Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Beethoven – Müziğin Dönüm Noktası
Beethoven – Müziğin Dönüm Noktası

Beethoven – Müziğin Dönüm Noktası

Ahmet Büke

O bir sanatçıydı ve sahip olduğu her şeye sanatıyla ulaştı. Hayatın dikenleri onu yaraladığı halde, nasıl batan bir gemiden kıyıya sığınırsa insan, o da…

O bir sanatçıydı ve sahip olduğu her şeye sanatıyla ulaştı. Hayatın dikenleri onu yaraladığı halde, nasıl batan bir gemiden kıyıya sığınırsa insan, o da sanatın olağanüstü kollarına sığındı. Acının merhemini, doğruluk ve güzellik emsali sanatta buldu. Sanata sımsıkı tutunmaya devam etti ve kapılar üzerine kapandığında, ilham aradan sızarak onunla konuştu.

Daha önce yayımladığımız Mozart ve Chopin biyografileri büyük ilgi gören Aydın Büke, yine olağanüstü bir çalışmayla okur karşısında. Beethoven, Müziğin Dönüm Noktası, ünlü besteciyi bir romancı titizliğiyle anlatıyor. Kitapta yalnızca Beethoven’ın değil, ailesinin, dönemin ünlü siyaset adamlarının, prenseslerinin portreleri de ustalıkla çiziliyor. Dünyayı yerinden oynatmış, müziğin akışını değiştirmiş dâhinin yaşamını, Aydın Büke’nin kılı kırk yaran kaleminden okuyacaksınız.

İçindekiler

Önsöz …………………………………………………………………………. 13
Müzik tarihini belirleyen bir öngörü …………………………………. 15
Bonn’da geçen yıllar, 1770-1792 ………………………………………. 17
Viyana’da ilk yıllar, 1792-1800…………………………………………. 71
Gökyüzünü karabulutlar kaplıyor, 1801-1802…………………… 128
Eroica, Fidelio, Napoléon, 1803-1805 ………………………………. 150
Napoléon savaşlarının gölgesinde yükselen ün, 1806-1810….. 183
Ölümsüz sevgili ve Goethe, 1811-1812 …………………………… 224
Avrupa’da barış umuduna doğru, 1813-1815 ……………………. 256
Baba olma hayali, yeni müzik dili, 1816-1820…………………… 279
Ölümsüzlüğe doğru, 1821-1827 …………………………………….. 298
Beethoven ve çağı ………………………………………………………… 355
Kaynakça…………………………………………………………………….. 365
Dizin………………………………………………………………………….. 369

Önsöz

Onu takip edenler buradan devam edemezler, yeni baştan başlamaları gerekir; çünkü o, sanatı son noktasına getirdi.

Franz Grillparzer’in, Beethoven toprağa verilirken söylediği bu sözler, XIX. yüzyılda müzisyenlerin işinin hiç kolay olmayacağını anlatır gibiydi. Aslında daha yaşarken pek çok sanatçının gözünde çoktan ölümsüzleşmişti Beethoven. Müziğin XVIII. yüzyıldaki serüveni onunla noktalanmış, Napoléon sonrası şekillenen yeni Avrupa’da nasıl bir yol izleyeceği onun yapıtlarıyla belirlenmişti. Haydn ve Mozart’tan öğrendiklerini büyük bir hızla özümsemiş, kendi müzik dilini benzersiz bir ustalıkla oluşturmuştu. Onu izleyenler, kuşkusuz yeni baştan başlamayıp onun bıraktığı yerden devam edeceklerdi ama bu gerçekten çok güç bir işti. Yaşamının son yıllarında yazdıkları, çağdaşlarının müzik dilinden tümüyle farklı bir dünyaya aitti ve o dünyaya ulaşmak kolay değildi. Beethoven’ın ölümünden altı yıl sonra dünyaya gelen, yirmi yaşında piyano için bestelediği yapıtlarla herkesin dikkatini çekmeyi başaran Johannes Brahms, ilk senfonisini tamamlayabilmek için kırk üç yaşına kadar bekleyecek, bu gecikme konusunda kendisine soru yönelten bir dostuna şu yanıtı verecekti: “Hiçbir zaman bir senfoni besteleyemeyeceğim. Arkanda bir devin ayak seslerini duymanın nasıl bir duygu olduğundan haberin yok.” Beethoven’ın ardından gelen bestecilerin tümü, onun ayak seslerini duymuş ama yalnızca ondan korkmamayı, onun müzik dilini çözebilmeyi başaranların isimleri, onunla birlikte anılmaya hak kazanmıştı.

Bugüne dek yazdığım besteci yaşamöykülerinde, 1700’lerin başından, 1800’lerin sonuna dek geçen süreyi ayrıntılı olarak incelemiştim. Chopin’in, Schumann’ın ve Brahms’ın yaşamöykülerini kaleme alırken, Beethoven’ın dünyasını da ayrıntılı olarak incelemiş ancak tümüyle onun yaşamına eğilmemiştim. Bu çalışmayla kendi bilgi dağarımın da, daha bütüncül bir yapıya kavuştuğunu söyleyebilirim. Önceki kitaplarımda olduğu gibi, Beethoven’ın yaşamöyküsünü kaleme alırken, bugüne dek yazılmış en önemli kaynakların ışığında, onun dünyasını ve içinde yaşadığı toplum yapısını da göz önünde bulundurmaya özen gösterdim. Avrupa’nın en çalkantılı dönemlerinden birinde yaşadığı için, bu ayrıntıların göz ardı edildiği bir çalışma bir yönüyle eksik kalacaktı.

Kitabın hazırlanması sürecinde, çeşitli konularda bana yardım eden sevgili dostlarım Alp Altıner, Eren Cendey ve Mesut Çınar’a teşekkür ederim. Yaklaşık iki yılımı alan bu çalışmanın tamamlanabilmesini, her zaman olduğu gibi eşim Asu’ya borçluyum. İngilizce metinlerin çevirisini yaptığı, bana destek olduğu ve yaşamımı aydınlattığı için ona ne kadar teşekkür etsem azdır.

Müzik tarihini belirleyen bir öngörü

1792 yılının sonbahar aylarıydı. Bir süre önce Fransa’da baş gösteren karmaşa giderek Avrupa’nın farklı bölgelerine sıçramaya başlamış, devrimin izleri her yerde kendini hissettirir olmuştu. Nisan ayında başlayan Fransa-Avusturya savaşı her geçen gün kıtanın içlerine doğru yayılıyor, Fransız askerleri Alman topraklarında hızla ilerliyordu. Avrupa’nın tam bir karmaşaya sürüklendiği o günlerde, her an Fransız işgalinin beklendiği Bonn’da, yirmi iki yaşındaki bir delikanlı heyecanla yolculuk hazırlıkları yapıyordu. Amacı Viyana’ya gitmek ve bir süredir doğduğu kentte sürdürdüğü müzik eğitimine orada, ünlü besteci Joseph Haydn’ın yanında devam etmekti. Kentin ileri gelenleri ve öğretmeni Christian Gottlob Neefe, delikanlının bu yolculuğu gerçekleştirmesi için yıllardır her türlü yardımı yapıyordu. Temmuz ayında Londra gezisinden dönerken Bonn’a uğrayan Haydn’ı delikanlıyla tanıştırmışlar ve onun yapıtlarını usta besteciye göstermişlerdi. Gördüklerinden çok etkilenen Haydn, onu öğrencisi olarak kabul edebileceğini bildirmiş, bu gelişme üzerine yolculuk hazırlıklarına hız verilmişti. Delikanlı, yıllar önce Mozart’la tanışmak için gittiği Viyana’ya bu kez Haydn’ın öğrencisi olmak için gidecekti.

Bonn’da bir süredir düzenli bir işte çalışmakta olan delikanlı, aynı zamanda ailesinin bakımını da üstlendiği için yolculuk öncesi bu detayların da gözden geçirilmesi gerekiyordu. Başta Kont Ferdinand Waldstein olmak üzere onu destekleyenler her sorunun çaresini bulmuş, 1792 Kasım’ının başında genç adamı Viyana’ya yolcu etmişlerdi. Bu yolculuk öncesi delikanlının günlüğüne iyi dileklerini yazanların sayısı hayli kabarıktı. Onu her zaman destekleyen Breuning ailesinin en büyük kızı Eleonore von Breuning, “Dostluk, iyi olan her şeyle birlikte, yaşam güneşi batıncaya kadar akşamın alacakaranlığı gibi büyür,”1 yazarak aralarındaki bağlılığın sürekli olacağına inandığını vurgulamak istemişti. Ancak Kont Waldstein’ın iyi dilekleri adeta müzik tarihinin gideceği yönü belirten bir öngörü gibiydi: “Sevgili Beethoven! Uzun zamandır ertelenen dileğinizi yerine getirebilmek için Viyana’ya gidiyorsunuz. Mozart’ın dehası hâlâ onun ölümünün yasını tutuyor. Şimdilik, bitip tükenmeyen bir gayretle çalışan Haydn’a bir süreliğine sığınmış gibi görünüyor ancak henüz tam bir uğraşı olduğu söylenemez. Haydn aracılığıyla yeniden bir bedende vücut bulmak istiyor. Yılmak bilmez bir çalışmayla Mozart’ın ruhunu, Haydn’ın ellerinden alın.”

Gerçekten de Kont Waldstein’ın kaleminden dökülenler çok geçmeden gerçekleşecek, müzik tarihi “Haydn – Mozart – Beethoven” çizgisinde gelişecek ve o günlerin genç delikanlısı, Viyana’da geçireceği yaşamının sonunda XIX. yüzyıl bestecileri için bir anlamda tanrısallaşacaktı. Avrupa tarihinin yeniden şekillendiği bir süreçte Ludwig van Beethoven yapıtlarıyla müzik dünyasını derinden sarsacak, adeta ona yön verecekti.

Aslında 1770 yılının sonlarında yaşamına başladığında Avrupa oldukça sakin bir süreçten geçiyordu. Sonradan yaşanacaklar göz önüne alındığında bunu fırtına öncesi sessizliğe benzetmek yerinde olacaktı.

Bonn’da geçen yıllar, 1770-1792

XVIII. yüzyılın son çeyreğine yaklaşıldığı 1770’te Avrupa siyasetine yön veren dört temel güç vardı: Kutsal RomaGermen İmparatorluğu’nun itici gücü Avusturya ya da başka bir deyişle Habsburg Hanedanı, Fransa ya da yönetimdeki Bourbon Hanedanı, İngiltere ve Rusya. Yüzyılın ortalarına dek süren İspanya ve Avusturya Veraset savaşları bu dört gücün farklı ortaklıklarına sahne olmuş, deyim yerindeyse oyun kartları sık sık karıştırılıp baştan dağıtılmış, yeni ittifaklar ve düşmanlıklar birbirini kovalamıştı. Kutsal RomaGermen İmparatorluğu olarak adlandırılan, kıta Avrupa’sının neredeyse Fransa dışındaki tüm topraklarını kapsayan dev yapı yüzlerce yıldır Viyana’dan yönetiliyor, özellikle Almanca konuşulan ülkelerdeki irili ufaklı kent devleti ve prenslik kâğıt üzerinde imparatora bağlı olmakla birlikte siyasi yönden bir güç oluşturmuyordu; zaten böyle bir niyetleri de yoktu. Bu küçük devletleri yöneten prensler için sembolik ordularına kumanda etmek, bu gücü savaş zamanı imparatorun emrine vermek ve topraklarında Versailles Sarayı’nın küçük bir kopyasını inşa ettirmek en önemli uğraştı. Ancak yüzyılın ortalarına gelindiğinde Prusya farklı bir rol izlemeyi seçmişti. Özellikle II. Friedrich 1740’ta tahta çıkmasının ardından büyük devlet olma hayalini gündemde tutmaya başlamış, imparatorluğun gevşek ve tehlike ânında zor bir araya gelebilen ordularına karşı, kendi askerî gücünün dinamik yapısına daha fazla güvenir olmuştu. Yedi Yıl Savaşı (1756-1763) olarak adlandırılan çatışmalar Prusya’nın bu isteği yüzünden patlak vermiş ve Avrupa’daki siyasetçiler bir kez daha cephede zorlu savaşlar, masa başında çetin pazarlıklarla uğraşmak zorunda kalmışlardı.

1770’lere yaklaşılıp Avrupa’da yeniden geçici bir barış havası esmeye başladığında, Viyana ve Paris’te devleti yönetenler, yani Maria Theresia’nın ve XV. Louis’nin danışmanları, süregelmekte olan siyasi karmaşanın Habsburg ve Bourbon hanedanlarına hiçbir fayda sağlamadığını, bu durumdan İngiltere, Prusya ve Rusya’nın kârlı çıktığını görerek Avrupa’nın iki soylu ailesini kan yoluyla birleştirmenin yollarını aramaya başladılar. Önerdikleri çözüm iki hanedanın evlilik yoluyla akraba yapılması, dolayısıyla Fransa ve imparatorluk güçlerinin aynı safta yer almasının sağlanmasıydı. Bu evliliğe en uygun çift olarak Maria Theresia’nın kızı Marie Antoinette ile Fransa tahtına XVI. Louis adıyla çıkacak olan, Fransa Kralı XV. Louis’nin torunu Louis Auguste seçilmişti. Aslında Viyana ve Paris’teki diplomatlar, giyotine gönderecekleri kral ve kraliçeyi seçtiklerinin farkında olmadan Maria Theresia ve XV. Louis’nin olurunu alıp, bu “mutlu evliliğin” hazırlıklarına başlamışlardı. Ünlü yazar Stefan Zweig, Marie Antoinette adlı yaşamöyküsünde bu dönemi büyük bir ustalıkla anlatmış, evlilik yoluyla barış sağlama çabalarının Avrupa tarihindeki geçmişine de değinmiştir:

[…] 1769’da nihayet XV. Louis’nin Maria Theresia’ya yazdığı, kralın genç prensesi, ileride XVI. Louis adıyla kral olacak torununa resmen istediği ve evlenme tarihi olarak gelecek yılın Paskalya’sını önerdiği, ne zamandır beklenen o mektup gönderilir. Maria Theresia mutluluk içinde olurunu verir; endişeler içinde geçen onca yıldan sonra, trajik bir yılgınlık içinde bulunan imparatoriçe, bir kere daha talihin yüzüne güldüğünü görmektedir. İmparatorlukta barış, bununla birlikte de Avrupa’da barış, gözüne şimdi sağlanmış görünmektedir; kuryeler gönderilip bütün saraylara Habsburg ve Bourbon’un düşmanlığı bırakıp kan bağıyla bağlı müttefikler haline geldiği resmen ilan edilir: “Bella gerant alii, tu, felix Austria, nube” (Başkaları savaşabilir, sen mutlu Avusturya, evlen). Habsburg Hanedanı’nın eskilerden kalma şiarı,1 bir kere daha geçerliliğini kanıtlamıştır.

16 Mayıs 1770 günü görkemli bir törenle Paris’te evlenen genç çift, ne yazık ki Fransa’nın ve Avrupa’nın siyasi geleceğini olumlu yönde değiştirememişti. Ancak bu düğünden yedi ay sonra, aralık ayında Köln Elektörlüğü’nün3 başkenti Bonn’da dünyaya gelen bir bebek, otuzlu yaşlarına ulaştığında müzik tarihinin gidişini kökünden değiştirecekti.

* * *

17 Aralık 1770 günü vaftiz edilen Ludwig van Beethoven’ın doğum günü kesin olarak bilinmiyor. Ancak dönemin alışkanlıklarından yola çıkarak pek çok kaynak doğumun bu tarihten bir gün önce gerçekleşmiş olabileceğini ve bestecinin 16 Aralık’ta dünyaya geldiğini varsayıyor. Ailenin kökleri günümüzde Belçika toprakları içinde yer alan Mechelen4 kentine dek uzanıyordu. Bu kentte bir fırıncının oğlu olarak 1712’de dünyaya gelen Ludwig van Beethoven,5 yıllar sonra aynı adı taşıyacak torunu sayesinde müzik tarihinde kendine yer edinecekti. Dede ve torunun bir başka ortak özelliği, her ikisinin de yaşamlarını sade bir müzisyen olarak kazanmaya başlayıp sonraki yıllarda başarı basamaklarını hızla tırmanmalarıydı. Dede Ludwig van Beethoven, beş yaşında kilise korosunda şarkı söylemeye başlamış, on beş yaşına dek doğduğu kentte sürdürdüğü müzik eğitimine bu tarihten sonra komşu kentlerde devam etmişti. Kilise korolarında tenor olarak çalışmış, 1732’de Liège’deki Sankt Lambertus Katedrali’nin korosuna katılmıştı. Yaklaşık bir yıl sonra kenti ziyaret eden Köln elektörünün dikkatini çekmiş ve onun davetiyle meslek yaşamına Bonn’da devam etmeye başlamıştı.

Elektör Clemens August, imparatorluk içindeki diğer prensler gibi siyasi çatışmalardan olabildiğince uzak durmaya, Viyana’daki yönetimle ters düşmemeye gayret ediyordu. Prensliğinin başkenti Bonn’u sanatsal yönden zenginleştirmeye özen gösteriyor, özellikle İtalyan ve Fransız sanatçılara kucak açıyordu. Mannheim’da Elektör Karl Theodor’un yaşama geçirdiği ve kısa zamanda Avrupa aristokratları arasında, ulaştığı sanatsal düzey nedeniyle adından çok söz edilmeye başlanan Mannheim Orkestrası ona ilham vermişti. Benzer bir topluluğu kendi topraklarında oluşturma çabası içine girmiş, bu amaçla çalgısal müziğin yanı sıra sahne yapıtlarının oynanmasını da teşvik etmişti.

Dede Ludwig van Beethoven, Bonn’daki bu hareketli sanat yaşamı içinde kendine yer bulmakta gecikmedi. Artık iş güç sahibi biri olduğu için, kente geldikten kısa bir süre sonra, 17 Kasım 1733 günü Josepha Poll’le evlenmiş, müzisyenliğinin yanı sıra şarap ticaretiyle de uğraşmaya başlamıştı. Pek çok kaynakta bu uğraş, karısının yıllar sonra alkolik olmasının ve yaşamını bir akıl hastası olarak manastırda noktalamasının başlıca nedenlerinden biri olarak gösterilmektedir.

Dede Beethoven sanatsal yönden kısa zamanda önemli bir gelişme göstermiş ve saraydaki en kıdemli müzisyenlerden biri konumuna gelmişti. Bu nedenle, 1760’ta saraya yeni bir müzik yöneticisinin seçilmesi gündeme geldiğinde kendini bu göreve layık görmeye başlamıştı. Her ne kadar, o dönemin alışkanlıkları uyarınca müzik yöneticisi olabilmek için bestecilik yönünden belirli bir düzeyde olmak gerekse de, dede Beethoven bu görevin kendine verileceğini umuyordu. Ancak olaylar istediği gibi gelişmemiş ve iş onun yerine Fransız Joseph Touchemoulin’e verilmişti. Devrin en tanınmış kemancılarından İtalyan Giuseppe Tartini’nin yanında eğitimini tamamlayan ve Paris’te uzun yıllar besteci olarak çalışan Touchemoulin, müzik yöneticiliği için dede Beethoven’dan çok daha uygundu.

1761 yılında yaşama veda eden Elektör Clemens August’ un yerine Maximilian Friedrich seçilmişti. O yıllarda devam etmekte olan Yedi Yıl Savaşı’nın getirdiği mali sıkıntıları aşabilmek için saray harcamalarında bazı kısıtlamalara gitmeyi düşünen yeni elektör, öncelikle çok yüksek ücret alan müzik yöneticisine ödediği meblağı kısmayı önermiş, Fransız sanatçı Touchemoulin bu isteği kabul etmeyince yerine dede Beethoven’ı aynı göreve getirmişti. Böylece 1761’den 1774’teki ölümüne dek Ludwig van Beethoven, Bonn Sarayı müzik yöneticisi olarak görev yapmış ve kentin en önemli simaları arasında kabul edilmişti.

Dede Beethoven’ın üç çocuğu olmuş ancak bunlardan yalnızca Johann van Beethoven3 hayatta kalmayı başarabilmişti. Doğum tarihi kesin olarak saptanamayan Johann van Beethoven küçük yaşlarda babasından müzik dersleri almış, okulda önemli bir başarı elde edemeyince, biraz da zorunlu olarak babasının mesleğini seçmek zorunda kalmıştı. Tıpkı babası gibi saraydaki koroya katılmış, ayrıca varlıklı ailelerin çocuklarına müzik dersleri vermeye başlamıştı. Her zaman çevresi tarafından, başarılı müzik yöneticisinin bir türlü tam anlamıyla kendi ayakları üzerinde durmayı başaramamış oğlu olarak algılanıyordu. Bunda biraz da babasının onun hakkındaki düşüncelerinin payı vardı. Oğlunu, uzun süre bir yerde oturamaması ve dolaşmayı çok sevmesi nedeniyle etraftakilere, “Kaçak Johann”1 olarak tanıtmaktan hoşlanan dede Beethoven, farkında olmadan oğlunun kişiliğinin gelişmesine olumsuz bir etki yapmıştı.

Beethoven ailesinin yakın dostu ve oturdukları evin sahibi olan Fischer ailesi üyelerinin sonraki yıllarda yayımlanan anıları, Beethoven’ların günlük yaşamları ve çevreleriyle ilişkileri üzerine son derece ilginç tespitlerle doludur. Johann van Beethoven’ın yakın arkadaşı olan Theodor Fischer’ in anlattıklarına göre, iki genç, evlenmeye aynı yıllarda, 1760’ların başında karar vermişler ancak Johann van Beethoven bu amacına ancak 1767’de ulaşabilmişti. Kendine eş olarak Koblenz’te tanıştığı Maria Magdalena Keverich’i2 seçmişti. O tarihlerde yirmi bir yaşında olan genç kadının, ne yazık ki talihsiz bir yaşamı olmuş, erken yaşlarda babasını ve kardeşlerini kaybetmiş, on altı yaşında evlenmiş ancak kısa süre sonra dul kalmıştı. Theodor Fischer’in anılarına göre, dede Beethoven bu evliliğe karşı çıkmış, Bonn yakınlarında yapılan düğün törenine katılmamış ancak sonradan oğlunun kararlı davranışı üzerine, istemeden de olsa Maria Magdalena’yı kabullenmişti.3 Dostlarının anlattıklarına göre Maria Magdalena genellikle az konuşan ve yüzü ender gülen bir insandı. Çevresindekilere çoğu kez, “Evlilik dediğin, önce bir parça neşe ve ardından gelen bir dizi acıdan başka nedir ki,”4 diyerek dert yanmaktan kendini alamazdı. Ancak yine de bu ifadelere dayanarak tüm yaşamını acı ve sıkıntı içinde geçirdiğini düşünmek doğru olmaz. Fischer’lerin anılarında Maria Magdalena van Beethoven’ın doğum gününün çoğunlukla aile içinde müzik eşliğinde keyifle kutlandığına dair ifadeler de yer alıyor.

Johann ve Maria Magdalena’nın ilk çocukları 1769 yılında dünyaya gelmiş ancak ne yazık ki yalnızca bir hafta yaşayabilmişti. Çiftin Ludwig Maria adını verdikleri bu bebekten sonra ikinci çocukları 1770 yılının Aralık ayında dünyaya geldi. Doğan bebeğin ilk çocuklarının aksine uzun bir yaşam sürmesi dileğiyle ona da Ludwig adını verdiler. O zaman farkında olmasalar da, Beethoven ailesi, bu bebek sayesinde yüzyıllar sonra bile unutulmayacaktı.

* * *

Beethoven’ın gözlerini açtığı dünya, “Aydınlanma Düşüncesi”nin etkilerinin kök saldığı, sanat ve felsefede önemli değişimlerin yaşandığı bir süreci henüz ardında bırakmıştı. Fransız Devrimi’yle doruğa ulaşacak olan burjuvazinin yerleşik düzene başkaldırısı, düşünsel dayanağını Aydınlanma’da bulacak, bu hareketin öncüleri, insanın aklını kullanabilmesini ve bilgilenmesini daha iyi bir toplumun vazgeçilmez unsuru olarak görecekler, felsefe tarihini derinden etkileyen ünlü düşünür Immanuel Kant, “‘Aydınlanma Nedir?’ Sorusuna Yanıt” başlığıyla 1784’te yayımladığı yazısına şöyle başlayacaktı:

Aydınlanma, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan kurtulmasıdır. Bu ergin olmayış durumu ise, insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışıdır. İşte bu ergin olmayışa insan kendi suçu ile düşmüştür; bunun nedenini de aklın kendisinde değil fakat aklını başkasının kılavuzluğu ve yardımı olmaksızın kullanmak kararlılığını ve yürekliliğini gösteremeyen insanda aramalıdır. Sapere Aude! Aklını kendin kullanmak cesaretini göster!1 Sözü imdi Aydınlanma’nın parolası olmaktadır.

Pek çok kaynakta “Akıl Çağı” olarak da tanımlanan “Aydınlanma”, XVII. yüzyıla damgasını vuran René Descartes’ın rasyonalizminin, aynı dönemde İngiliz topraklarında yeşeren John Locke ve Isaac Newton’un deneyci görüşleriyle kaynaşması sonucu ortaya çıkmıştı. Özellikle, XIV. Louis’nin mutlakıyetçi yönetimi ardından büyük bir idari ve ekonomik sıkıntı içine sürüklenen XVIII. yüzyıl Fransa’sında, başta Voltaire ve Montesquieu olmak üzere hemen tüm Aydınlanma düşünürleri her şeyden önce, İngiltere’nin yönetim biçimi monarşiyi örnek olarak görmeye başlamışlardı. Siyasi yapı üzerine düşünen isimlerin en önemlilerinden biri olan Montesquieu, John Locke’un güçler ayrılığı fikrinden çok etkilenmiş, yasama, yürütme ve yargının farklı kontrol mekanizmalarına bağlı olması gerektiğini öne sürmüştü. Montesquieu ayrıca üç yönetim biçiminden söz etmiş, bunları “cumhuriyet”, “monarşi” ve “despotizm” olarak tanımlamıştı. Bu yönetim biçimlerini “erdem”, “onur” ve “korku” kavramlarıyla özdeşleştiren düşünür için cumhuriyet, Roma çağından kalma kusursuz bir kavramdı ve yeniden kurulması neredeyse olanaksız gibiydi. Despotizm, Fransa’nın sürüklenmekte olduğu korkunç sonu anlatıyordu. Monarşi ise, İngiliz hükümet biçimiydi ve ideal yönetim anlamına geliyordu.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Anı-Biyoğrafi
  • Kitap AdıBeethoven - Müziğin Dönüm Noktası
  • Sayfa Sayısı384
  • YazarAhmet Büke
  • ISBN9786256324374
  • Boyutlar, Kapak13.5x21 cm, Karton Kapak
  • YayıneviMundi / 2024

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Varamayan ~ Ahmet BükeVaramayan

    Varamayan

    Ahmet Büke

    Bak oğlum, dedi. İnsan dediğin yozdur. Hem de Kayacık kayasından daha karadır yüzü. İnsan ne işe yarar? Bir boka yaramaz. Ama karga dediğin mübarek...

  2. Alnı Mavide ~ Ahmet BükeAlnı Mavide

    Alnı Mavide

    Ahmet Büke

    Göğsünde bir diken büyüyordu. Kökleri akciğerinin dalları arasında karışmış, kalbinin hemen yanından boy veren kaba sapı kızıla dönmüş diken. Tuğ çıkarmış. Muzaffer mor uçları...

  3. Kırlangıç Zamanı ~ Ahmet BükeKırlangıç Zamanı

    Kırlangıç Zamanı

    Ahmet Büke

    “Çöp toplamak zordur, ama kâğıt hurda toplamak daha da zordur. Çünkü kâğıt kilo tutmaz kolay kolay. Durmadan toplamak gerekir. Üstelik yağmurda çamurda hemen heba...

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur