Çağdaş Meksika edebiyatının en saygın yazarlarından Carlos Fuentes, öykülerinden oluşan Körlerin Şarkısı’nda, büyüsellik, gerçekçilik ve mizahı ustaca harmanlıyor. Meksika evlerinin kapalı kapılarını aralıyor ve içerideki ölümcül gizlerin, büyülü ayinlerin, dile getirilmemiş arzuların perdelerini aralıyor. Bu evlerde yaşayanlar hangi acımasız, tılsımlı düşlerin, yabansı isteklerin kıskacındadır? Gerçekdışı, gülünç ve korkunç öğelerin iç içe geçtiği, okuru derinden sarsan bir şarkı söylüyor Fuentes. Körlerin Şarkısı’nda, Fuentes’in, gerçeklikle düşlemin en ustalıklı bileşimlerinden biri sayılan, ünlü öyküsü “Aura” da yer alıyor. Fuentes’in Artemio Cruz’un Ölümü, Terra Nostra, Deri Değiştirmek, Koca Gringo gibi romanlarını tutkuyla okuyanlar, Müntekim Ökmen’in Türkçesiyle sunduğumuz Körlerin Şarkısı’nda yazarın öykü ustalığına tanık olacaklar.
İçindekiler
Sunuş (Octavio Paz)…………………………………………………. 11
Aura………………………………………………………………………. 17
İki Elena…………………………………………………………………. 57
Kraliçe Bebek ………………………………………………………….. 71
Ne Olursa Olsun……………………………………………………… 91
Eski Haklar……………………………………………………………. 109
Saf Bir Ruh …………………………………………………………… 129
Sunuş
Maske ve saydamlık
Carlos Fuentes’in ilk kitabı ince bir öykü kitabıdır: Los días enmascarados (Maskeli Günler, 1954). Eserin yönünü belirten ve Aztek yılının son beş gününe, nemontani’lere ulama yapan bir başlık: “Beş maskeli adam/maguey’in1 etli yaprakları” – şair Tablada’ya göre. Adsız beş gün, işlerin ertelendiği boş günler, bir yılın son günleri ile gelecek yılın başlangıcı arasındaki oynak köprü. Bu başlık, Fuentes’in kafasında, besbelli alaycı bir soruya yönelik: Maskelerin ardında ne var? İspanyol öncesi kurbanların kan bardağı, bir idam sabahının barut tadı, seksin kara deliği, korkunun kadife örümcekleri, bodrumlarda ve keneflerde kahkahalar. Bu değişik kitaptan sonra Fuentes, beş roman, ölüm kokan, kusursuz –türünün gereği olarak, geometrinin, dehşetin bekleme odası olduğu– bir kısa roman ve bir başka öykü kitabı yayımladı.2 İlk romanı olan La región más transparente gençlik öykülerine karşılık gibidir: Saydamlık, maskeye karşı çıkar. Bu kitap, Meksikalılar için, Meksiko’ya ilk çağdaş bakış olarak iki önemli açıklama getirmiştir: Onlara, kendilerinin olan ama tanımadıkları bir kentin yüzünü göstermiş, bir de genç bir yazarı tanıtmıştır; bu yazar artık sürekli olarak onları şaşırtacak, tedirgin edecek, kızdıracaktır. Romanın gizli teması, karmaşık bir kişi, Ixca Cienfuegos’tur; kendisi eyleme katılmaz ama eylemi belli bir biçimde hızlandırır ve kentin vicdanı gibi bir şey olur. Bu, Meksiko’nun öbür yarısıdır, gömülmüş ama ölmemiş olan Kristof Kolomb öncesi geçmişi. Bu, Meksiko’nun ve Ixca’nın maskesi olduğu kadar, Fuentes’in de maskesidir. Yazarın ve yeryüzünün maskesi olarak edebiyat. Tersine bu Ixca’nın bir eleştirel vicdan olmasına da engel değildir. Roman bu ikiliğin çevresinde dönenir; maske ile vicdan, sözcükler ile eleştiri, Ixca ile bugünkü Meksiko, Fuentes ile Ixca. Fuentes’in yapıtına yön veren bir eksen vardır; bu (Las buenas consciencias dışında, geleneksel gerçekçiliğe başarısız bir dönüştür o) sözlü üretim ve dil eleştirisidir. Bu romanların her biri bir hiyeroglife benzer; aynı zamanda bunlara can veren, gözle görülmez olan eylemdir; bu hiyeroglifi çözmek için inatçı ve tutkulu bir girişim. Her çizgiden bir başka çizgi türetir: Meksiko, kentten Ixca’ya doğru, ondan Artemio Cruz’a doğru (anti-Ixca, eylem adamı) ve bu hep böyle, romandan romana kişilikten kişiliğe sürüp gider. Fuentes bu çizgiyi, bu çizgi de onu sigaya çeker: Yazarlar da bir başka çizgidir. Yazmak, aralıksız sürüp giden bir sorudur ki, çizgiler tek çizgiye ulaşır: insan; ve çizginin çizgilere yaptığı da: dil. Romancının her seferinde yeniden başladığı sonu gelmez bir iş: Bir hiyeroglifi çözmek için çizgileri (sözcükleri) kullanır, bu çizgilerden de hemen bir başka hiyeroglif çıkar. Sözcüklerin yalanını eleştiri, başka sözcüklerin yardımıyla açığa vurur, bu başka sözcükler de daha ağızdan çıktıkları anda katılaşır, maskeye dönüşürler. En belirgin düzeyde, ikilik, ahlaki ya da siyasi eleştiri, bir destanlar çağına duyulan özlem olarak ortaya çıkar. Çağdaş Meksika toplumunun tasviri, devrimimizin yaratmış olduğu evrenin acı –ve haklı– bir eleştirisidir; ama bu eleştirinin acılığı hemen bir başka gerçeği, silahlı kavganın alevlerle kaplı yıllarını çağrıştırır. Eleştiri bir efsaneye dönüşür, efsane de her zaman eleştiriye açıktır. Devrimcinin toplumsal çizgisi ve bunu izleyen ahlak düşkünlüğü, Balzac’tan beri çağdaş romanın sürekli temasıdır. Artemio Cruz’un Ölümü, yozlaşmış devrimcinin öyküsüdür. Düşüş, efsaneye dönüşür. Fuentes, tutucu burjuvazinin devrimci kaynaklarından yeni bir örnekleme yapmaya soyunmuş değildir; o daha çok, daha önce, İspanyol sömürgeciler öncesi çağdan kalma Ixca’larda olduğu gibi, kendi yaratmış olduğu kişiliğin büyüsüne kapılmıştır. Cruz’u açmak, çözmek, onu kurtarmak ister. Ölümcül sıkıntısı, onu açmak, sökmektir. Ölümün eşiğinde geçmişi yeniden yaşar: Sevdalıdır, devrimcidir, politika meraklısıdır, işadamıdır… Çocuk ve genç, ölümünü bekler; çünkü ölümün onlara gerçekliğin öte yanını göstereceğini sanırlar; son nefesindeki ihtiyar, geçmişinde, o biricik ayrıntıyı, ölüme gözünü kırpmadan bakmasını sağlayacak olan o bozulmamış bir anlık zaman parçasını arar. Birbirini izleyeni değil, birlikte var olan karşıtlıkları. Fuentes önceyi ve sonrayı ortadan kaldırır; tarihi, yatay bir oluşum çizgisi olarak almaz: Birbiri ardından gelen değil, Artemio Cruz’un kendi varlığını sorguya çektiği anda rastlaşan ve birbirine eklenen her zaman parçası ve her yer. Cruz, açıklanmadan ölür. Daha kesin bir deyişle: Ölümü bizi bir başka hiyeroglifin karşısına koyar, olup biten her şeyin ve inkârının toplamıdır bu yenisi. Yeniden başlamak gerekir. Dünya, bir adı gerektirecek bir nicelik olarak değil, çözülmesi gereken bir söz olarak ortaya çıkar. Fuentes’in baş sözü şu olabilir: “Bana nasıl konuştuğunu söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim.” Bireyler, sosyal sınıflar, tarihsel dönemler, yerler, kentler, çöller – hepsi de sözlü anlatımdır: İspanyol-Meksika dilini ve öbür dilleri oluşturan dillerin bütünü. Alabildiğine zengin bir söz malzemesi, sevinçli, acılı bir dil, José Lezama Lima’nın barok Paradiso’sunu1 düşündüren bir dil; eğer “barok” etiketi bu iki çağdaş yazara uygun düşerse. Ama Kübalı büyük şairin söz dizilerinde en önemli olan şey, dizelerinin sağlamlığıdır; onun sözlü dünyası bir sarkıtın dünyasıdır; buna karşılık Fuentes’in gerçekliği sürekli bir patlama içinde devinir. Birisi bir birikim, taşlaşma, muazzam bir sözsel jeoloji; öbürü kökünden söküp atmak, dillerin göçü, toplanması ve saçılması. Toprak ve rüzgâr. Fuentes’in gezginliği bizim köksüzlerin en saydamı ve köktencisi (Çelişki ama ne yapalım!) olan Cortázar’ınkine benzer: Buenos Aires lehçesiyle yazdığı zaman bile, yazarla yazdığı şey arasındaki mesafeden ileri gelen o ince alay. Cortázar’ın İspanyol-Amerikan gezginliği, bir soyutlama ve arındırmanın en uç sonucudur: Bir kristalleştirme; Fuentes’inkiyse İspanyolcanın içinde ve dışındaki çeşitli dillerin yan yana konulması, bir araya getirilmesidir. Bu Cortázar dili karşılıklı oynanan öyle bir oyundur ki, okuru her seferinde daha ince, daha keskin bir ip üzerinde yürümek zorunda bırakır, ta ki onu bir boşluğun kenarına getirinceye kadar. Sözle anlatımı bırakmak, suskunluğun kucağına atılmak. Fuentes’te sözcüğün metafiziği yoktur; onda olan sözsel erotizm, şiddet ve şehvet, çarpma ve patlamadır. İmbik ve füze. Fuentes’in dünyasında gövdenin temel bir işlevi vardır. Soğuk, sıcak, insanın sabrını tüketen cinsel istek, yorgunluk, hemen bastırılmayı bekleyen doğrudan ve aceleci duygular ve en ince, en karmaşık olanlar: istek ve hayal, coşku ve yanılsama alaşımları, yanlışları, sezgileri… Cinsel duygu ve onun azgın yoldaşı imgelem en başta gelir. Fuentes için kadın ve erkek yalnızca arzunun iki basit izdüşümü değil, suç ortağı ve düşmanlarıdır. Hayalet, gövdeden daha az gerçek değildir, hayalet canlanır; ona dokunuruz, o da bize dokunur – bizi yırtar. Gövde gerçektir ve bize verdiği açımlama, hayvansal ya da tanrısal, insanlık dışıdır: Bizi bizden koparır, bir başka, daha bütün bir hayatın ya da ölümün kucağına atar. Gövdeler, duyarlı hiyerogliflerdir. Her gövde bir erotik eğretilemedir ve bütün eğretilemelerin anlamı hep aynıdır: ölüm. Fuentes aşk için ölüme bakar; ölüm için, eskiden kutsal ya da şiirsel dediğimiz, bugün ise adı olmayan alana bakar. Çağdaş dünya, gerçekliğin öbür yanını belirleyecek olan sözcükleri bulmuş değildir. Fuentes’in sevdalı, deli ve kocamış bir zorba kocakarının, dişleri dökülmüş ve buruşuk suratı için duyduğu tutku, anlaşılmaz bir şey değildir. Bu, Çin öykülerinin vampiri, büyücüsü, kıdemli ak yılanıdır: karanlık tutkuların kölesi kocakarı, bir hortlak. Erotizm, dehşetten ayrılamaz ve Fuentes dehşette kendini aşar: erotik ve grotesk. Romanlarının çok yerinde ve hemen bütün öykülerinde bir tür yırtıcı sevinç oluşur. Bu ya kutsaldır ya da şiddeti daha az olmayan başka bir şey: küfür. Üç kalıtımın –İngiliz, İspanyol ve Meksika dilleri– birbiri üzerine bindiği ince bir mizah, zihinsel değil bedensel, cinsel, tensel bir nükte. Alayın, saçmanın, hicvin ötesinde, abartılarıyla sanki yücelen, ancak “kanlı” nitelemesiyle açıklanabilecek bir mizah. Times Meydanı’ndaki bir Aztek sungusu kadar tensel, bedensel, dinsel ve ayıp. Eğer zulüm, sevecenliğin zıddıysa Fuentes ne sevecen ne zalimdir: Tutkucu ve hayalcidir. Kimi Avrupalı eleştirmenler –nasıl diyorlar– XIX. yüzyılın sonunda bir Rus edebiyatı ve XX. yüzyılın ilk yarısında bir Kuzey Amerika edebiyatı doğduysa XX. yüzyılın ikinci yarısı da bir Latin Amerika (her iki koldan birden: Brezilya ve Hispanik) edebiyatının doğuşuna tanık olacaktır. Ben bu tür kehanetlere pek kulak asmam; ayrıca bu üç edebiyatın ancak Avrupa edebiyatı çerçevesi içinde ele alınmaları gerektiğini düşünürüm. Öbür yandan çağdaş edebiyat, evrenselliğe yöneliktir. Hoşumuza gitsin gitmesin şu bir gerçektir: Uluslar ya da çeşitli uygarlıklar arasındaki eski tarihsel karşıtlıklar yavaş yavaş kaybolmaktadır. Yeni karşıtlıklar başka yerdedir ve evrensel boyutlar içerisinde belirmektedir: Endüstri toplumu ile “Üçüncü Dünya” arasındaki çatışma gibi, birincisinin bağrındaki kuşaklar kavgası gibi. Onun için Latin Amerika edebiyatı ileride şöyle ya da böyle olacak gibisinden kehanetlere aldırış etmiyorum. Ben kimi Latin Amerikalı şair ve romancılarının yapıtlarına bakıyorum: Bunlar birer umut değil birer varlıktır. Fuentes’in yapıtları da bunların arasındadır. Yeteneğinin en yüksek noktasına varmıştır. Ve şimdilik son sözünü söylemiş değildir. Ve inanıyorum ki maske, olağanüstü bir saydamlığa dönüşecektir – madenî değil sıvı bir saydamlık. OCTAVIO PAZ
AURA
Manolo ve Tere Barbachano’ya
Erkek ava çıkar ve dövüşür. Kadın şeytanlık
düşünür ve hayal kurar; fantezinin tanrılarının anasıdır. Altıncı duyuya sahiptir ve kanatları vardır, arzunun ve hayalin sonsuzluğuna
uçmak için… Tanrılar, erkekler gibidirler: Bir
kadının göğsünde doğar ve ölürler.
JULES MICHELET
I
Duyuruyu okuyorsun; böyle bir iş önerisiyle her zaman karşılaşılmaz. Bir daha, bir daha okuyorsun. Başka kimselere değil, yalnızca senin için yazılmış sanki. Dalgınlıkla puronun külü çay fincanına düşüyor; ucuz ve pasaklı bir kahvede oturmuş çay içiyordun. Bir daha oku hele: Genç bir tarihçi aranıyor; dürüst, düzenli… Konuşulan Fransızcayı kusursuz bilen. Bir süre sekreterlik yapabilecek. Genç olacak, Fransızcayı bilecek, bir süre Fransa’da yaşamış olursa daha iyi. Ayda üç bin peso, yeme içme onlardan; rahat bir de oda, güneş gören, çalışmaya elverişli. Altında bir kendi adın eksik. Sanki göze çarpar kara harflerle, Felipe Montero’yu arıyoruz, demeleri eksik. Felipe Montero, Sorbonne’un eski burslu öğrencisi, kafasına ipe sapa gelmez bir sürü şey doldurulmuş, sararmış belgeleri didiklemeye alışmış tarihçi, ayda dokuz yüz pesoya talim eden yardımcı öğretmen. Ama bu duyuruda gerçekten böyle yazıyorsa insanın içine kurt düşebilir, birisi şaka etmiş olmasın sakın. Adres: Donceles Sokağı, 815. Kendin gideceksin, telefon yok. Masaya hesabı ve bahşişi bırakıp kalktın, çantanı kaptın. Bir başkası, senin gibi, seninle aynı durumda bir başka genç tarihçi bu duyuruyu çoktan okumuş, senden önce davranıp işi kapıvermiştir belki, öyle sanıyorsun. Köşe başına doğru yürürken bu düşünceyi kafandan atmaya çalışıyorsun. Otobüs beklerken bir sigara yakıyorsun, tarihleri yineliyorsun, sessizce, kafanın içinden; uykulu öğrencilerin sana saygı göstermeleri için bilmen gerekli olan tarihleri. Kendini hazırlamak zorundasın. Otobüs geliyor işte, sen kara ayakkabılarının uçlarına dikkatle bakıyorsun. Hazırlanmak zorundasın. Elini cebine atıp bozuk paraları karıştırıyor, içinden otuz centavo ayırıyor, avcunda sıkıyorsun. Şimdi çevik davranıp hiçbir zaman tam olarak durmayan otobüsün demir borusuna sıkıca yapışıp sıçramak, kendini otobüsün içine atmak, dirseklerinle yol açmak, otuz centavoyu ödemek, ataktaki yolcular arasında güçbela bir yer bulup sıkışmak, sağ elinle tutunacak bir yer bulmak, çantanı sıkı sıkı kavramak, sol elini de kimseye çaktırmadan, kâğıt paralarını koyduğun arka cebinin üzerine bastırmak zorundasın. Bugünü, diğerlerinden farksız olan bugünü de yaşayacak ve yarın sabah, kahvaltı etmek için aynı kahvede aynı masaya oturup gazeteni açıncaya kadar onu hatırlamayacaksın. Duyuru sayfasında bir kez daha aynı yazı gözüne çarpacak: genç tarihçi. Dün, giden olmamış demek. Duyuruyu okuyacaksın. Son satırda duracaksın: dört bin peso. Donceles Sokağı’nda birilerinin oturmakta olduğu düşüncesi seni şaşırtacak. Kentin eski merkezindeki bu sokakta kimsenin oturmadığını sanırdın. Ağır ağır yürüyor, saatçi, kunduracı, buzdolapçı gibi onarım atölyelerine dönüştürülmüş olan bu eski sömürgeci konakları arasında 815 numarayı arıyorsun. Kapı numaraları daha yeni elden geçirilmiş, üst üste çakılmış, karışmış. 13 numara 200 numaraya komşu gelmiş, eski azulejo1 numaranın –47– üzerinde tebeşirle yazılmış yeni bir numara okunuyor: Şimdi 924. Gözlerini ikinci kata kaldırıyorsun: Bir değişiklik yok. Kulak tırmalayan müzik yok, floresan lambaları yanmıyor, yapıların bu ikinci yüzünü bozan hiçbir şey yok. Volkan taşlarından bir yapı, omuzlarına konmuş güvercinlerle kolu bacağı kopuk aziz heykelleri, Meksika baroku stilinde işlenmiş taşlar, kafesli balkonlar, bakır oluklar, olukların ucunda taştan hayvan başları. Yeşile dönüşmüş ağır perdelerle kararmış pencereler: Bu, senin baktığın ve bakışını fark eden birisinin içeriye çekilmiş olduğu pencereden tuhaf bir sarmaşığın indiği, boyaları pul pul kapının üzerinde, işte 815, eski numara: 69. Boşuna vuruyorsun kapı tokmağını, bu aşınmış, kabartmaları silinmiş bakır köpek başını: Doğa Bilimleri Müzesi’ndeki köpek dölütüne benzeyen bir köpek başı. Köpek sana gülümsüyor sanki ve seni üşüten bu soğuk şeyden elini çekiyorsun. Parmaklarınla dokunuverince kapı açılıyor ve içeri girmeden önce son bir kez daha bakıyorsun geriye, omzunun üzerinden; gürüldeyen, korna çalan ve telaşlarının sağlıksız dumanlarını kusan, trafikte sıkışmış sıra sıra arabalara ve kamyonlara kaşlarını çatı
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Öykü
- Kitap AdıKörlerin Şarkısı
- Sayfa Sayısı152
- YazarCarlos Fuentes
- ISBN9789750708459
- Boyutlar, Kapak12.5 x 19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2014
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Kaça Bölersin? ~ Güzin Öztürk
Kaça Bölersin?
Güzin Öztürk
Bir portakal en fazla kaça bölünebilir? Güzin Öztürk’ün kaleme aldığı Kaça Bölersin?, dolapta kaderine terk edilmiş son portakalı yemek için birbirleriyle yarışan çekirdek bir ailenin deli dolu...
- Doğum Lekesi ~ Nathaniel Hawthorne
Doğum Lekesi
Nathaniel Hawthorne
Derin ve rahatsız edici psikolojik temalarıyla ünlü, karanlık romantizmin ustalarından Nathaniel Hawthorne’un farklı yıllarda yayımlanmış en tekinsiz öykülerinden “Genç Beyefendi Brown”, “Dr. Heidegger’in Deneyi”,...
- Sihirli Çakı ~ Aydın Karasüleymanoğlu
Sihirli Çakı
Aydın Karasüleymanoğlu
— Bu çakıyı babam bana armağan etti. Bunu iyi sakla ve beni özlediğin zaman yüzüne sür. Böylece benim tarafımdan okşandığını anlayacaksın… Rasim, babasının bu...