Atilla Dorsay’ın önsözüyle…
Bir gece kadınına, bir karanlık kızına bundan daha güzel ve onu daha iyi vasıflandıran bir sıfat bulmaya imkân mı vardı! Güzelliği kadar, ismi de kaldırımlarda meşhurdu.
Güzelliği dillere destan, yeri geldiğinde mangalda kül bırakmayan, gökyüzündeki yıldızlardan düştüğüne inanacak kadar saf bir fahişe Fosforlu. İstanbul’un her sokağını, karakollarını bilen Cevriye’nin karşısına hiç tanımadığı bir adam çıkar. Hayatında kimse Cevriye’ye, hastalığında kendisine bakan, itina eden, ilk kez bir kadın olduğunu hissettiren bu adam gibi davranmamıştır. Bu yabancıyı tanımasıyla birlikte Cevriye daha önce hiç hissetmediği, hiç bilmediği duyguları tadacak ve sevmeyi, tutsaklığı öğrenecektir.
Suat Derviş, ilk kez 1968’de yayımlanan Fosforlu Cevriye adlı kitabında, toplumun dışına itilmiş, “öteki” olarak konumlandırılan bir fahişenin hayatını anlatıyor. Toplumun farklı sınıflarından karakterlere yer verdiği, sade bir dille yazdığı ve insan sevgisini temel aldığı bu romanıyla, toplumda var olan iki yüzlülüğe de ironik yaklaşımıyla dikkat çekiyor.
1 –
Karakolda Ayna Var!
Soğuk iliklerine kadar işlemişti. Karakola getirdiklerinden beri on beş dakika geçmişti. Karakolun içi, odada yanan kok sobasından ve kalabalığın nefesinden çok ısınmıştı.
Fakat Cevriye buna rağmen hala hafif hafif titriyordu. Bu titreyişin soğuktan başka bir şeye, yani korku veya endişeye atfedilmesine imkan yoktu.
Cevriye… senelerden beri bu karakolun ve benzerlerinin daimi misafirlerindendi.
Bu gece hava pek soğuktu.
Siyah ve kıvırcık saçlarının üstü benek benek, daha doğrusu toz halinde ıslaktı.
O, böyle gecelere, İstanbul’da rutubeti iliklere işleyen soğuk gecelere, “Lanet geceler,” derdi.
Böyle gecelerde doğru bir yağmur yağmazdı, ama sanki gecenin karanlığı havadaki rutubeti bir pompayla etrafa püskürtürdü.
Bu gece onu, kendi tabiriyle “aynasızlar,” saçlarının bu ıslaklığı yüzünden görmüşlerdi.
Halbuki onların düdüklerini işittiği, uzaktan ayak seslerini duyduğu zaman hemen kendisini sipere almıştı.
Evvela kaldırımlara vuran uzun ökçeli kunduraların telaşlı kaçışını duymuştu. Sonra köşeden iki kadın hayali belirmişti.
Birisi şişman, öteki incecikti. Şişmanı lastik top gibi zıplaya zıplaya koşuyordu. Zayıfı, daha çabuk koşup kaybolması icap edeni mütemadiyen sendeliyor, koşamıyordu. Kapaklanacak, hemen oraya düşecek gibi bir hali vardı. Arkadan, koşuşan erkeklerin ayak sesleri duyuluyordu.
Şişmanı tanıdı; vücudunun yapılışından… Top Melahat, muhakkak o.
O, kolay ele geçmez, gecenin bu karanlığında, yusyuvarlak vücuduyla bir yerde kayboluverirdi. Nitekim yine öyle oldu. Siyah külçe halindeki binalardan birinin kapısı içinden birdenbire gözden kayboldu.
Melahat, Istanbul’u avucunun içi gibi bilirdi. Nerede saklanacak bir kovuk, nerede sokaktan sokaga yol veren bir geçit, nerede içinde rahat rahat gizlenilebilecek bir süprüntü sandığı, nerede mutfağına arka kapıdan dalınacak bir koltuk meyhanesi var, onun malumuydu.
Cevriye de bu hususta ondan çok geri kalmazdı ama! Top Melahat’in üstüne de bûtûn Istanbul içinde kimse yoktu.
Cevriye tamamıyla kapının içine büzülmüş, üst üste konmuş süprüntü tenekelerini siper almıştı. Dizlerini bükmüş. kendini üç kat yapmış ve küçültmüştü. Baldırlan, kalçalarına kadar olan kısmı ve gövdesi adeta devşirilip katlanmış gibi duruyordu. Beyaz beyaz görünmesin diye yüzünü dizkapaklarına dayamış, kollarını dizine sarmış, ellerini de baldırlarıyla kalçalarının arasında saklamıştı. Yakalandığı zaman, “Eger Top Melahat ele geçseydi, aynasızlar beni bulamazlardı,” diye düşünmüştü.
Evet, Melahat bu çıkmaz sokak içinde birdenbire kaybolunca, onu bulmak için, kapıların içine bakmaya başlamışlardı. Zayıf kızı yere kapaklandığı için çabuk ele geçirmişlerdi. Onu yakaladıkları zaman küfredince, Cevriye onu da kalın sesinden tanımıştı. Bu kadar küçük bir vücutta bu kadar kalın bir ses!
Bu herkesi şaşırtırdı. Onun için ona “Kös Ayten” derlerdi.
Saçlarını saklamayı hiç hatrına getirmemişti. Zaten hatırlasa da kafasını nereye saklardı?
Köşede, epey uzakta bir sokak lambası vardı.
İşte, bu ışık saçlarına vurmuş ve saçlarının üzerindeki toz halindeki ıslaklıkta binlerce minik yıldızcık yaratmıştı.
Polisler onu bundan fark etmişlerdi. Zaten ilk defa polise düşüşü de aynı şekilde olmuştu.
Yine kaçıp saklanmış, fakat saçlarının üstündeki yıldızcıklar onu ele vermişti.
Onu ilk yakalayan şişman ve yaşlı bir komiserdi.
O gece ona doğru çevirdigi elektrik ışığı saçlarına çarpıp böyle bin bir ışık yaratınca, “Burada bir fosforlu var,” demişti. “Kalk bakayım oradan Fosforlu!” Işte, o gün bugün ismi Fosforlu Cevriye’ydi.
Ona bu ismi yakıştırmalarında daha başka sebepler de vardı. Bu sebepler onun gözlerinin, saçlarının ve bütün varlığınin, sanki hakikaten fosforluymuş gibi, etrafa ışık saçmasıydı. Karanlıkta, köşe başlarında beklerlerken, erkekler karanlığa rağmen, hep ona doğru gelirlerdi. Onu görüp de seçerek degil…
Kızlar, “Fosforu var,” derlerdi. “Göze evvela o çarpıyor.” Evet, hakikaten fosforu varmış gibi, erkekler bütün kızlar arasında onu seçerlerdi.
Karanlıkta kendisine yaklaştıkları zaman gözlerinin, dişlerinin pırıl pırıl yandığını görürlerdi.
Uzakta yanan bir sokak lambasının ışığı bile, ondaki bu pınıltılanı yaratmaya yeterdi.
Kızlar onu kıskanmazlar, sade onun gibi olmadıkları için esef duyarlardı.
“Sende ne var Fosforlu!” Kendisinde ne oldugunu Cevriye
de bilmezdi. Yalnız onlara bir cevap olsun diye, “fosfor,” derdi. Bir gece kadınına, bir karanlık kızına bundan daha güzel ve onu daha iyi vasıflandıran bir sıfat bulmaya imkân mi vardı! Güzelliği kadar ismi de kaldırımlarda meşhurdu. “Fosforlu Cevriye…”
İstanbul’un izbe sokaklarının, yangın yerlerinin, mezarlıklanın, surların, Tekfur Sarayı harabeleri ve bostanların en cazip kızıydı.
Serseriler onu birbirine tavsiye ederler, onunla birlikte bulunmuş olmak aralarında en büyük övünme mevzusu olurdu. “Dün gece sabaha kadar Mecidiyeköy’de Fosforlu’yu oynatuk.” Cevriye asıl oynadığı zaman fosforlanıyordu.
Cevriye’nin oyununu görüp de onun için deli divane olmamak mümkün muydu?
Kaç kişi şimdiye kadar bu fosforlu kaldırım yıldızı için birbirine girmişti?
Cevriye bugüne kadar kaç gencin canına kıyılmasına veya hapisanelere düşmesine sebep olmuştu?
Onu bir tek Allah bilirdi.
Fosforlu bunlardan hiçbir şey bilmezdi.
Bu gece saçlarındaki ışıltıyı seçip ona doğru gelen polis zayıf, uzun boylu bir adamdı.
Elektrik lambasını ona doğru tutmuş ve onun yüzünü görünce:
-Ay sen misin Fosforlu, demişti.
O, İstanbul’un en meşhur simalarından biriydi. İstanbul polisi onu pek iyi tanırdı.
-Benim komiser abi, diye yerinden çıkmıştı.
Bütün vücudu hafif hafif titriyordu.
Nasıl titremesin! Üstündeki ipek bluz kısa kolluydu, çizgili
eski etegi ince bir yünlüden yapılmıştı.
Gece ayazına alışık olan Cevriye’nin böyle titreyişi, belki de bir sene hapishanede yatıp sokağın ayazını unutmuş olmasından ileri geliyordu.
Cevriye kapının gölgesinden çıkınca, Kós Ayten:
-Vay, sen misin Fosforlum, diye öz kız kardeşini görmüş gibi, sevinçle onun boynuna atılmış ve hüngür hüngür ağlamaya başlamıştı.
Bu gözyaşları sevinç gözyaşlarına benzemiyordu.
Cevriye boynuna dolanan kolların çok incelmiş ve göğsüne abanan vücudun tamamıyla kemikten ibaret kalmış olduğunu hissetmişti.
Kız, sus, aglama! On üç yaşında kız oğlan kız gibi, yoksa tutuldum diye utancından mı ağlıyorsun?
Kös Ayten de niçin ağladığını belki bilmiyordu. Sokak karanlık, rutubetli ve soğuktu. Kendini fevkalade zayıf ve kuvvetsiz hissediyordu.
Her gün kuvvetten biraz düştüğünü anlıyordu.
İçinde sıcak bir köşeye kıvrılıp büzülmek arzusunu en fazla duyduğu bu dakikada, belki de soğuk, ıslak bir hava içinde, karanlıkta polisler tarafından kovalanmak ona ilk defa acı gelmişti.
Polis kuru bir sesle:
–Rol kesmeyin bakayım, dedi ve bekçiye dönerek: -Sen bunun yanında dur, ben ötekini bulayım, dedi. Ayten onun nereden kaçıp gittiğini pek iyi biliyordu. Soluğu yetişseydi, kendisi de aynı yerden sıvışacaktı. Ayaklarındaki ayakkabılar ayağına pek boldu, dizleri de çok dermansızdı.
Şimdi kollarını Cevriye’nin boynundan çözmüş, onun yanında duruyor, fakat ona dayanmasa, yere yıkılacağını zannederek ona abanıyordu.
O zaman Fosforlu Cevriye yanındaki vücudun müthiş bir hararetle yandığını hissetmişti.
Bu vücuttan çıkan hararet hoşuna gidiyor ve Cevriye de ona sokuluyordu.
Polis memuru, Melahat’i beyhude anıyordu. “Uçmadı ya!” Fakat manuken uçmaması lazım gelen Melahat hakikaten yine uçmuştu.
O koca gövdeyle nerelere saklanır, bilinmez ki!
Karakol bir Beyoglu karakoluydu ve sokak içinde dört katlı bir binaydı.
Emval-i metrukeden kalmış ve vaktiyle hali ve vakti yerinde bir Rum ailesine ait bir bina olmalıydı.
Karakolun kapıları ve merdiven tirabzanları hep cevizdendi.
Evvela bir taşlığa, oradan da duvarları, artık renkleri solmuş kağıtlarla kaplanmış bir sofaya giriliyordu.
Yukarıya çıkan merdivenler buzlu camlı ve ceviz kapılı camekanlarla örtülüydü. Tam bu camekânın karşısına gelen duvarın ortasında, cevizden ince oymalı bir çerçeveyle süslü bir endam aynası vardı. Yerlere kadar inen bu aynanın iki tarafında, herhalde eskiden portmanto gibi bir şeyler bulunmuş olmalıydı.
Şimdi, onların yeri, duvar kağıtlarının daha koyu kalmış olmasından anlaşılıyordu.
Cevriye’yi ilk defa bu karakola getirdikleri zaman, büyük bir sevinçle:
-A! Karakolda ayna var, diye ellerini çırpmış ve aynaya doğru koşmuştu.
Cevriye’nin kendini bir defada yukarıdan aşağıya kadar gördüğü biricik ayna buydu.
Tepesinden tırnağına kadar kendi aksini birinci defa ola…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli)
- Kitap AdıFosforlu Cevriye
- Sayfa Sayısı272
- YazarSuat Derviş
- ISBN9786053753124
- Boyutlar, Kapak13*19,5, Karton Kapak
- Yayıneviİthaki Yayınları / 2013
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Dedem Kurt Seyit ve Ben ~ Nermin Bezmen
Dedem Kurt Seyit ve Ben
Nermin Bezmen
Canım dedem Kurt Seyit, Seninle hiç rastlaşmadık! Ben doğmadan çok önce, sen buralardan göçüp gitmiştin, hayatımın kahramanı olacağını bilmeden, kendi ölümünü kendin seçip isteyerek,...
- Sokakta ~ Bahaeddin Özkişi
Sokakta
Bahaeddin Özkişi
Tarihimizin son 150 yılını konu olarak almıştır. Gözlerinde, geçmiş otuz yılın gölgeliyemediği aynı berrak bakış, bana, “bu ONLAR’ın işi” dedi. Sesi bir fısılj ıı...
- Sonsuzluk Kütüphanesi ~ Mavisel Yener
Sonsuzluk Kütüphanesi
Mavisel Yener
“Karşılaştığın her şey sonsuzluğa açılan bir penceredir…” Eserleriyle yüz binlerce okuru kucaklayan Mavisel Yener, bireysel ve toplumsal yazgılarımızda kitapların gücünü hissettirdiği yeni romanı Sonsuzluk Kütüphanesi’nde,...