir kişiliğe sahipti. Evde simit üretimi yapmaya karar verdi.

Babasıyla çalıştığı ilk parayla fırın aldı. Ailece evde simit üretip sattılar. Bu fikir bütün aileye rahat bir soluk aldırdı çünkü çok iyi kazanıyorlardı. Kazandığı bütün parayla da malzeme alıyor, yeniden üretim yapıyorlardı. Her şey düşündüğü gibi olmuştu. Çok iyi kazanmaya, rahat etmeye başladılar. Kaliteli üretip taze satıyorlar, ürettikleri simitler elde kalmıyordu.

2000 yılı gelip çattığında, tüm ülke büyük bir ekonomik krizle karşı karşıya kaldı. Bir anda piyasalar altüst oldu ve kullandıkları hammaddelere de sürekli zam geldi. Sattıkları simidin fiyatı ise aynı kaldı. Bu durum, işlerin kötü gitmesine sebep oldu. Yılmaz’ın isteği ailesini refah içinde yaşatabilmekti. Kâr etmek bir yana, artık zarar etmeye başlayınca tekrar babasıyla inşaatlarda çalışmaya başladı.

Yazın işler çok iyiydi ama kışın zorluk çekiyorlardı. Ailesini rahat ettirmekten başka bir şey düşünmeyen Yılmaz’ın aklına tekrar düştü askerlik mesleği… Üstelik bunca sıkıntı başlarındayken başka da çare bulamıyordu. Hem severek yaptığı hem de ailesini geçindirebileceği tek meslek, askerlik olabilirdi.

Eklendi: Yayım tarihi
  • Kategori(ler) Roman (Yerli)
  • Kitap AdıEllerinle Bana Baharlar Getir
  • Sayfa Sayısı120
  • YazarHilal Yiğit
  • ISBN9786256051911
  • Boyutlar, Kapak13,5 × 21 cm, Karton Kapak
  • YayıneviDestek Yayınları / 2024

Yazarın Diğer Kitapları

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Gemi ~ Ümit AktaşGemi

    Gemi

    Ümit Aktaş

    ...Ve işte o esnada, yani Feveran sisler arasında uzaklara doğru sürüklenip giderken, bindiğimiz bot ardında köpüklü dalgalardan bir iz bırakarak hızla kıyıya doğru yaklaşırken, benim de kalbime düştü birkaç sözcük. Yaşadıklarını arzulayan belki, belki de yadsıyan, ama her şeye rağmen içindeki o umutsuzluğu silip atarak: “Hayır! Hiçbir şey sona ermedi daha ve elbette bir çıkış vardır, bir yol üzerinde yürünüp gidecek.

  2. Acaip ~ Mahir Ünsal ErişAcaip

    Acaip

    Mahir Ünsal Eriş

    Çünkü senin her şeyin bulaşıcıdır Güzin. Sen gülersen bakkal güler, taksici güler, elinde tavşan balonuyla yanından geçen çocuk güler, dilenci kadın güler, otobüsün camından...

  3. Dejavu ~ Menekşe ToprakDejavu

    Dejavu

    Menekşe Toprak

    “Öyle ya, harem kültüründen, kapalı odalardan çıkıp sokaklarda tek başına yürümeyi öğrendik biz kadınlar, diye düşündü. Üstelik de bir paşa torunu, konak kızı olarak...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur