Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Suhodol Köyü
Suhodol Köyü

Suhodol Köyü

İvan Bunin

Köy durağanlığın, zamanın acımasız akışına direnmenin simgesi ise Suhodol Köyü bu değişmezlik içinde değişimi izleyebilen ender yapıtlardandır. İvan Bunin’in 1912 yılında yayımladığı Suhodol Köyü…

Köy durağanlığın, zamanın acımasız akışına direnmenin simgesi ise Suhodol Köyü bu değişmezlik içinde değişimi izleyebilen ender yapıtlardandır. İvan Bunin’in 1912 yılında yayımladığı Suhodol Köyü Rus edebiyat geleneği içinde köylülüğün ve kırsal yaşamın idealleştirilmesine Çehov’la birlikte meydan okuyan yeni bir anlayışı temsil eder. Yazar, Hruşçov ailesi ve hizmetlileri aracılığıyla savaşlar ve kuşaklar içinde köy denen mikrokozmosun nasıl içten içe değiştiğini, sosyal hiyerarşilerin nasıl esnediğini, sıradan köylünün buradaki eşitsizlikleri duygusal dünyasına nasıl tercüme ettiğini ustalıkla anlatır. Suhodol Köyü’nün özgünlüğü, yitip gitmekte olana hüzünle veda ederken, bunun kaçınılmazlığını soğukkanlılıkla saptayabilmesindedir.

*

I

Natalya’da bizi her zaman hayrete düşüren şey, onun Suhodol Köyü’ne” olan bağlılığıydı.

Babamızın, kendisiyle aynı evde büyüyen sütkardeşi Natalya, Lunyovo’daki** evimizde topu topu sekiz yıl yaşamıştı, eski bir köle, basit bir hizmetçi olarak değil, akrabamız gibi yaşamıştı. Bu sekiz yıl boyunca, kendi söylediğine göre, Suhodol’dan, ona acı çektirmiş olan bu köyden kurtulup rahat bir soluk almıştı. Ama boşuna dememişler, kurdu ne kadar beslesen gözü yine ormandadır diye; o da bizi büyütüp, yetiştirdikten sonra Suhodol’a geri dönmüştü. Çocukken onunla yaptığımız konuşmaları bölük pörçük anımsıyorum:

“Sen öksüzsün, değil mi Natalya?”

“Öksüzüm efendim. Hep beylerimin yanındaydım. Büyükanneniz Anna Grigoryevna hayata çok erken veda etti! Anacığımla babacığımın da ondan kalır yanı yoktu.” “Annenle baban neden erken öldüler peki?” “Ölüm gelip çattı, öldüler işte efendim.”

“Hayır, neden o kadar erken?”

“Tanrı öyle istedi. Beyler babacığımı bir kabahati yüzünden askere göndermişler, anacığım da beylerin hindileri yüzünden kendini yiyip bitirmiş. Tabii ben hatırlamıyorum efendim, nereden hatırlayayım, hizmetçiler anlatıyorlardı: Kümes bakıcısıymış, baktığı hindilerin haddi hesabı yokmuş, hindiler otlakta gezinirken doluya yakalanmışlar ve dolu hepsini, tek bir tane kalmayacak şekilde telef etmiş… Koşmuş, koşmuş, vardığında bir de ne görsün, korkudan öleyazmış!”

“Peki, neden hiç evlenmedin sen?” “Damat daha büyümemişti de ondan.” “Hayır, şaka yapmadan söyle.”

“Dediklerine göre, halanız hanımefendi sözde birini arıyormuş. Bu yüzden de ben günahkârın adını küçükhanıma çıkarmışlardı.”

“Eee, nasıl bir küçükhanımdın sen!”

Natalya, dudaklarını kırıştıran incecik bir gülümsemeyle: “Tam bir küçükhanımdım efendim!” diye yanıtlıyor ve yaşlı, esmer eliyle dudaklarını siliyordu. “Ben aslında Arkad Petroviç’in sütkardeşiyim, sizin ikinci halanız…”

Büyürken evimizde Suhodol hakkında konuşulanlara giderek daha dikkatli kulak veriyorduk: Daha önce anlamadığımız şeyler giderek daha anlaşılır oluyor, Suhodol’daki yaşamın tuhaf özellikleri giderek daha keskin çizgilerle beliriyordu. Ömrünün yarım asrını babamızla birlikte hemen hemen aynı yaşam tarzında geçirmiş olan Natalya’yı bizim, yani kadim bir soydan gelen Hruşçovların gerçek akrabası olarak hissetmiyor muyduk? Ve işte Natalya’nın babasının bu soylu beylerce askere gönderildiği, anasının ise telef olan hindileri görünce heyecandan kalp krizi geçirdiği anlaşılıyordu.

“Evet, doğru,” diyordu Natalya, “böyle bir durumda insan kendini nasıl kaybetmezdi? Beyler, onun işini bitiriverirlerdi!”

Sonraları Suhodol hakkında daha da garip bir şey öğrendik: Suhodol beylerinden iyi yüreklisinin “dünya âlemde bulunamayacağını” öğrendik, ama “öfkelisinin” de olmadığını öğrendik; Suhodol’daki eski evin karanlık ve loş olduğunu, deli dedemiz Pyotr Kirillıç’ın, gayrimeşru oğlu, aynı zamanda babamızın arkadaşı ve Natalya’nın kuzeni Gervaska tarafından bu evde öldürüldüğünü öğrendik; köhnemiş Suhodol köşkünün yakınındaki eski uşak evlerinden birinde yaşayan, eskilikten uğuldayıp çınlayan bir piyanoda eski bir İskoç halk dansını coşkuyla çalan Tonya Hala’nın da talihsiz bir aşk yüzünden çok uzun zaman önce aklını kaçırdığını öğrendik; Natalya’nın da aklını kaçırdığını, daha küçücük bir kızken merhum amcamız Pyotr Petroviç’e ömrünün sonuna dek âşık olduğunu, Pyotr Petroviç’in ise onu Soşki Köyü’ne sürgüne gönderdiğini öğrendik… Suhodol hakkında tutkulu hayaller kurmamız anlaşılır bir şeydi. Bizim için Suhodol geçmişin çok güzel bir anıtıydı. Ya Natalya için? Bir gün kafasının içindeki bir düşünceye yanıt verir gibi büyük bir kederle şöyle diyen de oydu zaten:

“Daha ne olsun ki! Suhodol’da kamçılarla masaya oturulurdu! Hatırlaması bile korkunç.”

“Yani kırbaçlarla mı?” diye sormuştuk biz.

“Hepsi bir, ne fark eder efendim,” demişti Natalya.

“Peki, kırbaçlar ne içindi?”

“Kavga çıkarsa diye efendim.”

“Suhodol’da kavga mı çıkardı hep?”

“Evlerden irak! Kavgasız gün geçmezdi ki! Herkes ateşliydi, herkes barut fıçısı.”

Onun bu sözleriyle kendimizden geçer ve hayranlıkla birbirimize bakardık: Sonra koskoca bir bahçe, koskoca bir yurtluk, meşe kütüğünden duvarlarıyla, zamanla kararmış ağır saman çatısıyla bir ev ve bu evin salonunda bir öğle yemeği uzun uzun gözümüzün önünde canlanırdı: Herkes masanın çevresinde oturur, yemek yerken av köpekleri yesin diye kemikleri yere atar, birbirine yan yan bakar ve her birinin dizinin üstünde kırbacı durur: Bizler büyüyeceğimiz ve dizlerimizin üstünde duran kırbaçlarımızla öğle yemeği yiyeceğimiz o güzel günleri hayal ederdik. Ama aslında bu kırbaçların Natalya’ya mutluluk vermediğini çok iyi biliyorduk. O, yine de Lunyovo’dan karanlık anılarının kaynağı olan Suhodol❜a gitmişti. Orada ne evi ne yakın bir akrabası vardı; hem artık Suhodol’da eski hanımına, yani Tonya Hala’ya değil, merhum Pyotr Petroviç’in dul eşi Klavdiya Markovna’ya hizmet ediyordu. Natalya bu yurtluk olmadan yaşayamıyordu.

“Ne yaparsın, alışkanlık işte efendim,” diyordu alçakgönüllülükle. “İğne nereye iplik de oraya. Doğduğun yerden iyisi yoktur…”

Suhodol❜a bağlılığı yüzünden acı çeken bir tek o değildi. Diğer bütün Suhodullular da burayla ilgili anıların nasıl da tutkulu meraklısı, nasıl da ateşli Suhodol heveslisiydiler Tanrım!

Tonya Hala bir kulübede, yoksulluk içinde yaşıyordu. Suhodol onu mutluluktan da akıldan da insan suratından da yoksun bırakmıştı. Ancak babamızın bütün ikna çabalarına rağmen yuvasını terk edip Lunyovo’ya yerleşmeyi düşünce olarak bile asla mümkün görmüyordu:

“Dağda taş kırarım daha iyi!” diyordu.

Babam gamsız, kaygısız bir adamdı; sanırım onun için hiçbir bağlılığı söz konusu değildi. Ama Suhodol❜la ilgili hikâyelerinde derin bir keder hissedilirdi. Çok uzun zaman önce Suhodol’dan Lunyovo’ya, ninemiz Olga Kirillovna’nın yurtluğuna göç etmişti. Ama ölmeden az zaman önce şöyle yakınmıştı:

“Tek bir, tek bir Hruşçov kaldı şimdi dünyada. O da Suhodol’da değil!”

Doğrusu, bu tür sözlerin ardından pencerelere, kırlara bakarak düşüncelere daldığı ve duvardan gitarını alırken ansızın gülümsediği çok olmuştur.

“Suhodol da güzeldi hani kahrolasıca!” diye eklerdi bir dakika önceki içtenliğiyle.

Ancak ruhu, Suhodol ruhuydu. Anıların, bozkırın, eskiye bağlı yaşamın, köyü de hizmetçileri de Suhodol’daki evi de bir araya getirip kaynaştırmış olan eski aile yapısının hadsiz hudutsuz bir hâkimiyete sahip olduğu bir ruhtu bu. Doğrusu,

kadim soylular kütüğünde kaydı olan Hruşçovlardık biz ve efsanevi, soylu atalarımız arasında bir asırdır Litvanya kani taşıyan pek çok soylu insan ve Tatar prensleri vardı. Ancak Hruşşovların kanı ezelden beri hizmetçilerin ve köylülerin kanıyla da karışmaktaydı doğrusu. Pyotr Kirillıç’a kim hayat vermişti? Bu konuda farklı rivayetler var. Pyotr Kirillıç’ın katili Gervaska’nın babası kimdi? Küçük yaşlarımızdan beri babasının Pyotr Kirillıç olduğunu duyardık. Babamızla amcamızın karakterleri arasındaki bu derece keskin fark nereden geliyordu? Bu konuda da farklı şeyler söylenir. Natalya, babamın sütkardeşiydi, babam haç değiş tokuşu yapıp Gervaska’yla arkadaş olmuştu… Hruşçovların, hizmetçileriyle ve köylüleriyle soy bakımından hesaplaşmasının zamanı gelmiş de geçiyordu!

Kız kardeşimle biz de uzun bir zaman Suhodol’un, onun geçmişinin albenisiyle yaşadık. Suhodol’daki hizmetçiler, köy ve ev tek bir aile oluştururdu. Bu aileyi yöneten bizim dedelerimizin dedeleriydi hâlâ. Aslında bu durum yeni kuşaklarda da uzun zamandır hissediliyordu. Ailenin, soyun ve klanın yaşamı, düğümlerle eğrilip bükülmüş, derin, gizemli, çoğu zaman da korkunç bir yaşamdı. Ama dibinin karanlığıyla, efsaneleriyle, geçmişiyle de güçlü bir yaşamdı bu. Suhodol, yazılı ve diğer anıtları bakımından Başkurt bozkırındaki herhangi bir köyden daha zengin değildir. Rusya’da bunların yerini efsane alır. Efsaneler ve şarkılarsa Slav ruhu için ağı demektir! Köle köylülükten gelme eski uşaklarımız, bu tembellik düşkünü hayalperestler, içlerini bizim evde değil de nerede dökebilirlerdi? Suhodol beylerinin tek temsilcisi olarak babamız kalmıştı. Bizim konuştuğumuz ilk dil Suhodol diliydi. Bizi duygulandıran ilk hikâyeler de ilk şarkılar da Suhodol’un, yani Natalya’nın ve babamın hikâyeleriyle şarkılarıydı. “Benim sadık ve nazlı hanımım” şarkısını hizmetçilerin öğrencisi olan babam kadar gamsız bir hüzünle, tatlı bir sitemle, zayıf iradeli bir açık yüreklilikle başka kim söyleyebilirdi? Natalya’nın anlattığı gibi kim hikâye anlatabilirdi? Ve Suhodol köylülerinden daha yakın kim vardı bize?

Kavgalar, dargınlıklar… Uzun süre yakın ilişkiler içinde bir arada yaşayan her aile gibi Hruşçovlar da ezelden beri kavgaları ve dargınlıklarıyla nam salmışlardı. Bizim çocukluğumuzda Suhodol’la Lunyovo arasında böyle bir dargınlık olmuştu da babam neredeyse on yıl doğduğu evin eşiğinden adımını atmamıştı. Bu yüzden de çocukluğumuzda Suhodol’u görmemiştik: Sadece bir kere uğramıştık, o da Zadonsk’a giderken. Ama bazen düşler herhangi bir gerçekten daha güçlüdür ve uzun bir yaz günü, engebeli tarlalar, genişliğiyle ve ötede beride ayakta kalmış, gövdelerinin içi boşalmış aksöğüt ağaçlarıyla bizi hayran bırakan ıssız anayol hayal meyal olsa da silinmez bir şekilde aklımızda kalmıştı; bu aksöğütlerden yolun kenarından buğday tarlasının içine doğru uzaklaşmış birinin üzerinde, ıssız yolun kıyısındaki tarlalarda kaderine terk edilmiş bir arı kovani aklımızda kalmıştı; yokuşun altındaki geniş dönemeç, kararmış, bacasız kulübelerin baktığı çok büyük, çıplak otlak, kulübelerin arkasındaki taşlı hendeklerin sarılığı, hendeklerin dibindeki çakıl taşlarının beyazlığı aklımızda kalmıştı… Bizi ilk dehşete düşüren olay da Suhodol’da olmuştu, dedemizin Gervaska tarafından öldürülmesi olayı. Bu cinayetin hikâyesini dinlerken bir yerlere doğru uzanan bu sarı hendekleri hayal ederdik, Gervaska, o korkunç işi yaptıktan ve “iz bırakmadan bir anda ortadan kaybolduktan” sonra bu hendeklerde koşuyormuş gibi gelirdi hep.

Suhodol köylüleri, Lunyovo’yu evdeki işlerle ilgili değil, daha çok toprak meseleleriyle ilgili ziyaret ederlerdi; ancak evimize kendi evleri gibi girerlerdi. Babamın önünde bellerine kadar eğilerek selam verirler, elini öperler, sonra kafalarını sallayarak saçlarını silkip babamı, Natalya’yı ve bizleri üçer kere dudağımızdan öperlerdi. Hediye olarak bal, yumurta, havlu getirirlerdi. Kırlarda büyümüş, kokulara duyarlı, en az şarkılar, efsaneler kadar kokulara karşı da açgözlü olan bizler, Suhodollularla öpüşürken aldığımız bu özel, hoş kenevir kokusunu sonsuza dek aklımıza yazmıştık;

getirdikleri hediyelerin de eski bir bozkır köyü koktuğunu aklımıza yazmıştık: Getirdikleri bal, çiçek açmış karabuğday ve meşeden yapılmış, tahtaları çürümüş bir kovan gibi kokar, havlular, kuru ot ambarı gibi, dedemin zamanının bacasız kulübeleri gibi kokardı… Suhodol köylüleri hiçbir şey anlatmazlardı. Ne anlatacaklardı ki! Efsaneleri bile yoktu. Mezarları isimsizdi. Yaşamları ise ne kadar birbirine benzer ne kadar yoksul ve hiçbir iz bırakmayacak yaşamlardı! Çünkü emeklerinin ve uğraşlarının tek ürünü ekmekti, hani şu yenilen gerçek ekmek. Çok uzun zaman önce suyu çekilmiş olan Kamenka Çayı’nın taşlı yatağına havuzlar kazarlardı. Ama bu havuzlara güven olmazdı, suları çekiliverirdi. Ev yaparlardı. Ama evleri uzun ömürlü olmazdı, en küçük bir kıvılcımla yanıp kül olurdu… Öyleyse hepimizi çıplak otlağa, kulübelere ve hendeklere, Suhodol’daki köhnemiş köşke çeken neydi?

 

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Arsenyev’in Yaşamı ~ İvan BuninArsenyev’in Yaşamı

    Arsenyev’in Yaşamı

    İvan Bunin

    Kimi ve neyi seversek sevelim bu aşkın içinde sevdiğini sonsuza kadar yitirme korkusunun verdiği bir acı vardır. Rus bozkırlarında kaygısız geçen çocukluk yılları, Arsenyev’in...

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Küçük Cadı Yeşil ~ Marie DesplechinKüçük Cadı Yeşil

    Küçük Cadı Yeşil

    Marie Desplechin

    Yeşil, on bir yaşında küçük bir öğrenci. Cadılık yetenekleri henüz tam olarak açığa çıkmamış bir cadı. Gelecekte bir gün annesi ve anneannesi gibi bir cadıya...

  2. Gelin ~ Julie GarwoodGelin

    Gelin

    Julie Garwood

    Kralın emrine karşı gelmek olanaksızdı ve İskoçya’nın en güçlü toprak sahibi Alec Kincaid,İngiliz bir gelinle evlenmek zorunda kalmıştı.Baron Jamios’un en güzel kızı Jaime, Alec’in...

  3. Wardstone Günlükleri – 07: Hayaletin Kâbusu ~ Joseph DelaneyWardstone Günlükleri – 07: Hayaletin Kâbusu

    Wardstone Günlükleri – 07: Hayaletin Kâbusu

    Joseph Delaney

    “Orada öylece dehşet içinde kalakaldım. Ustam ölmek üzereydi.” Eyaleti karanlık günler bekliyor. Ama hayalet için geceler daha karanlık. Hayatı boyunca Karanlık’a karşı durduğu halde...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur