Dünya edebiyatının en tartışmalı isimlerinden Anaïs Nin hayatı boyunca başkalarının kaçtığı, cinsellik, kürtaj, ensest, evlilik dışı ilişkiler gibi konuları yazdı. Nin’in, Henry Miller ve eşi June’la ilişkisinden de beslenip kaleme aldığı, “kadın gelişiminin öyküsü” diye nitelendirdiği beş kitaplık İçsel Kentler serisi şairane üslubu ve bireyselliğiyle iz bırakan bir başyapıt oldu. Serinin ikinci kitabı Albatrosun Çocukları ise “Mühürlü Oda” ve “Kafe” adlı iki kısımdan oluşuyor ve Djuna’nın gençliğini anlatarak başlıyor.
Ağlamayı bile sanata dönüştüren Djuna dans okulunda. Öğretmeninin en ufak davranışının bıraktığı etkiler devasa. Atlıkarınca gibi dönen duygular. Yaşlı erkeklerin otoritesi, gençlerin cazibesi. Ve yolların kesiştiği bir kafe. Bir de öteki odalarda kalan erkek ile kadının bitmek bilmez tartışmaları.
Anaïs Nin’den Albatrosun Çocukları, kökleri çocukluğun yaralarına kadar uzanan zaaflara, pusulasız kaybolmaktan korkacağınız içsel kentlere ve insanların sığındığı arzu adalarına dair sarsıcı bir roman.
“Bazılarınca ‘Kadın psikologlarının en mühimi. Bir kadının sanatçı olarak ilk gerçek portresi,’ diye nitelendirildi.” –Kate Millett
“Bu yüzyılın en olağanüstü ve aykırı yazarlarından.” –The New York Times Book Review
İçsel Şehirler serisi 2. kitap
*
1.KISIM
MÜHÜRLÜ ODA
Montmartre’da otobüsten inen Djuna kendini gezici lunaparkın tam ortasında buldu; sağ ayağını kaldırım taşı döşeli yola bastığı an, atlıkarıncanın müziği de mekanik kutusundan boşaldı ve Djuna bu şen şakrak melodinin bütün bu sahneyi, ruh halini, bedenini dönüştürdüğü duygusuna kapıldı; tıpkı çocukken kazandığı dans bursunun, yetimhanedeki yaşamını ansızın koyu bir kâbustan özgürlüğe dönüştürüvermesi gibi.
Sayısız engel, çocukluğuna, yeniyetmeliğine acı yüklemişti; o da koltuk değnekleriyle güçlükle ilerlemeye çalışırken birden, bir gecede havayı, boşluğu ve kendi doğasının hafifliğini keşfettiği bir dansın içinde buluvermişti kendini sanki.
Böylece yaşamı ikiye bölünmüş oldu: Yoksulluktan ağırlaşmış, çıplak ayaklı, yayan çocukluğu; sonra da içsel monoloğunun bestelediği müziğin Djuna’nın ayaklarını dansa sürüklediği gün.
Ne zaman ayak parmaklarını yere doğru gerse şöyle düşünürdü: Öksüzler yurdundan, fakirlikten, geçmişimden dans ederek, döne döne uzaklaştım.
İlk oturdukları dairenin çıplak zeminine basan ayaklarını anımsadı. Sonra yetimhanenin muşamba zeminindeki ayaklarını. “Evlat edinildiği” ve meşru çocuklara bolca dağıtılan sevgiyi fena halde kıskandığı evdeki merdivenleri inip çıkan ayaklarını. O evden kaçan ayaklarını. Hepsini anımsıyordu.
Küt burunlu, mat, zevksiz ayakkabılarını, defalarca onarılmış çoraplarını, vitrinlerdeki yeni, parlak ayakkabılara duyduğu açlığı hatırladı.
Ev işlerinden, ressamlara poz vermekten, modellik yapmaktan, soğuktan, baştan savma onarılmış, ayağına tam oturmayan ayakkabılar yüzünden tabanlarım kaplayan nasırları.
Rüya görmenin şarkı söylemeye, içteki sohbetin müziğe dönüştüğü günü, rüyaların minyatür bir opera olup dünyanın bütün hoyrat, ahenksiz seslerini dışarıda bıraktığı günü.
Ayaklarının cilasız, mat deriden yapılma hapishanede duramaz olduğu ve içsel armonilere uyarak titreşmeye başladığı ânı, ayakkabılarını fırlatıp attığını, yıpranmış elbisesinden kurtulurken koltuk altlarının nasıl söküldüğünü, eteğininse diz yerinden yırtılışını anımsıyordu.
Müziğe dönüşmüş imge seli başından ayaklarına akmış, Djuna kendini görünmez, dev boyutlu bir süvari kılıcıyla ikiye bölünmüş biri gibi hissetmekten kurtuluvermişti.
Dış dünyada, değiştirmeye gücünün yetmediği gizemli, dışsal felaketlere boyun eğmiş bir kadındı; iç dünyasında ise kimsenin uzanamayacağı kadar derinlere sayısız tünel kazmış, yok olmaktan kurtardığa hazinelerini oraya gömmüş ve orada, tanıdığı dünyanın tam da zıddını inşa etmiş bir kadın.
Ama dansın başladığı an bir eriyip kaynaşma gerçekleşti; bir lehimlenme, bir bütünlenme. Bedenin ortasındaki kesik kaynadı, sağaldı ve Djuna hareket eden, devinen tek bir kadın oldu.
İçsel bir ritmin, kafasının içinde çalan bir müzik kutusunun keyfiyle, tahrikiyle ayakları donukluktan, hareketsizlikten kurtuldu, yoksulluğun bataklıklarından, mikroplu havasından fırlayıp çıktı; bu ritim onu kıtalardan, okyanuslardan aşırttı, bir panayır günü Paris’in bir meydanındaki kaldırım taşlarının
üzerine kondurdu; donuk donuk titreşen rengarenk çadırların, özgürce dalgalanan zevk bayraklarının, dervişler gibi dönen atlikarıncaların ortasına bıraktı.
Bir yan sokağa saptı, karanlık bir kapıya tıkladı; bakımsız bir kapıcının açtığı kapıdan geçip basamakları hızla indi ve yeraltinda, geniş bir salona girdi.
Piyanoyu, yeri döven ayakların tapırtısını, bale öğretmeninin sesini daha merdivenlerden inerken duymuştu. Piyanonun her susuşunda hocanın azarlayan, sert sesi ve telaşlı fısıltılar duyuluyordu.
Bazen Djuna girerken sınıf dağılıyor olur, pervaneleri andıran bale tütüleriyle aceleci, küçük kızlar sürtünerek yanından geçerdi; Opera’nın gülüşen, fısıldaşan, tozlu pabuçlarıyla pervaneler gibi uçuşan küçük kızları; geniş odanın loşluğunda savrulan kar taneleri; bedenlerde, harcanan çabanın simgesi çiy damlaları.
Djuna onlarla birlikte koridordan geçip soyunma odasına girdi; ilk bakışta bir bahçeyi andırıyordu bu oda: dev boyutlu papatyalardan farksız kabarık, beyaz bale tütüleri; latinçiçekleri ve gelincikleri çağrıştıran İspanyol tarzı etekler, pamuklu güller, ayçiçekleri; örümcek ağlarından esinlenmiş saç fileleri.
Küçük soyunma odasına yoğun bir yüz kremi, pudra ve ucuz parfüm kokusu egemendi; kızların kahkahaları, itirafları, yıpranmış bale pabuçları, solmuş çiçekler, buruşmuş tüllerden oluşan delice bir karmaşa.
Djuna gündelik giysilerinden kurtulur kurtulmaz bir kez daha o ürpertici dönüşüm anı yaşandı.
Hafif akortsuz piyano, zemindeki titreşimler, ter kokusu… Bu kostüm bahçesinde doğan heyecanı artırıyor, fısıldaşmalara, kıkırtılara eşlik ediyordu.
Djuna bacağını tutunma barına atınca bale öğretmeni yaklaştı, gergin ayak parmaklarının yönünü düzeltmek istercesine, elini onun bacağına koydu.
Kırk yaşında, ince uzun, dimdik, çalımlı bir erkekti; yüzü güzel değildi, yalnızca tavırları, devinimleri hoştu. Yüzü belirsiz, hatları bulanık. Sanki dans bir heykeltıraştı ve onu ele geçirmiş, bütün hareketlerinden bir stil, biçim, zarafet yontarken yüzünü önemsememiş, öylece bırakmıştı.
Onu yönlendirmek, düzeltmek, geliştirmek ya da bir duruşu değiştirmek üzere bedenine konan bu el, Djuna’ya nedense hep aşını sıcak gelirdi.
Erkek onun ayak bileğini tutunca, Djuna bileğinin bir nabız gibi atmaya başladığını hissederdi sanki adam, bileğe ansızın kan hücum etmesini sağlayan bir sihirbazdı. Bu el beline konduğu zaman Djuna bir anda, üstelik son derece keskin bir biçimde belinin farkına varırdı; sanki adam, o beli oyan heykeltıraştı.
Hoca eliyle dansa başlama işaretini verince salt onun bedenini yontmuş, biçimlendirmiş ve kanın akışını özgür bırakmış olmaz, elinin bu tek hareketiyle kanın, devinimlerin, biçimin arasındaki uyumu da sağlamış olurdu; işte o zaman bale dersi bir yaşam dersi olup çıkardı.
Bunun üzerine genç kadın boyun eğer, dans etmeye başlardı; bedenini işleten, denetleyen, uyandıran bu ellerin altında Djuna esnek, uysaldı.
Hocanın gözdesi olduğu yavaş yavaş ortaya çıktı. Giyinirken bağırmadığı tek öğrencisi, oydu. Djuna’nın gelişimine karşı daha coşkulu, hatalarına karşı daha insaflıydı.
Djuna onun ellerine itaat ediyordu; erkek de öteki öğrencilerinin tersine onu dokunuşlarıyla ya da sesindeki sevecen iniş çıkışlarla yönlendirmeyi yeğliyordu.
Djuna’nın onunla birlikte hareket ettiği sürece çok daha iyi dans edeceğini anlamış ve kendi hareketlerinden vazgeçmişti sanki.
Böylece dans kusursuzluğa doğru yol aldı; bu iki kişinin devinimleri arasındaki uyumdan, uzlaşmadan doğan, kadının teslimiyeti, erkeğin egemenliğinden kaynaklanan bir kusursuzluk.
Erkek yorgunsa kadının dansı vasattı. Eğer olanca dikkatini ona yöneltmişse kadının dansı muhteşemdi.
Bale topluluğunun bu tür deneyimlere alışkın kızları fısıldaştılar, kikirdediler: Gözdesi sensin!
Ancak Djuna için o bir erkek değildi. Bale öğretmeniydi. O manyetik zorbalığıyla, bedeninin dayattığı bir saygınlıkla Djuna’nın bedenine hükmedebiliyorsa, nedeni dansın, kadının dansının efendisi olmasıydı.
Ama bir gün dersten sonra Opera’nın küçük kızları gitmiş, geride yalnızca bir ipek, telaş, kar ve koşuşturma yankısı kalmişken erkek onun peşinden soyunma odasına geldi.
Djuna kabarık dans eteğini henüz çıkarmamıştı, balonumsu jüponunu, daracık taytını da; dolayısıyla erkeğin içeriye girişi ona dansın devamı gibi göründü. Yaklaştığı, tek dizini gösterişli bir selamlamayla kırdığı, Djuna’nın devasa bir çiçek gibi kabarmış olan eteğini kucakladığı zaman dans sürüyordu sanki. Djuna bendesinin sadakatini kabul eden bir kraliçeymişçesine elini onun başına koydu. Etek, göbeğine konacak öpücüğü karşılamak üzere, mutlak olgunluğa erişmiş bir çiçek gibi açılırken, erkeğin tek dizi hâlâ yerdeydi.
Eteğin taçyapraklarının arasına sığınan, saklanan bir öpücük. Sonra hoca, piyanistle konuşmak için stüdyoya döndü; o, kadına yarın geleceği saati söyler, parasını öderken Djuna da giyindi, ılıklığını, ürpertisini, korkularını örttü.
Erkek onu kapıda bekliyordu; zarif, toparlanmış.
“Neden benimle kafeye gelmiyorsun; biraz otururduk,” dedi. Djuna onu izledi. Clichy Meydanı fazla uzak sayılmazdı; hep canlı, cıvıl cıvıl bir yerdi ama şimdi panayır nedeniyle her zamankinden de hareketliydi.
Hızla dönen atlıkarıncalar. Kapısına Arap kilimleri asılmış küçük kulübelerde fal bakan çingeneler.
Seramik güvercinlere ateş eden, karıları için kristal tabak çanak kazanan işçiler.
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) +18 Kitaplar Roman (Yabancı)
- Kitap AdıAlbatrosun Çocukları
- Sayfa Sayısı128
- YazarAnais Nin
- ISBN9786257737326
- Boyutlar, Kapak13,5x21 cm, Karton Kapak
- Yayıneviİthaki Yayınları / 2020
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Güneş Batarken ~ Osamu Dazai
Güneş Batarken
Osamu Dazai
Savaş sonrası Japonyası’ndaki kültürel yıkımının toplumsal izdüşümünü ve bireyin kalabalıklar karşısında giderek yabancılaşarak insani değerlerini yitirişini ustalıkla işleyerek tüm zamanların en çok okunan eserlerine...
- Ucube Kocakarılar ~ Terry Pratchett
Ucube Kocakarılar
Terry Pratchett
“Müdahale etmeme meselesine ne oldu?” diye sordu Magrat. “Bu gerçek bir müdahale değil,” dedi Ogg Ana huzursuzca. “Bu yalnızca işlerin yolunda gitmesine yardımcı olmak....
- Ay’a Kulak Ver ~ Michael Morpurgo
Ay’a Kulak Ver
Michael Morpurgo
“Ay, gökyüzündeki yıldızların arasında süzülüyor; ara sıra bulutların arasında kaybolsa da, sanki bir koruyucu melek gibi bizi takip ediyordu. Ay’a mırıldanıyordum; söz verdiğim gibi,...