Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Çatal Dil
Çatal Dil

Çatal Dil

William Golding

MÖ birinci yüzyılda kutsal Delphi şehrinin ünlü tapınağı zenginliğini ve dünyadaki nüfuzunu giderek yitirmektedir. Romalılar Yunan şehirlerine hâkim olmak üzeredir. Arieka adlı genç kız,…

MÖ birinci yüzyılda kutsal Delphi şehrinin ünlü tapınağı zenginliğini ve dünyadaki nüfuzunu giderek yitirmektedir. Romalılar Yunan şehirlerine hâkim olmak üzeredir. Arieka adlı genç kız, Delphi’de Apollon adına kehanette bulunmak üzere Pythia olarak seçilir. Apollon’un yeryüzündeki sesi olarak, tanrının hizmetinde geçirdiği yıllar boyunca Delphi’nin çöküşüne ilk elden tanıklık edecektir. Yaşlılığında geçmişe dönerek, sevgisiz bir ailede geçen çocukluğunu, psişik güçlere sahip genç bir bakire olarak Yüksek Rahip İonides tarafından Delphi’de üstleneceği rol için seçilişini, tanrılara karşı ikircikli tavrını ve hayatının bilicilikle geçen altmış yılını gözden geçirir.

Bu son romanını tamamlayamadan yaşama veda eden Golding, Çatal Dil’de bizi mazlum ama bağımsız ve olağanüstü sahici bir kadın karakterle tanıştırırken, eski Yunan dünyasını da capcanlı bir atmosfere büründürür.

I

Işık parıltısı ve ısı, farklılaşmamış, henüz kendi tecrübesiyle sınırlı. Oldu işte bu kadar! Oldu bitti! Bundan iyisini yapacak halim yok. Anı. Hafızadan da önce gelen anı olur mu? Ama zamanı yok ki, iması bile yok. Öyleyse nasıl olur öncesi ya da sonrası? Başka hiçbir şeye benzemediğini anladıktan sonra, ayrı olduğunu, farklı ve hatta bir kerelik bir şey olduğunu anladıktan sonra mümkün müdür öncesinden ya da sonrasından bahsetmek? Söz yok, tarih yok, bir ben bile yok, ego yok; öyle ya, ne demiştik, ışık parıltısı ve ısı, kendi tecrübesiyle sınırlıydı, bilmem anlatabiliyor muyum? Anlarsınız anlarsınız! Zamanı ve (ışığın parıltısına rağmen) görünüşü olmayan bir tür çıplak varlık özelliği taşıyordu o ve hiçbir şey ondan önce değildi, ondan sonrası da yoktu. Silsileden ayrıydı. Bunun anlamıysa, benim yaşadığım zamanın herhangi bir anında -ya da benim zamanımın dışındagerçekleşmiş olabileceği!

İyi ya nerede? Altıma kaçırdığımı hatırlıyorum. Dadım ve annem -kim bilir nasıl körpeydi o zamanlar!kahkahayı basıyordu bir yandan beni azarlarken. Konuşmayı öğrenmeden önce laftan anlıyor muydum? Nasıl oldu da “azar” diye bir lafın varlığını bilebildim? Diyeceğim o ki, doğru-dan beraberimizde getirdiğimiz bir yığın bilgi var; öfkenin ne olduğunun bilgisi, acının, hazzın, sevginin ne olduğunun bilgisi. Altıma kaçırmamdan ya önce ya da kısa süre sonra, sıcak güneşin alnında bacaklarımın ve karnımın görüntüsü var aklımda. Bacaklarımın arasındaki ufak yarığı inceliyorum. Deneysel bir çaba benimkisi, yarığın nereye açıldığını bilmeden bakıyorum; ne işe yaradığını, hayatımın geri kalanında beni tanımlayacağını bilmeden. Başka bir yerde değil de, burada olmamın sebeplerinden biri odur. Ama Aitolia, Akhaia ve diğerlerinden habersizdim. Biraz daha gülüşme duyuyorum, belki biraz kaçamak bu kez, sonra azar. Kucaklanıyorum ve kıçıma cılız bir şaplak iniyor, acı yok, sadece yanlış bir şey yapmış olmanın bilgisi var.

Kendim hakkında söyleyeceğim pek fazla bir şeyim olmadığı, henüz kendimi doğru dürüst ifade edemediğim zamanlar kadar uzak bir an. Leptides, komşumuzun oğlu, evimizin yüksek duvarının dibinde diz çökmüş, oyun oynuyordu. Bir elinde için için yanan bir saz, diğer elinde de kof kamış vardı. Kamışın bir ucundan üfleyerek sazın ucunu tutuşturdu, bir alev parladı. Evimizin, yaşça ondan büyük olan, bakırla ve kalayla, ya da gümüşle ve hatta, pek sık olmasa da zaman zaman altınla çalışan kölelerine benziyordu bu haliyle. Benim için kalaydan bir süs eşyası yapıyordur belki diye düşündüm; genel olarak aklım ermeye başlayana kadar hayata umut dolu bir çocuk olarak başladığımı bana hatırlatan bir eşya. Eğilip yakından baktım. Müthiş bir özenle karıncaları yakıyordu. Her karıncaya, bir avcı gibi nişan alıp vuruyordu. Karıncalar tutuşmadan, aniden kavrulup kül oluyordu. Yanına gidip onunla oynamak isterdim ama bir elde saz bir elde kamış, o işi beceremezmişim gibime geldi. Dahası bana ateşle oynamamam söylenmişti! Şimdi asıl ilgimi çeken şeyse, karıncaları canlı birer varlık olarak düşünmemiş olmam. Zihnim balıklara kadar gidiyordu, doğru, ama ondan ötesini kavrayamıyordum. Tam da bu yüzden balıklara geçmeli.

Kocaman bir balık tankımız vardı, o kadar büyüktü ki, balıkları görebilmek için üç yetişkin basamağı tırmanmak gerekiyordu. Bir yaz günü var herhalde aklımda, çünkü adamlar kıyıdan fıçılarla deniz suyu getiriyordu ama yine de tankta su seviyesi alçaktı; aklımda kalan bir türlü tankı dolduramadıkları, yağmur doldurana kadar su seviyesinin alçak kaldığı. En çok hoşuma giden, adamların, teknelerimizden fıçılarla balık getirmesi ve sonra da o balıkları tanka boca etmesiydi. Balıklar nasıl da oynak oluyordu o zaman! Sanırım korkuyorlardı, ama neşeli ve heyecanlı görünüyorlardı benim gözüme. Kısa süre sonra sakinleşirler, hallerinden memnun görünürlerdi; hemen çıkarılmazlarsa tankın içinde, sanki uysallaşır, evcilleşirlerdi. İdaresi kolaydı balığın, ev kölesi gibi. Düşünüyorum da, yoksa o an ilk kez mi karşılaştırıyordum bir şeyi diğer bir şeyle? Zoileus’un, balıkları almaya geldiği o andan söz ediyorum. Tabiatıyla, o da evimizin kölelerinden biriydi. Konuyu dağıtıyorum bak şimdi. Onlar evimizde köle olarak doğmuştu, bir savaşta ya da seferde yakalanmış ya da işlediği bir suç örneğin fazlasıyla fakir olmalarıyüzünden cezaya çarptırılan kimseler değillerdi. Anlayın işte canım gerisini. Bir karşılaştırma daha yapıp bunun bir kız, bir kadın olarak doğmak gibi bir şey olduğunu söyleyebilirdim, ama bu doğru değil. Çocukken kızların kız olduklarını bilmemekten gelen mutluluklarını henüz bilemedikleri bir dönem vardır, bilmem anlatabildim mi. Sonradan kız olduklarının farkına varınca, işte o zaman çoğu yahut en azından kimisi, tavaya düşen balık gibi telaşa kapılır. En azından şansı yaver giden telaşa kapılır. Her neyse, Zoileus, balıkları tavaya, yanan yağın içine attı. Balıklardan biri başını tavanın kenarından uzattı, ağzını açtı ve bana öylece bakakaldı.

Çığlığı bastım. Çığlıklarımın ardı arkası kesilmedi, çünkü canım yanmış, incinmiştim. Herhalde bir şey de istedim, durduk yere feryat figan değildim, çünkü bundan sonra hatırladığım ilk şey Zoileus’un bağırışı.

“Peki! Peki! Onları çıkaracağım…”

Sonra sustu, çünkü bizim kâhya kadın telaş içinde, beline astığı anahtarları şıngırdata şıngırdata mutfağa koşmuştu. “Ne oluyor orada?”

Ama Zoileus kayıplara karışmıştı balıkla. Dadım olayı özetledi. Balıktan korktuğumu söyledi, kısmetim kapanmasın diye bir şey kesmek icap eder dedi, en azından sarmısak kökü diye konuşuldu. Kâhyamız benimle konuşurken çok nazikti. Balıklar yenmek için yaratılmıştı, biz özgür insanlar gibi hissetmezlerdi hiçbir şeyi. Zoileus’a, tavayla balığı geri getirmesini buyurdu. Zoileus, balığın tanka geri döndüğünü söyledi.

“Tanka geri döndü ne demek, Zoileus?”

“Tavadan tanka atladılar, hanımım, diğerlerinin arasında kaybolup gittiler.”

Olayın aslını hiç bilemedim. Şurası kesin, balık dediğin öyle kızgın yağdan suya atlayıp da yüzemez. Ama Zoileus riyakâr bir adam değildi. Belki bir kereliğine öyle bir şey ağzından çıkıverdi, kim bilir. Herhalde balıkları attı ya da bir köşeye sakladı. Neden acaba? Her neyse, balıklar gerçekten yüzerek uzaklaştıysa bile, bizim kalkıp da olayın benimle alakası olduğu sonucuna varmamızı gerektiren bir şey yok ortada. Ama insanlar bu işin içinde bir iş var diye düşündü. Bizimkiler yine iyiydi ama, ev köleleri hemen her şeye kanar, hele kanılmayacak şeye dünden kanar. Hep birlikte bir merasim havasıyla tankın başına gittik, ama bir balığı diğerinden ayırt etmek mümkün değildi; saz damın gölgesinde, tankın içinde boca edilmiş yığınla balık vardı. Bunun üzerine kâhya kadın annemi çağırdı, annem de babamı; anlattıkları doğru muydu değil miydi bilinmez, ama sonuçta Zoileus söylediğinin arkasında durmak zorunda kaldı. Düşünüyorum da galiba sonunda kendisi bile inandı anlattığı hikâyeye. Kızgın yağda kavrulan balığın durup dururken, gizli bir kuvvet sayesinde şifa bulup yüzdüğünü söylüyordu. Dadım zaten bu kuvvetin ilahi bir kuvvet olduğuna kesin karar vermişti. Ben de, huşuyla olmasa da, ciddiyet ve ilgiyle dinledim bunları. Her ne kadar böyle şifa vakalarından sonra âdet Aesculapius ya da Hermes’e adak kesmekse de, sonunda deniz tanrısına bir adak sunuldu. Eğer o zamanlar biraz daha büyük olsaydım, cinsiyetimi hesaba katar, neden bir tanrıçaya değil de, tanrıya yanaşıldığını sorar ve kuşkusuz bunu tuhaf karşılardım. Ama hangi tanrıçaya adak sunacaklardı ki? Ne Artemis’in ne Demeter’in ne de Aphrodite’nin bir faydası dokunabilirdi bana.

Herhalde bizim hakkımızda da bir iki laf etmem lazım şu noktada. Körfezin kuzey kıyısında oturmamızdan ötürü, tabiatıyla, Aitolia’lıyız. Phokis’li bir aileydik. Babam, zengin bir adam (daha doğrusu zengin bir adamdı) ve en büyük ağabeyim onun mirasına kondu. Toprağımız denizle birleştiği yerde bir milden uzun bir sahil şeridi oluşturur. Binlerce keçimiz ve koyunumuz, uşaklarla, kölelerle ve insanlarla dolu kocaman, eski bir evimiz var. Toprağımızın bir ucundan Korinthos’a düzenlenen seferlerin gelirine ortağız aynı zamanda. Bir zamanlar, karşı kıyıdan gelen insanlar, evimizin vadinin biraz yukarısındaki köy olduğunu sanıp, yatak, at ve hatta araba bulma umuduyla karaya ayak basar basmaz bizim evin yolunu tutarmış. Ama muhterem babam ben doğmadan birkaç ay önce geminin yolcuları indirdiği yere durumu açıklayan bir işaret koydurtmuş. Topraklarımızın ötesindeki vadiyi işaret eden tahta bir el ve elin altında, üzerine bazı harflerin oyulduğu bir levha vardı orada, şöyle yazıyordu:

DELPHİ’YE GİDER

İşte bu yüzden şimdi yolcular, gemiden iner inmez, bizi rahatsız etmeden, vadideki köye doğru yola koyuluyor. O köyü geçtikten sonra, biraz daha ilerledikleri takdirde,

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Kâğıt Adamlar ~ William GoldingKâğıt Adamlar

    Kâğıt Adamlar

    William Golding

    Wilfred Barclay kariyeri boyunca şöhreti, başarıyı ve serveti tatmış bir İngiliz yazardır. Artık yaşı ilerlemiş, evliliği çökmüş, içkiye düşkünlüğü alkolizmin sınırlarında gezinmeye başlamıştır. Hayatındaki...

  2. Serbest Düşüş ~ William GoldingSerbest Düşüş

    Serbest Düşüş

    William Golding

    Sammy Mountjoy babasını hiç tanımadan yoksulluk içinde büyümüşse de, resimlerini Tate Gallery’nin duvarlarında görebilmiş yetenekli bir ressamdır. İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanlara esir düşer...

  3. Ceberut Martin ~ William GoldingCeberut Martin

    Ceberut Martin

    William Golding

    Bir deniz kazasından kurtulan Britanya donanması mensubu Christopher Hadley Martin, Atlantik okyanusunun ortasında bir ölüm kalım mücadelesinin ardından yalnızca hava durumu haritalarında görülen kayalık...

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Grinin Elli Tonu ~ E. L. JamesGrinin Elli Tonu

    Grinin Elli Tonu

    E. L. James

    Romantik, özgürleştirici va kesinlikle bağımlılık yaratıcı… Bu roman dengenizi sarsacak, sizi ele geçirecek va ebediyen sizinla kalacak Edebiyat öğrencisi olan Ana Steele, genç girişimci...

  2. Özgür İnsanlar ~ Halldór LaxnessÖzgür İnsanlar

    Özgür İnsanlar

    Halldór Laxness

    Nobel edebiyat ödüllü İzlandalı şair ve romancı Halldór Laxness, Özgür İnsanlar’da, bağımsızlığına düşkün bir halkı, bir çiftçinin destansı hayat mücadelesi üzerinden anlatıyor. Bjartur, on...

  3. Katharina Blum’un Çiğnenen Onuru ~ Heinrich BöllKatharina Blum’un Çiğnenen Onuru

    Katharina Blum’un Çiğnenen Onuru

    Heinrich Böll

    İkinci Dünya Savaşı sonrası Alman edebiyatının en önemli temsilcilerinden olan Heinrich Böll, eserlerinde savaş dönemlerini, savaş sonrası yokluk yıllarındaki yurtsuzluk, işsizlik gibi konuları ve...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur