Bazen bize sihir gibi görünen şey, yaşamın henüz anlayamadığımız bir parçasıdır…
Grace Winters hayata küsmüş emekli bir matematik öğretmeni. Günlerini televizyon izleyip kitap okuyarak, beyninin körelmemesi için bulmaca çözerek geçiriyor. Bir zamanlar üstüne titrediği bahçesine bile ilgisini kaybetmiş. Yalnız, yapayalnız hissediyor.
Yıllardır görmediği ve haber almayı beklemediği bir arkadaşının ona bir Akdeniz adasındaki köhne evini miras bıraktığını öğrenince, Grace bir planı ya da cebinde bir ada rehberi olmadan, aklında sorular ve tek yön uçak biletiyle, kendini İbiza’da buluyor.
“Neden ben? Neden bu ev?” Arkadaşının hayatına −ve ölümüne− dair cevaplar İbiza’nın engebeli tepeleri ile altın kumsalları arasında gizli. Parça parça bulabildikleri ise en uçuk hayal gücünün sınırlarını zorlayacak kadar tuhaf. Ve imkânsız gibi duran bütünü̈ görebilmek için Grace, önce kendi geçmişiyle yüzleşmek zorunda.
Dünya çapında bir yayıncılık hadisesine dönüşen Gece Yarısı Kütüphanesi’nin yazarından umudun ve yeni başlangıçların dönüştürücü gücüne dair enfes bir roman.
“İnsan olmanın en güzel yanlarına nüktedan ve şefkatli bir aşk mektubu.” –Benedict Cumberbatch
“Haig’in fantastik bir dünyanın kapılarını araladığı akıl dolu ve dokunaklı romanı, hem bir gizem hem bir aşk hikâyesi. Hayatı tüm zenginliğiyle takdir etmenin mümkün olduğunu gösteriyor.” –Guardian
*
Acıklı Hikâye
Evvel zaman içinde, evrendeki en sıkıcı hayatı yaşayan yaşlı bir kadın varmış.
Doktoru görmek, hayır kurumunun mağazasındaki işlere yardımcı olmak ya da mezarlığa gitmek dışında, tek katlı evinden pek çıkmazmış bu kadın. Artık bahçeyle ilgilenmiyormuş. Çimenleri ne zamandır biçilmemiş, çiçek tarhlarını yabani otlar kaplamış. Haftalık alışverişini telefonla sipariş edermiş. Midlands’ta yaşarmış. Lincolnshire. Lincoln’da. Yetişkin yaşamı boyunca –asırlar önce Hull Üniversitesi’nde okuduğu dönem hariç– hiç ayrılmadığı, kırmızı tuğlalı evlerle dolu o küçük şehirde.
Orayı bilirsin.
Fena yer sayılmasa da sokakları eskisi kadar davetkâr değilmiş. Güzel anılarının çoğunun üzerinin suntayla ya da yırtık pırtık afişlerle kaplandığını görmek ona ağır geliyormuş.
Gündüzleri oturup televizyon izler, zaman zaman kitap okur, beyninin körelmemesi için bulmaca çözer, Wordle oynarmış. Şömine rafındaki saatin tiktaklarını dinleyerek bahçedeki kuşları izler ya da öylece küçük ve boş serasına bakarmış. Bir zamanlar çok meraklı olduğu bahçeye olan ilgisini yitirmiş. Henüz yetmiş iki yaşındaymış ama dört yıl önce kocasının, onun hemen ardından Pomeranian köpeğinin –Bernard’ın– ölmesinin ardından kendini yapayalnız hissediyormuş. Zaten otuz yılı aşkın bir zamandır kendini yalnız hissetmiş hep. Tam olarak 2 Nisan 1992’den beri. Hayatın anlamını ve amacını bir daha hiç bulamamak üzere tümden yitirdiği tarih buymuş. Fakat yalnızlığı son birkaç yıldır tam ve derin bir gerçekliğe dönüşmüş, kendini yüz otuz iki yaşında falan hissetmeye başlamış. Pek tanıdığı yokmuş. Arkadaşları ölmüş, uzaklara taşınmış ya da kendi köşesine çekilmiş. WhatsApp’inde yalnızca iki kişi varmış: İngiliz Kalp Vakfı’ndan Angela ve otuz üç yıl önce Avustralya, Perth’e taşınan görümcesi Sophie.
Fakat geçmişteki bütün acıların içinde, onu en derinden etkileyeni, uzun zaman önce yaşanan o nisan günüymüş hâlâ. Oğlu Daniel’ın ölümü onun için en zoru, en yıkıcısıymış ve bir trajedi bu kadar büyük olduğunda, ağaç gövdesinin dallara ayrılması gibi, başka başka hüzünlere ve başarısızlıklara yol açarmış. Ama hayat devam etmiş. Sonunda kocası Karl’la birlikte tek katlı eve taşınarak olumsuzu olumluya çevirmeyi deneyip başaramamış, sessizlik içinde oturup televizyon izlemiş, radyo dinlemişler. Kocası başından beri ondan çok farklı biriymiş. Hard rock ve fıçı bira seven, özünde sessiz sakin bir tip. Trajedinin en zor yanı, sonrasındaki her şeyi de karartması. Kadınla kocası zaman zaman anılarını paylaşarak teselli buluyorlarmış ama Karl ölünce hayat daha da zorlaşmış çünkü anıların gideceği bir yer kalmamış. Oldukları yerde, kafasının içinde kalıp çürümeye başlamışlar. Aynada kendine her bakışında, yalnızca yarım kalmış bir yaşam görmesinin nedeni buymuş. Görülmeyen bir ormanda, yavaşça devrilmekte olan bir ağaç.
Ayrıca mali açıdan da biraz sıkışmış.
Bütün birikimleri uçup gitmiş. Dolandırıcının teki insanı rahatlatan İskoç aksanıyla, NatWest’ten arayan bir güvenlik danışmanı gibi davranmış, Karl’la birlikte kenara koydukları 23.390,27 sterlini –ihtiyarın kendi budalaca katkısıyla– çalıvermiş. Bu da cingöz karakterlerin ve gülünç denecek kadar salak bir ihtiyarın olduğu (selam!) uzun bir hikâye ama şanslısın ki burada anlatacağım hikâyeye dahil değil.
Her neyse –bizim bu yaşlı hanım– ağrıyan bacaklarıyla öylece oturup yabancılardan gelen e-postaları yanıtlamamaya çalışarak buruş buruş olmuş hayatını boş bir cips paketi gibi nehirde sürüklenmeye bırakmış. Eski anılarıyla yitip giden hayallerini solurken bir an için de olsa ilgisini çekebilen tek şey, küçük arka bahçedeki kuş yemliğine gelen bir ispinoz ya da sığırcıkmış yalnızca.
Özür
Kusura bakma. Biraz yoğun ve melankolik oldu. Kendimden üçüncü şahıs gibi söz etmek. Yalnızca arka planı yaratıyorum. Bu girişe rağmen eğlenceli olacak. Hayattaki birçok eğlenceli şey gibi, bu hikâye de minimum cerrahi müdahaleyle yapılan radyofrekans temelli varis ameliyatıyla başlayacak.
Haz Alamamak
İbiza’ya gitmeye karar verdiğimde tepetaklaktım.
Üstünde yattığım ameliyat masası o kadar geriye yatırılmıştı ki kayıp düşeceğim diye korkuyordum. Duvarda bir ayna vardı. Kırlaşmış bakımsız saçlarıma ve yorgun yüzüme baktığımda, kendimi zor tanıyabildim. Solmuş gibi görünüyordum. Aynalardan olabildiğince uzak dururdum.
Senin anlayacağın, bacaklarımdaki kan akışını tersine çevirmeye çalışıyorlardı. Bacaklarımda Gorgonzola peynirinden daha fazla mavi damar vardı ve onlardan kurtulmam gerekiyordu. Kötü göründükleri için değil, baldırlarımı kaşındırıp morarma yaptıkları için. Teyzem yerinden kurtulup ölümcül pulmoner emboliye dönüşerek havalı bir statüye erişen o kan pıhtısı yüzünden öldüğü için, bendeki pıhtılardan biri benzeri hırslara kapılmadan önce varisli damarları tedavi ettirmek istemiştim. Gereğinden fazla bilgi verdiysem, kusura bakma. Fakat sana karşı olabildiğince dürüst olmaya niyetliyim ve bir işe nasıl başlarsan öyle gider.
Cidden.
Neyse, ben radyoyu dinlerken, damar cerrahı da lokal anestezi için bütün sol bacağıma defalarca iğne vurdu, son iğneye verdiği şirin “arı ısırması” ismi çok yerindeydi. Sonra esas olaya geçtik ve kadın, baldırıma kateterle girip büyük safen damarı 120 derecelik “soğan kavurma sıcaklığıyla” içten patlatacağını söyledi.
“Hissedebilirsiniz…”
Hissettim de. Hoş bir his değildi ama yine de bir histi. Açıkçası yıllardır pek bir şey hissetmemiştim. Yalnızca geçmek bilmeyen belli belirsiz bir hüzün vardı. Anhedoni. Bu sözü bilir misin? Haz yitimi. Hissizlik. İşte, bir süredir ben de böyleydim. Depresyonu yaşamıştım ama bu farklı bir şeydi. Depresyon kadar yoğun değildi. Yalnızca bir yoksunluk haliydi. Sadece vardım. Midemi doldurmak için yiyordum. Müzik benim için şekil verilmiş gürültüden ibaretti. Bense yalnızca, nasıl desem, oradaydım.
Hissedebilirsiniz.
Yani, var olmanın en temel ve gerekli unsurudur, değil mi? Hissetmek. Hissetmeden yaşıyorsan, buna ne denir? Nedir ki bu? Öylece durmak gibi. Kapalı bir lokantanın, sonsuza kadar birilerinin gelip oturmasını bekleyen masası olmak gibi.
“Güzel bir şey düşünün…”
Ne zamandır ilk kez, bir şey düşünmekte zorlanmadım. Esas odaklandığım şeyse en fazla iki saat önce bir avukatlık bürosundan gelen mektuptu.
Ananaslar
Alışılmadık bir mektup almıştım.
Christina van der Berg diye birinin İspanya, İbiza’daki mülkünün bana miras kaldığını bildirmek için yazılmıştı. Christina van der Berg denen bu kadın ölmüş ve mal varlığını bana bırakmıştı. En azından bir bölümünü. Mutlaka bu işte de bir bit yeniği vardır diye düşündüm. Paranı birilerine kaptırmışsan, dünyayı bir hırsız yuvası gibi algılamamak kolay değil. Fakat dolandırılmamış olsaydım bile hiç tanımadığım birinin bana Akdeniz’de bir ev miras bırakacağına inanmak delilik olurdu.
Durumun tam da böyle olmadığını anlamam için biraz zaman geçmesi gerekti. Başka bir deyişle, Christina van der Berg’in yabancı biri olmadığını anlamam biraz uzun sürdü. Onu tanımıyor sayılmazdım. Sorun, o adın bana hiçbir şey çağrıştırmamasıydı. Kulağa çok etkileyici gelen Hollanda esintisi –van der Berg– romanlara yaraşır ayrıksılığıyla aklımı karıştırmıştı. Ama neyse ki Nelson ve Kemp Avukatlık’ın verdiği diğer bilgilerin içinde, bir ara Christina’nın kızlık soyadı da geçiyordu: Papadakis.
İşte bu adı biliyordum.
Christina Papadakis kısa süreliğine müzik öğretmenliği yapmış biriydi. Karl’la tekrar görüşmeye başlamadan önce onunla aynı okulda çalışmıştım. (Karl’la üniversitedeyken birlikteydik ama her şey çok hızlı geliştiği için biraz mola istemiştim.)
Christina’yı çok da iyi tanımadığımı itiraf etmeliyim. Onu çok güzel ve ürkek, çok çekici ve genç bir kadın olarak hatırlıyorum ki 1979 yılında öyle görünebilmek şimdi olduğundan daha zordu. Kalın kâküllü, uzun, siyah saçları vardı ve boncuklu takılar kullanırdı.
Onu şarkıcı Nana Mouskouri’ye benzetirdim ama gözlüksüz haline. Babası gençliğinde, savaştan hemen sonra Yunanistan’dan göç etmişti. Christina, Yunanistan’a hiç gitmemişti sanırım ama benim gibi adalı, taşralı bir kadın için ince Akdeniz zevklerinin sembolüydü. Londra’daki Yunan toplumunun içinde büyürken yediği şeyleri özlüyordu; “halloumi” lafını ilk kez ondan duymuştum. Bol bol meyve yerdi. Mesela öğlenleri yemek kutusundan çıkardığı, koca parçalar haline getirmek yerine özenle kesilip şekillendirilmiş ananas dilimleri beni her seferinde çok etkilerdi. Bir defasında kapısının önünden geçerken “Rainy Days And Mondays”i söylediğini duymuş, bütün sınıfın ağızlar beş karış açık vaziyette hayran hayran onu dinlediğini görmüştüm. Sesi Karen Carpenter’ınkiyle boy ölçüşürdü (o da nuhnebiden kalma başka bir şarkıcıdır). Dünyayı ve zamanı durduracak türden bir sesti.
Her neyse, Noel tatili yaklaşmışken, bir akşam okulda kalmış trigonometri şemalarından birine sim ekliyordum ve –biraz daha zımba teli ararken– onu masasında otururken gördüm. Öylece oturmuş tırnaklarını kemiriyordu.
Ne haddimeyse, iş arkadaşım değil de öğrencimmiş gibi, “Öf, yapma şunu,” deyiverdim, “ojelerin soyulacak.” Tırnaklarını beğenirdim. Sıcak tonlu bir kiremit rengine boyardı. Fakat bilhassa gözlerinin görmeden baktığını görünce, öyle dediğim için kendimi kötü hissettim. Patavatsız biriyimdir. Öteden beri.
“Ay. Özür dilerim,” dedim.
“Lütfen, özürlük bir şey yok,” dedi, yüzünde tebessümlerin en gerginiyle ansızın bana bakarak.
“İyi misin?”
O zaman içini dökmeye başladı. Bir haftadır izinliydi ama ben hiç fark etmemiştim. Bir kriz döneminden geçiyordu. Noel’den nefret ediyordu. Ortadan kaybolan nişanlısı önceki yıl Noel arifesinde ona evlenme teklif etmişti. Bizim oraya yeni gelmiş sayılırdı ve ailesi yoktu. Ben de Noel’i birlikte geçirebileceğimizi söyledim.
Sonra şunlar yaşandı. Christina bana geldi ve birlikte Kraliçe’nin konuşmasını, Goldfinger’ı, Top of the Pops’ta “Sunday Girl”ü söyleyen Blondie’yi izledik. Seyirci karşısında şarkı söylemek istediğini bana o zaman söyledi. Duygudurum dengeleyici olduğu söylenemeyecek Blue Nun şarabından şişe şişe içtik ve evde ananas olmadığı için özür diledim. Gece geç saatlere kadar sohbet ettik.
Başına gelenlerle hiçbir şekilde baş edemiyordu. Artık bu hissi o zamankinden daha iyi anlıyorum. Öğretmenlikte zorlanıyor, yanlış meslek seçmiş olabileceğini düşünüyordu. Hollybrook’taki herkesin böyle hissettiğini söyledim ona. Bir ara İbiza’dan söz etti. Yeni bir on yıla girmek üzereydik ve paket İspanya tatilleri patlama yapmış, Christina oradaki yeni bir otel için şarkıcı ve müzisyenler arandığını duymuştu.
Söyledikleri ilgimi çekmişti. Bana kapalı kutu gibi gelen bu kadına çok fazla soru sordum sanırım. Matematik öğretmenlerine has bir özellik. Bilinmeyen değişkenin değerini bulmamak olmaz.
“Yaşamam gereken ama yaşamadığım bir hayat varmış gibi hissediyorum içimde.”
Tam olarak böyle dememiştir herhalde. Ama bu anlama gelen bir şey söyledi. Dahası da var. “Çok saçma olduğunu biliyorum. İspanyol değilim ki ben, Yunanım. Bir sürü Yunan adası da var. Normalde onlardan birine gitmem gerekir. Dillerini konuşabildiğim için.
Çat pat da olsa. İspanyolca bilmiyorum ve bence dilini konuşabildiğin bir yerde yaşamak daha iyi.”
“İspanyolcayı da öğrenebilirsin. İstiyorsan yapmalısın. Mutlaka yapmalısın.”
“Ama hiç mantıklı değil.”
Orada bana hiç uymayan bir şey söyledim. Ne desem beğenirsin:
“Her şeyde mantık aranmaz.”
Orada çalışabileceği fikri gözlerinde alev alev parladığı için ona istiyorsa mutlaka yapmasını, kimin ne diyeceğine takılmamasını söyledim. Böyle dediğime eminim çünkü çocukluğumdan kalma bir kolyeyi ona verdiğimi hatırlıyorum: Ucunda yolcuların koruyucu azizi, Aziz Kristof ’un olduğu bir kolye. Eskiden Katoliktim ve o ….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıHayat İmkansız
- Sayfa Sayısı368
- YazarMatt Haig
- ISBN9786051983226
- Boyutlar, Kapak14 x 21 cm, Karton Kapak
- YayıneviDomingo Yayınevi / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Piedra Irmağı’nın Kıyısında Oturdum Ağladım ~ Paulo Coelho
Piedra Irmağı’nın Kıyısında Oturdum Ağladım
Paulo Coelho
Adını Simyacı adlı romanıyla duyuran ve dünyanın bütün dillerinde kendine okurlar bulan Paulo Coelho, bu romanında Tanrı’nın kadın yüzünü keşfediyor. Mucizevi bir güce sahip,...
- Sunset Park ~ Paul Auster
Sunset Park
Paul Auster
Brooklyn, Paul Auster’ın her köşesini özümsemiş olduğu kendi coğrafyası. Bu romanı da, Florida’da başlamakla birlikte yine gelip Brooklyn’in Sunset Park semtinde düğümleniyor. Çocukça bir...
- Yabancı ~ Claudia Durastanti
Yabancı
Claudia Durastanti
Her ailenin kendi mitolojisi vardır, ancak bu ailede mitlerin hiçbiri birbiriyle uyuşmuyor. Claudia’nın annesi, babasıyla onu köprüden atlamaktan alıkoyduğunda tanıştığını söylüyor. Babası ise annesini...