Bir deniz kazasından kurtulan Britanya donanması mensubu Christopher Hadley Martin, Atlantik okyanusunun ortasında bir ölüm kalım mücadelesinin ardından yalnızca hava durumu haritalarında görülen kayalık bir adacığa çıkar. Muazzam bir hırsla yiyecek ve temiz su bulmak, potansiyel kurtarıcılar tarafından fark edilmek için zekâsına ve eğitimine başvurarak hayata tutunmaya çalışırken geçmişin anı ve görüntüleri zihnine musallat olur. Adacığın tek sakini olarak kendi kendine konuşarak geçirdiği uzun saatlerden sonra korkunç yazgısını kavrayacaktır. Giderek akıl sağlığını yitirmeye başlamasıyla gördüğü halüsinasyonlar onu bir varoluş krizine sürükler.
Golding’in kurduğu bu çok katmanlı dünyada yanılsamalar ve en çılgın hayaller bile gerçek gibi görünür. Roman sürekli yinelenen akıl sağlığı ve delilik, gerçeklik ve gerçekdışılık temaları eşliğinde okuru insan zihninin gizli kovuklarında gezindirir. Golding okuru bütün hikâyeyi yeniden gözden geçirmeye zorlayan sarsıcı finalde “teknik açıdan muazzam bir büyücülük” sergilemiştir.
1
Her yönde çırpınıyordu, kendi bedeninden oluşmuş, kıvranıp tekmeler atan düğümün merkeziydi. Ne yukarısı vardı ne aşağısı, ne ışık vardı ne de hava. Ağzının kendi kendine açılıp feryat nidasını koyuverdiğini duyumsadı.
“İmdat!”
Feryatla birlikte hava da çıkıp gidince, su onun yerini doldurmaya geldi; can yakan taşlar gibi, boğazına ve ağzına dolan yakıcı su. Bedenini önceden havanın bulunduğu yere doğru kaydırdı ama artık orada da hava yerine siyah, boğucu kargaşadan başka bir şey kalmamıştı. Bedeni korkusunu salıverdi ve ağzı, çene eklemleri sızlayana kadar açılmaya zorlandı. Su acıma nedir bilmeden ağzından içeri dalıp, boğazından aşağı aktı. Suyla birlikte bir anlığına içeriye giren hava sayesinde doğru zannettiği yönde çırpındı. Ancak su buna da izin vermeyip onu öyle bir döndürdü ki havanın bulunabileceği yerin bilgisi tümüyle silinip gitti. Kulaklarında türbinler haykırıyor ve merkezden izli mermiler gibi yeşil kıvılcımlar uçuşuyordu. Çarkından boşanmış, bütün evreni sarsan bir piston motoru da eksik değildi. Derken bir an için yüzüne soğuk bir maske gibi hava değdi ve dişlerini buna geçirmeye çalıştı. Havayla su karışıp çakıl taşları gibi bedeninin içine doğru sürüklendi. Kaslar, sinirler ve kan, çabalayan akciğerler, kafasının içinde bir makine, bir anlığına eski usul uyarınca çalıştılar. Sert su topakları gırtlağına hücum etti, dudaklar büzülüp aralandı, dil büküldü, beyin bir neon ışığı yaktı.
“Ann…”
Ama adam, bütün bu keşmekeşin ötesinde, sarsılan bedeninden bağımsız olarak suyun üzerinde asılı kaldı. Gözünün önünde akan fosforlu görüntüler ışıkla yıkanıyordu ama onlara zerre kadar ilgi göstermedi. Yüzündeki sinirleri kontrol edebilseydi ya da bir surata yaşam ile ölüm arasında askıya alınmış bilincinin durumuna uygun bir biçim verilebilseydi, o suratta öfkeli bir hırıltı görülebilirdi. Ama gerçekte çene çarpılıp kaymıştı ve uzaktaydı, yüzüne çarpan su ağzına doldu. Merkezden fırlayan yeşil izli mermi döne döne bir daire oluşturmaya başladı. Hırıldayan adamın oldukça uzağındaki boğaz, suyu kusup sonra yeniden içine çekti. Sert su topakları artık can yakmıyordu. Bir tür ateşkes, bedenin gözlenmesi söz konusuydu. Surat yoktu ama hırıltı vardı.
Görüntülerden birisi sabitlendi ve adam ona dikkatle baktı. Böyle bir şey görmeyeli o kadar yıl geçmişti ki hırıltı meraklandı ve yoğunluğunu biraz yitirdi. Hırıltı görüntüyü inceliyordu.
Reçel kavanozu parlak floresan ışığıyla aydınlatılmış bir masanın üstünde duruyordu. Bu bir sahnenin ortasında duran büyük bir kavanoz olabilirdi ya da surata değdi değecek gibi duran küçük bir kavanoz, ama ilginçti çünkü insan orada tümüyle bağımsız ama kontrol edebileceği kadar küçük bir dünyanın içine bakabiliyordu.
Kavanoz neredeyse tamamen berrak suyla doluydu ve içinde dik duran küçük camdan bir cisim yüzüyordu. Kavanozun ağzı ince bir zarla kaplanmıştı… beyaz lastikle. Uzaktaki bedeni hareketsiz kalıp gevşerken, kımıldamaksızın ya da düşünmeksizin kavanozu izledi. Kavanozdan aldığı haz, içindeki camdan cisimciğin karşıt güçler arasında son derece hassas bir dengede durmasında yatıyordu. Zarın üstüne
parmağını koysan ve altındaki havayı içeri doğru bastırsan suya yapacağı baskıyı iyice artırırdın. O zaman su daha da yukarıya, cisimcikteki küçük tüpe doğru hücum eder ve cisimcik batmaya başlardı. Zarın üstündeki basıncı değiştirerek, tümüyle senin kudretine mahkûm camdan cisme canın ne isterse yapabilirdin. Şöyle mırıldanabilirdin: Hemen bat! Ve aşağıya inerdi, aşağıya, daha da aşağı; acıyıp durdurabilirdin sonra. Yüzeye doğru çıkma çabasına izin verebilir, biraz hava aldırabilir, sonra da yavaş yavaş, insafsızca hiç durmadan aşağıya yollayabilirdin.
Camdan cismin hassas dengesi bizzat cisimle ilgiliydi. Söze dökülmeyen bir kavrayış anında, kendisinin de dalgalarla sürüklenmek ile dibe batmak arasında dengelenmiş bir halde, aynı tehlikeli durağanlıkla denizin yüzeyine temas ettiğini gördü. Hırıltı kendi kendine sözcükler düşündü. Açıkça ifade edilmeseler de bir kavrayış gibi açık seçik ortadaydılar.
Tabii. Can yeleğim.
Şu kolun ve ötekinin altından geçirilmiş şeritlerle bağlıydı can yeleği. Şeritler omuzların üstünden geçip -o sırada onları hissedebiliyordu hattagöğüs kafesini sararak önde, muşamba ve yün paltonun altında birbirine tutturulmuştu. Yetkililerin önerdiği gibi, havası neredeyse tamamen boşaltılmıştı, çünkü sımsıkı şişirilmiş bir yelek suya çarptığı zaman patlayabilirdi. Yüzerek gemiden uzaklaş, sonra can yeleğini şişir.
Can yeleğinin farkına varışıyla birlikte bununla bağlantıli görüntüler de sel olup geri geldi; üstüne talimatların asıldığı vernikli pano, şeritlerle tutturulmuş tüp ve metal başlıkla birlikte bizzat can yeleğinin resimleri. Birden kim olduğunu ve nerede bulunduğunu kavradı. Camdan cisimcik gibi suyun içinde, hareketsiz yatıyordu; çırpınmıyor, yalpalıyordu. Büyük bir dalga düzenli aralıklarla başının üzerinden aşıyordu.
Ağzı suyla doldu, boğuluyordu. İzli mermiden yayılan ışıklar karanlığı böldü. Adam bir ağırlığın kendisini aşağı çektiğini hissetti. Hırıltı, ağır güverte çizmelerinin görüntüsüyle birlikte geri geldi ve bacaklarını oynatmaya başladı. Ayak parmaklarından birini diğerinin üstüne atıp itekledi ama çizme ayağından çıkmadı. Kendini toparladı, uzağında olsalar da işe yarayabilecek elleri vardı sonuçta. Ağzını kapatti ve suyun içinde izli mermi ışık yayarken umutsuz bir akrobasi hareketi yaptı. Yüreğinin gümbürdediğini hissetti ve bir süreliğine bu gümbürtü belli bir biçim olmayan karanlığın içindeki tek referans noktası olarak kaldı. Sağ bacağını sol uyluğunun üstüne getirip donuk elleriyle kaldırdı. Güverte çizmesi baldırından aşağı kaydı ve tekmeleyerek ayağını çizmeden kurtardı. Lastik yüzeyin, ayak parmaklarını terk ederken kendisine bir kez daha dokunduğunu hissetti ve sonra tümüyle çıkıp gitti. Sol bacağını yukarı kalkmaya zorladı, ikinci çizmeyle boğuştu ve onu da çıkardı. Her iki çizmeden de kurtulmuştu. Bedeninin çözülmesine izin verdi ve gevşeyerek yattı.
Ağzı, işini biliyordu. Hava almak için açılırken, su girmesin diye kapandı. Bedeni de anlıyordu. Arada bir midesini kaskatı bir düğüm halini alana değin sıkıyor ve deniz suyu dilinin üstünden dışarı fışkırıyordu. Yeniden dehşete kapılmaya başladı; bir hayvan gibi can havliyle değil ama yalıtılmış ve epeydir bitkin düşmüş bir halde, yoğun ölüm korkusuyla. Hırıltı geri döndü ama artık kullanacağı bir yüz ve gırtlak için de hava vardı. Hırıltının ardında, havayı seslerle boşa harcamayacak anlamlı bir şey vardı. Ne denli acımasız olduğunu keşfetmek için henüz zamana ve deneyime sahip olmamış bir amaç vardı. Mekanizmayı düzenli soluk almak için kullanamıyor, havayı gömülme anları arasında yutkunuşlar sırasında alıyordu.
Havayı yutarken yutkunuşlar sırasında düşünmeye başladı. Yeniden ellerini ve karanlığın içinde uzakta bir yerde olduklarını anımsadı. Onları yakına getirdi ve el yordamiyla muşambanın sert dokusunu yoklamaya başladı. Düğme can yaktı ve güçbela ilikten geçmeye ikna edildi. Yün paltosunun tokasını açtı. Bedeninin ufak bir hareketiyle uzanırken denizin kendisini yok saydığının, camdan bir denizci figürü ya da batmak üzere olup da birkaç saniyelik ömrü kalmış bir kütük yerine koyduğunun farkına vardı. Koca dalgaların üstünden geçişleri arasında, hava düzenli olarak iş başındaydı.
Kauçuk tüpü yakalayıp şeritlerin üstünden kendine doğru çekti. Kendisini hemen hiç kaldırmayan gevşek ve sönük lastiği hissedebiliyordu. Tüpün tıpasını dişlerinin arasına alıp iki parmağıyla açarken, diğer parmaklarıyla tüpe bastırdı. Büyük dalgaların arasında azıcık hava kazandı ve kauçuk tüpün içine üfledi. Sayısız dalga ve çukur süresince yüreği bedeninde yaralı bir adam gibi yalpalayana ve yeşil ışık titreşip dönene dek ciğerlerine gidebilecek havayı büyük bir gayretle üfleyip durdu. Can yeleği göğsünün üstünde sıkılaşmaya başladı ama bu öyle yavaş oldu ki değişimin ne zaman gerçekleştiğini söyleyebilecek durumda değildi. Derken dalgalar birden omuzlarını yıkadı ve onları izleyen yinelenen gömülüşler, yüzünde ıslak ve şapırtılı bir tokada dönüştü. Hava için kıran kırana mücadele etmesine gerek olmadığını anladı. Can yeleği yükselip giysilerini zorlayana dek tüpün içine düzenli olarak kuvvetle üfledi. Yine de üflemeyi hemen bırakmadı. Kendine faydası dokunabilecek, işe yarar tek eylemi durdurmaktan korkarcasına havanın birazını dışarı kaçırıp sonra yeniden üfleyerek havayla oynadı. Başı, boynu ve omuzları artık uzun aralıklarla suyun dışındaydı. Bu uzuvlar, bedeninin geri kalanından daha çok üşümüştü. Hava onları kaskatı hale getirmişti. Titremeye başlamışlardı.
Ağzını tüpten çekti. “İmdat! İmdat!”
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Modern Klasikler Dizisi Roman (Yabancı)
- Kitap AdıCeberut Martin
- Sayfa Sayısı192
- YazarWilliam Golding
- ISBN9786052954997
- Boyutlar, Kapak13x19,5, Karton Kapak
- Yayıneviİş Bankası Kültür Yayınları / 2018
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Öksüzler Treni ~ Christina Baker Kline
Öksüzler Treni
Christina Baker Kline
Bazen içinizdeki çocuk geçmişinizde hapsolur ve siz o çocuğu kurtarmak için tüm umutlara sımsıkı sarılırsınız… Binlerce çocuk düşünün, ya ailesini hiç tanımamış ya da ailesini kaybetmiş. Kimsesiz çocukları düşünün, gülen gözleriyle size bakan. Tek istedikleri sıcak bir yuvayken, tek umutları ise onları bilinmeyen geleceklerine taşıyan Öksüzler Treni'dir.
- Flaubert’in Bir Sonbaharı ~ Alexandre Postel
Flaubert’in Bir Sonbaharı
Alexandre Postel
Mösyö Flaubert 1875 yılında, 53 yaşındayken, hayatını ele geçiren melankoli ve ölme isteğinden bir nebze olsun uzaklaşmak amacıyla iki aylığına bilim adamı dostu Pouchet’nin...
- Kan ve Bal ~ Shelby Mahurin
Kan ve Bal
Shelby Mahurin
Nereye Gidersen Git, Seninle Gelirim Morgane’ın hançerinden kıl payı kurtulduktan sonra kendilerini yapayalnız bulan Lou, Reid, Coco ve Ansel’in saklanacak yerleri kalmamıştı. Kilise, krallık,...