Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Son Patron
Son Patron

Son Patron

Scott Fitzgerald

Yirminci yüzyıl Amerikan edebiyatında Ernest Hemingway ve William Faulkner ile birlikte Kayıp Kusagın temsilcilerinden biri olan ve Türkiye’de de Muhtesem Gatsby, Caz Çağı Öyküleri…

Yirminci yüzyıl Amerikan edebiyatında Ernest Hemingway ve William Faulkner ile birlikte Kayıp Kusagın temsilcilerinden biri olan ve Türkiye’de de Muhtesem Gatsby, Caz Çağı Öyküleri ve Benjamin Button’ın Tuhaf Hikâyesi gibi eserleriyle tanınan F. Scott Fitzgerald, bu sefer 1930’larda altın çagını yasayan Hollywood’da geçen bir romanla VakıfBank Kültür Yayınları’nın okurlarını selamlıyor.Son Patron,sinema dünyasının önemli fi gürlerinden biri olan Monroe Stahr’ın Hollywood’ın parlak ısıklarının ardındaki siyasi çekismelere, trajedilere, ümit ve ümitsizliklere yer veren, çarpıcı bir roman. Fitzgerald’ın 1940’taki ölümünün ardından yayınlanan Son Patron, sinematografi k gücü yüksek, akıcı bir eser.

bölüm 1

Şimdiye kadar ekranlarda hiç görünmesem de, filmlerle iç içe büyüdüm. Rudolph Valentino, beşinci yaş günü partime gelmişti –yani bana geldiği söylendi. Bunu dile getirmemin tek sebebi daha etraflıca düşünemezken bile film bobinlerinin dönüşünü izlemeye başlamış olduğumu belirtmek.

Bir keresinde “Yapımcının Kızı” adı altında anılarımı yazmaya niyetlenmiştim, fakat on sekiz yaşında böyle bir şeye hayatta bulaşamazsın. Bu, Lolly Parson’s’ın eski yazıları kadar tekdüze ve sıkıcı bir şey olacağından böylesi daha iyi oldu. Başka bir adamın pamuk veya çelik işinde olabileceği gibi, babam da sinema işindeydi ve bunu sakinlikle karşılıyordum. Hollywood’u, en kötü ihtimalle, lanetli bir eve atanmış hayaletin uysallığıyla kabullenmiştim. İnsanların bunun hakkında ne düşünmem veya nasıl hissetmem gerektiğini beklediklerini biliyordum, ama ben bunu korkusuzca, inatla reddettim.

Bunu söylemek kolay ama insanların anlamasını sağlamak çok zor. Ben Bennington’dayken, Hollywood’a veya onun yapımlarına kayıtsızmış gibi görünen bazı İngilizce öğretmenleri, Hollywood’dan gerçekten nefret ediyordu. Varlıkları için derin bir tehdit uyandırıyormuş gibi nefret ediyorlardı. Bunun çok öncesinde bile, ben manastırdayken küçük, tatlı bir rahibenin sınıfa deneme ve öykü yazmayı öğrettiği gibi, ‘film senaryosu yazımını’ da öğretebilsin diye benden, ona senaryo metni getirmemi istedi. Ona senaryoyu verdim, fakat sanırım senaryo üzerine kafası oldukça karışmış olacak ki, sınıfta bundan hiç bahsetmedi ve tek bir yorum dahi yapmadan şaşırmış, gücenmiş ve rahatsız edici bir havayla bana geri verdi. Bu hikâyenin başına gelebileceğini düşündüğüm şey de bu.

Benim yaptığım gibi Hollywood’u olduğu gibi kabul edebilirsiniz veya anlamadığımız şeylere gösterdiğimiz küçümsemeyle reddedebilirsiniz. Aslında anlaşılabilir bir şey, fakat belirsiz ve yarı aydınlık, yanıp söner halde. Filmlerin denklemlerini tam anlamıyla kafasında oturtabilmiş erkeklerin sayısı yarım düzine bile değil. Bir kadının bu orana yaklaşabildiği en yakın nokta ise muhtemelen, epey uğraştıktan sonra ancak o erkeklerden birini anlayabilmesidir. Dünyanın uçaktan nasıl göründüğünü iyi biliyordum. Babam her zaman okula ve koleje bu şekilde gidip gelmemizi sağlardı. Ben üçüncü sınıftayken kız kardeşimin ölümünden sonra yalnız başıma gidip geldim; bu yolculuk bana her zaman onu hatırlattı, ayrıca beni biraz durgunlaştırdı ve ciddileştirirdi. Buhran sırasında çok sık olmasa da uçakta bazen filmlerden tanıdığım insanlar olurdu; ara sıra da yakışıklı bir üniversite öğrencisi… Eleanor’un düşüncesiyle ve bir sahilden diğerine geçerken o keskin havayı yırtma duygusuyla yolculuk sırasında nadiren uykuya dalardım, en azından Tennessee’deki bu küçük havaalanlarını arkada bırakıncaya kadar uyanık kalırdım.

Bu seferki yolculuk öylesine zordu ki yolcular daha en başından ikiye ayrıldı; hemen uykuya dalanlar ve gözlerini kırpmayı dahi düşünmeyenler. Bunlardan ikinci gruba dahil olmuş iki kişi karşımda oturuyordu ve onların bölük pörçük konuşmalarından ve birisinin de görünüşünden Hollywood’dan olduklarına emindim. Biri, sessizlik içinde değişen gergin ve heyecanlı konuşmasıyla her an sıçramaya hazırmış gibi görünen orta yaşlı bir Yahudi, ötekiyse daha önce gördüğüme emin olduğum soluk, düz otuzlarında bir adam… Evimize gelmiş olabilirdi. Fakat bu, ben daha küçük bir kızken olabileceğinden adamın beni tanımamasına bozulmadım.

Uzun, alımlı, esmer ve dikkat çekiciliğiyle tam da havayolunda çalışacak bir tip gibi görünen hostes yatağımı yapıp yapamayacağımı sordu:

“… bir de aspirin ister misin canım?” Koltuğun yanına tünemişti ve Haziran fırtınasıyla tehlikeli bir biçimde sertçe sarsıldı. “… ya da bir uyku ilacı?” “Hayır.” “Diğerleriyle o kadar meşguldüm ki sana sormak için vaktim olmadı.” Yanımdaki koltuğa oturdu ve kemerlerimizi bağladı. “Sakız ister misin?” Sakızı isteyip istemediğimi sorması, bana neden sıkıcı saatler geçirdiğimi hatırlattı. Ağzımdaki sakızı dergiden kopardığım bir parça kâğıda sardım ve otomatik kül tablasının içine koydum. “İnsanlara her zaman kibar diyebilirim,” dedi hostes yaptığım hareketi onaylarcasına, “eğer sakızı buraya koymadan önce kâğıda sarmışsa,” diye devam etti. Sallanan uçağın yarım ışığında bir süre oturduk. Öğünler arası bu alacakaranlıkta uçak şık bir restoranı andırıyordu. Hepimiz geçmek bilmeyen bir zaman dilimini paylaşıyorduk ve belli bir amacımız da yoktu. Bana göre hostes bile neden orada olduğunu kendine hatırlatmak zorundaydı. İki yıl önce onunla beraber batıya uçmuş, benim de tanıdığım genç bir aktris hakkında konuştuk. Buhranın en yoğun zamanlarıymış ve genç aktris pencereden dışarıya öyle bir bakıyormuş ki, hostes, kızın camdan dışarı atlayacağı düşüncesiyle irkilmiş. Fakat kızın yoksulluktan ziyade devrimden korktuğu anlaşılmış. “Annemle birlikte ne yapacağımızı biliyorum,” diye hostese açılmış. “Yellowstone’da her şey bitene kadar basit bir hayat süreceğiz. Sonra geri döneceğiz. Bilirsin, sanatçıları öldürmüyorlar.” Bu fikir beni memnun etti. Aktristin güzel bir resmi önüme gelir gibi oldu; genç oyuncuyla annesine bal getiren iyi kalpli Muhafazakâr Partili ayılar, meme emerken onlara da vermek için fazladan süt alıp geceleri de başının altına yastık olmak için uzanan kibar geyik yavruları tarafından besleniyordu. Buna karşılık hostese, o cesur günlerde bir gece babama tasarılarını anlatan avukat ve yönetmenden bahsettim. Eğer İkramiye Ordusu Washington’ı fethederse, avukat, Sacramento Nehrindeki gizli teknesiyle birkaç ay akıtıya kürek çekecek ve sonra geri dönecekti, “çünkü devrim sonrası hukuki kısmı düzeltmek için her zaman avukatlara ihtiyaç vardır.”

Yönetmen daha çok yenilgiyi kabullenmeye meyilliydi. Yedekte beklettiği eski takım elbise, gömlek ve ayakkabı vardı – bunlar kendisine mi aitti, yoksa kostüm departmanından ödünç mü almıştı söylememişti– kalabalık içinde gözden kaybolacaktı. Babamın, “Ama ellerine bakacaklar! Yıllardır ellerinle çalışmadığını bilecekler. Ayrıca sendika kartını soracaklar,” dediğini hatırlıyorum. Bu sözler üzerine yönetmenin yüzünün nasıl düştüğünü, tatlısını yerken ne kadar kasvetli durduğunu ve tüm bunların bana nasıl komik ve saçma geldiğini hatırlıyorum.

“Bayan Brady, sizin babanız bir aktör mü?” diye sordu hostes. “İsmini daha önce muhakkak duymuşumdur!”

Brady adını duyduklarında, koridorun diğer tarafındaki iki erkek dönüp baktı. Yandan, hep şu omuz üzerinden atılmış Hollywood bakışıydı bu. Sonra genç, solgun ve tıknaz adam emniyet kemerini açıp yanımızdaki koridorda durdu.

“Sen Cecilia Brady misin?” diye suçlayıcı bir şekilde sordu. “Seni bir yerden tanıdığımı düşünüyordum zaten, ben Wylie White.”

Bunu söylemese de olurdu, çünkü aynı anda farklı bir ses ona, “Müsaade et Wylie!” diye seslendi ve diğer adam ona sürtünerek pilot kabinine doğru ilerledi. Biraz gecikmiş de olsa, Wylie White meydan okurcasına karşılık verdi:

“Ben sadece pilottan emir alırım!”

Hollywood’un gücü ve onun küçük uyduları arasında gidip gelen şakalaşmayı tanımıştım. Hostes onu azarlarcasına söze girdi:

“Yüksek sesle konuşmayın lütfen! Uyuyan yolcular var.”

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Caz Çağı Öyküleri ~ Scott FitzgeraldCaz Çağı Öyküleri

    Caz Çağı Öyküleri

    Scott Fitzgerald

    Babasının, “Birini eleştirmeye kalktığında, herkesin seninle aynı imkânlarda dünyaya gelmemiş olduğunu aklına getir!” sözünü hiçbir zaman unutmamış olan F. Scott Fitzgerald (1896-1940), Caz Çağı...

  2. Güzel ve Lanetli ~ Scott FitzgeraldGüzel ve Lanetli

    Güzel ve Lanetli

    Scott Fitzgerald

    Güzel ve Lanetli ilk defa 1922 yılında yayımlanmış ve yazarını büyük Amerikan romancıları arasına taşımıştır. Bu kitabında Fitzgerald, Harvard mezunu, genç ve hevesli Anthony...

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Osmanlı Hikayeleri ~ Zehra AydüzOsmanlı Hikayeleri

    Osmanlı Hikayeleri

    Zehra Aydüz

    Bu kitapta hikâyelerin tatlı diliyle o güzide insanları anlamayı, yüksek bir Medeniyetin içindeki cevheri sergilemeyi amaçladım. Hatıralarıyla aramızda yaşadıklarını farzederek bu hatıralara vefa borcumu...

  2. Belki De Muhteşem ~ Ahsen Dalca KorkutanBelki De Muhteşem

    Belki De Muhteşem

    Ahsen Dalca Korkutan

    Dil kullanımından hikâye kurgularına kadar kalbinin sesini susturmayan, bunu okura yansıtacak naiflikte bir kaleme sahip Ahsen Dalca Korkutan. Yaşadığı ülkeye ve insanına sağduyuyla yaklaşan,...

  3. Aşkın Sanal Halleri ~ Canan TanAşkın Sanal Halleri

    Aşkın Sanal Halleri

    Canan Tan

    Vakt-i zamanında, “Aldanma ki şair sözü elbette yalandır!” diyen Fuzûlî, günümüzde yaşasa, “Aldanma ki sanal aşklar elbette yalandır!” mı derdi? Yoksa, “Aşk aşktır!” diyerek,...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur