“Siyah istanbulin ve kırmızı fes giyen haremağaları canlı mahluklardan ziyade birer heyulayı hatırlatıyorlardı.”
Bir Haremağasının Hatıraları, II. Abdülhamit saltanatının son birkaç yılı içerisinde Yıldız Sarayı’nda geçen ve bu dönemi Hayrettin adlı bir haremağasının gözünden tüm ayrıntılarıyla anlatan bir tarihi roman. Ancak Suat Derviş sadece hareme ait bilinmeyenleri, saray entrikalarını anlatırken değil, hadım edilen, köleleştirilen bir erkeğin psikolojisini tasvir ederken de ustalığını gösteriyor.
Bu romanı okurken Osmanlı sarayının gelmiş geçmiş tüm haremağalarını, bu insanların çocuk yaşta vatanlarından koparılışlarını, âdetini, dilini bilmedikleri bir coğrafyada kuma gömülerek etleri dağlanırken hissettikleri acıyı düşünün. Köle olarak satılığa çıkarılışlarını, hayatları boyunca tüm kaderlerinin bir başkasının iki dudağının arasında oluşunu aklınıza getirin. Göreceksiniz ki Suat Derviş tüm bunları düşünmüş, hissetmiş ve bu acıyı, karanlığı kelimelere dökebilmiş.
Serdar Soydan’ın sonsözüyle.
*
Esircinin Elinde
Annem beni çıplak göğsü üstüne bastırırdı ve kulağıma “Aç bir kaplan nasıl ininden çıkıp kulübelere yaklaşırsa, beyaz adamlar da bizim köyümüzü öyle sarar. Biz onun ne mal olduğunu ve bizden ne istediğini pek iyi biliriz yavrum, aman ihtiyatlı ol. Kulübemizden çok uzaklarda oynayıp onun ağına düşme. O, çaldığı çocuklara karşı çok merhametsizdir. Onun ellerine düşen çocukları biz bir daha hiç görmeyiz. Allah onun pençelerine düşmüş olan bütün siyahlara acısın,” diye fısıldardı. Annemin bu sözleri, onun bana ne söylemek istediğini pek açık bir şekilde anlamamış olmama rağmen kalbime hüzün doldururdu.
Ben sadece onun küçük çocukları çalan o korkunç beyaz adamdan bahsettiğini anlardım.
Bizim kabilemiz içinde onu her çocuk bilirdi. Çünkü annelerimiz her birimize ondan bahsederlerdi. “Süt gibi beyaz bir teni, güneş gibi sarı sakalı, kıpkırmızı kulakları ve korkunç iğrenç kırmızı dudakları var. Beyaz bir harmani onun uzun vücudunu sarar,” diye onu bize tarif ederlerdi. Yaramazlık yaptığımız zaman annelerimiz bizi “Beyaz adam geliyor,” diye korkuturlardı.
Evet, o, çocukların olduğu kadar anne ve babaların da umacısıydı.
Onu köyümüzün civarında gördüler mi hemen yine çocuk çalmaya geldiğini anlarlardı.
O, bu taraflarda son defa görüldükten sonra benim bir oyun arkadaşım ortadan kaybolmuş ve bir daha meydana çıkmamıştı.
İşte benim sevgili anacığım bu korku ile bana o tatlı, o nazlı sesiyle her gün bu nasihatleri veriyordu.
Bizim köye zaman zaman yabancı siyah adamlar da gelip çocuk çalarlardı. Fakat babalarımız onlarla mücadelede o kadar güçlük çekmezlerdi. Fakat çocuk hırsızları içinde en müthişi bu beyaz adamdı. Çünkü onun gök gibi, yıldırım gibi öldüren silahları vardı.
Ben her gün anneme bu korku içinde dikkatli olmayı vadediyordum.
Fakat bir çocuktum ve oyuna daldığım zaman sözümü unutuyordum.
Yine bir gün birkaç küçük arkadaşımla oyun oynarken beyaz adamı, çalınmak korkusunu filan unutmuştum ve kulübemizden bir hayli uzaklaşmış bulunuyordum.
Bugün benim hafızama ebediyen kazınmış bir gündür. Bu fevkalade sıcak bir son bahar günüydü.
Gökteki ateşten bir topu andıran sıcak güneş, kumların üstünü pembemsi bir renge boyamıştı.
Biz beş çocuktuk. Beş küçük, neşeli, vahşi zenci çocuğu… Çırılçıplak vücudumuzun üstünde avuç içi kadar bir örtü bile yoktu.
Sade boynumuzda fildişinden yapılmış tılsımlı süsler ve muskalar vardı.
Kahkahalarla gülerek kumların üstünde oynaşırken benim tam karşımda yerde oturan küçük kız çocuğunun birdenbire artık gülmediğini ve putlaştığını gördüm.
Mesut yüzü aniden ifadesini değiştirmişti.
Gözleri korkudan kocaman kocaman açılmış ve imdat diye bağırmak isteyen dudakları titremekten başka bir şey yapamaz bir hale gelmişti. Çocuğun bu şaşkınlığı pek kısa sürdü. Birden kendini topladı. Küçücük parmağıyla benim arkamda bulunan bir şeyi işaret ederek yerinden fırladı. Ve geri gelen
sesiyle acı acı bağırarak küçücük bacaklarının olanca süratiyle koşarak kaçmaya başladı.
Diğer çocuklar onun işaret ettiği noktaya baktılar. Gördükleri şey o kadar korkunç olmalıydı ki onlar da oyunlarını bıraktılar ve onlar da tarif edilmez bir korku içinde sağa sola kaçışmaya başladılar.
Ben yerimde kalmıştım hatta başımı arkaya çevirecek vakit bulamamıştım bile. Çünkü çelik gibi sert iki kol benim küçük vücuduma dolanmış ve beni yerimden kaldırmıştı.
Ben “İmdat!” diye bağırmaya vakit bulmadan ağzıma bir bez tıkanmıştı.
Beni kolları arasına alarak kulübelerden mümkün olduğu kadar çabuk uzaklaştırmak ve emin bir yere götürmek için koşmaya başladı.
Bu çelik kollardan sıyrılıp kurtulmaya çabalıyordum. Fakat mini mini bir çocuktum, beni hafif bir çıkın gibi kolaylıkla taşıyan bir insanın elinden nasıl kurtulabilirdim? Onun ellerine düşmüş, onun esiri olmuş bulunduğumu anlamaktan büyük bir ümitsizlik duyuyordum.
Beni çalan adamın yüzünü görmemiştim. Çünkü o beni arkadan yakalamıştı. Şimdi de koltuğunun altına sıkıştırmış, koşuyordu ve ben sadece onun harmanisinin beyaz eteğini ve kumları görüyordum.
Fakat onun yüzünü görmediğim halde başıma geleni iyice anlıyordum, beyaz adam beni avlamıştı.
Daha bu sabah annem bana tekrar tekrar “Oğlum beyaz adam yine bu taraflara gelmiş. Köyün yakınlarında onu görmüşler. Sakın bugün uzaklara gitme, kendini koru. Onun buralara tekrar dönmüş olduğunu öğrendiğimden beri kalbimin rahatı kaçtı gece uykularımı uyuyamıyorum,” demişti.
Bir müddet koştuktan sonra birdenbire kolunu açtı ve ben Sıcak kumların üstüne düştüm.
Onun kollarından kurtulur kurtulmaz ilk düşüncem yer- parça den fırlamak ve kaçmayı denemek isteği oldu. Fakat bir kıpırdanır kıpırdanmaz, amacımı anlayan adam iki küreğimin ortasına bir tekme vurdu.
Canım müthiş acıdı ve bu acıyla gözlerim kararıp âdeta kendimi kaybetmiş gibi tekrar kumların üstüne düştüm. Kıpırdanacak halim kalmamıştı.
O, beni kumların üstünde bitkin bir halde bıraktı ve bir ağaca bağladığı atını çözdü ve beni yarı baygın bir halde yerden kaldırarak benimle birlikte atın üstüne atladı.
Ağzımdaki bez rahat nefes almama engel oluyor ve onun beni sımsıkı tutup göğsünde sıkışı nefes almamı büsbütün güçleştiriyordu.
İşte müthiş sıcak bir günde, ben bir at üstünde böyle yurdumdan, anamdan, babamdan ve bütün sevdiklerimden, benim olan ve benim onlara ait bulunduğum her şeyden uzaklaştım.
Bu gidiş meçhul ve acıklı bir kadere yol alıştı.
Daha gece basmadan bir kervansaraya geldik. Burada hepsi de siyah ırktan olan altı insanla buluştuk. Bu altı zenci onun adamlarıydı ve içlerinden bir tanesi de benim ana dilime pek yakın olan bir lehçe konuşuyordu.
Yanlarında sekiz çocuk vardı. Çalınmış sekiz zenci çocuğu… Aşağı yukarı hepsi benim yaşımdaydılar ve aralarında üçü kızdı.
O akşam bize biraz hurma ve biraz ekmek verdiler. Çok ağlamış, çok yorulmuş, çok harap olmuştum. Pek de küçüktüm. Beni yere bıraktıklarından biraz sonra ağlaya ağlaya uyudum.
Ertesi sabah kervanımız erkence yola çıktı. Bu yolculuk bizim için pek müthişti.
Susuzluk, yorgunluk ve dayak yol boyunca bize işkence oldu.
İçimizdeki kızlardan biri dayanamadı. Onu güneş çarpmıştı. Çok ateşi vardı. Daha ölmeden onu kumların üstünde bırakarak yolumuza devam ettik.
Her akşam bir kervansaraya rastlamak mümkün değildi. Bazen geceyi açıkta geçiriyorduk. O zaman vahşi hayvanlar yaklaşmasın diye büyük ateşler yakıyorduk.
Kervandakilerden hepsi uyuyorlardı. Sadece içlerinden bir tanesi nöbet bekliyor ve ateşin sönmemesine gayret ediyordu. Biz çocuklar felaketimiz içinde gayet sıkı dost olmuştuk, geceleri birbirimize sarılarak yıldızlı göğün altında uyuyorduk.
Fakat uykumuz derin değildi. Huzursuz bir uykuydu bu. Çünkü vahşi hayvanların korkunç kükreyişleri, çakalların korkunç ulayışları, derin uyumamıza mani oluyordu.
Bu sesler duyulduğu zaman develer korkudan titreşerek ayağa kalkıyorlar ve biz çocuklar birbirimize sımsıkı sarılıyorduk. Ve müthiş bir korku içinde sabahı bekleşiyorduk.
Seyahatimiz sanırım sekiz gün sürdü. Nihayet küçük bir kasabaya geldik.
Taştan yapılmış mini mini evleri, kaldırım taşları döşenmiş fakat pek kirli sokakları vardı.
Sokaklara atılmış çöplerden tahammül edilmez bir koku geliyor, milyonlarca kara sinek bu pisliklerden kalkıyor, insanın ağzına gözüne yüzüne konuyordu. Kervanımız bu kasabanın taş evlerinden birinin önünde durdu.
Develerden indik. Bize kapıyı derisi bizim derimizden bir hayli açık renkte olan bir melez kadın açtı.
Biz çocukları sanki canlı mahluklar değil de eşyaymışız gibi karşıladı.
Hepimizi evin arka tarafındaki bir odaya götüren bu kadının yaşı da belli değildi. Genç de olabilirdi ihtiyar da.
Sonra bizi birer birer tepeden tırnağa kadar yıkadı. Bize entariler giydirdi, yemek verdi, yedirdi.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli)
- Kitap AdıBir Haremağasının Hatıraları
- Sayfa Sayısı304
- YazarSuat Derviş
- ISBN9786257650007
- Boyutlar, Kapak13*19,5, Karton Kapak
- Yayıneviİthaki Yayınları / 2021
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Kalpak ve Kartal ~ Mucize Özünal
Kalpak ve Kartal
Mucize Özünal
Bir “Şark” ülkesinde şeriat düzenini yıkarak laik hukuk düzenini getirmek cesaretini, başarısını gösterenlerin varlığı… Bu başarı aslında sadece kendi ülkelerinde değil insanlık âleminde de...
- Yeşili Sevmek ~ Leman Veli
Yeşili Sevmek
Leman Veli
Yıllardır bildiği gerçekleri haykırmamak için kendisini dizginleyen Gül, aslında bir yalanın içerisine hapsolduğunu öğrenir. Bu yalanlardan kurtulmak sandığı kadar kolay olmayacaktır ama karanlık hayatına...
- İntibah ~ Namık Kemal
İntibah
Namık Kemal
Biz daima Avrupa lisanlarının edebiyatça gerek intihap ettikleri kavaid-i külliyeye gerek ihtiyar eyledikleri tarz-ı taklide tâbi olmak mecburiyetindeyiz. Çünkü gerek o kavaid-i külliye gerek...