Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Arsen Lüpen – Oyuk İğnenin Esrarı
Arsen Lüpen – Oyuk İğnenin Esrarı

Arsen Lüpen – Oyuk İğnenin Esrarı

Maurice Leblanc

Bir silah sesiyle başlayan ve Rubens’in dört yağlı boya tablosunun çalınmasıyla devam eden macerada Arsen Lüpen, kendisini yakalamak isteyenlerle kedinin fareyle oynadığı gibi oynuyor.

O, kurnaz, yakışıklı, türlü zorlukların içinden sıyrılıp çıkmayı başaran, hazır cevap bir suç dehası!
O, polisi parmağının ucunda oynatan cesur bir antikahraman…
O, klasik kötü karakter klişelerini yıkıp geçen, dünyanın en centilmen hırsızı!
O, Arsen Lüpen!

Bir silah sesiyle başlayan ve Rubens’in dört yağlı boya tablosunun çalınmasıyla devam eden macerada Arsen Lüpen, kendisini yakalamak isteyenlerle kedinin fareyle oynadığı gibi oynuyor. Dahası Sezar’dan başlayarak zamanımıza kadar süregelen müthiş bir sırrı ortaya çıkarıyor. Bu öyle bir sır ki, hem Fransa’nın güçlü bir devlet olarak devamının garantisi, hem de dünyanın en büyük hazinelerinden birine açılan gizemli bir kapı…

Lüpen, bu meşhur hazineye kavuşmaya çalışırken, karşısında rakip olarak müthiş zeki bir lise öğrencisi buluyor. Üstelik ünlü İngiliz dedektif Herlock Sholmes de işin içinde… Bütün engellere rağmen Lüpen, amacına ulaşacak mı? Hayatında ilk defa ölümüne sevdiği kadına kavuşacak mı?

Klasikleşen kahramanı Arsen Lüpen’le hayal gücünün sınırlarını zorlayan Maurice Leblanc’tan, nefes kesici bir macera!

I
SİLAH SESİ

Raymonde kulak kabarttı. Üstüste duyduğu tıkırtılar, gecenin sessizliğini bozan hışırtılardan çok farklıydı; fakat o kadar hafifti ki yakından mı yoksa uzaktan mı geldiğini kestiremedi, koskoca şatonun duvarlarından mı yoksa dışarıdaki tenha parktan mı?

Usulca ayağa kalktı. Penceresi yarı açıktı, kanatlarını iterek açtı. Etraf sakindi. Ay ışığı çimenliklerle fundalıkları aydınlatıyordu. Eski kilise harabesi -ki kırık dayanaklardan, yıkık sütunlardan ve kemerlerden oluşmaktaydı- ufkun hüzünlü gölgesi gibiydi. Hafif bir rüzgâr tüm bunları yalayarak çıplak ağaçların kımıltısız dallarını okşuyor, fundalıkların ufak yapraklarıyla çiçek açmaya yüz tutmuş tomurcuklarını hışırdatıyordu.

Derken aynı ses bir kez daha duyuldu. Binanın sol tarafından geliyordu, şatonun batı kanadındaki salondan.

Genç kız ürkmedi, cesaretliydi. Yine de içine bir korku düştü. Sabahlığını üzerine geçirdikten sonra eline kibrit kutusunu aldı.

“Raymonde… Raymonde…”

Fısıltı halinde bir sesti bu ve yandaki, kapısı açık odadan geliyordu. Karanlıkta yürüyeyim derken yeğeni Suzanne, kendini onun kollarına attı:

“Raymonde… Sen misin? … Duydun mu?”

“Evet… Sen hâlâ uyumadın mı?”

“Galiba beni köpek uyandırdı… Ama epey oldu. Artık havlamıyor. Saat kaç acaba?”

“Dörde geliyor.”

“Duyuyor musun? Salondan ayak sesleri geliyor!”

“Korkma Suzanne, baban orada.”

“Ama o tehlikede. Ufak salonun yanındaki odada kalıyor.”

“Bay Daval da var ya…”

“Ama şatonun ta öbür ucunda… Bir şey olsa duyamaz ki!” Tereddüt ettiler, ne yapacaklarına karar veremediler. Seslenseler? İmdat diye bağırsalar? Cesaret edemediler, kendi seslerinden bile ürküyorlardı. Suzanne pencereye yanaştı, neredeyse çığlığı basacaktı.

“Aşağıda bir adam var… Havuzun yanında.”

Gerçekten de bir adam, hızlı adımlarla oradan uzaklaştı. Kolunun altında büyücek bir şey taşıyordu; ne olduğunu anlayamadılar, ama o şey ikide bir ayağına çarparak yürümesini güçleştiriyordu.

Adam eski kiliseyi geçerek küçük kapıya koştu. Kapı açık olmalıydı, çünkü menteşelerin gıcırtısı işitilmedi ve adam bir anda gözden kayboldu.

“Salondan çıktı,” diye kekeledi Suzanne.

“Hayır, merdivenden inip girişteki holden geçseydi sol taraftan çıkması gerekirdi… Yoksa…”

Akıllarına gelen bir şey onları irkiltti. Pencereden sarktılar baktılar. Alt tarafta, birinci kata dayalı bir merdiven gördüler. Hafif bir ışık, taş balkonu aydınlatıyordu. Koltuğunun altında aynı şekilde bir şey taşımakta olan ikinci bir adam, balkon parmaklıklarını aşarak merdivenden aşağı indi ve öbür adamın gittiği yola koştu.

Dehşet içinde kalan Suzanne, bitkin bir şekilde diz çökerek kekeledi:

“Bağıralım! Yardım isteyelim!..”

“Kim gelir ki? Baban mı?.. Ya evde başkaları varsa, o zaman ona saldırmazlar mı?”

“Hizmetçileri uyandırsak?.. Senin zilin onların katından duyuluyor.”

“Evet, evet… İyi fikir… Keşke hemen gelseler!” Raymonde, yatağının baş ucundaki zile bastı. Üstlerindeki dairede zil çaldı, zil sesi aşağıdan duyuluyordu yani. Ama sessizlik bozulmadı, bu da onları çok korkuttu. Rüzgârın salladığı yaprakların hışırtısı da artık duyulmuyordu.

“Korkuyorum… Korkuyorum…” diye yineledi Suzanne.

Aşağı kattan gelen gürültü, gecenin sessizliğini birden bozuverdi; eşyalar devrildi, önce bir çığlık, sonra dehşet saçan, boğuk bir inilti duyuldu:

Boğazlanan bir adamın hırıltısıydı bu. Raymonde kapıya atıldı. Suzanne çaresizce onun koluna sarıldı:

“Hayır… Beni yalnız bırakma… Korkuyorum.”

Raymonde onu itti ve koridora çıktı; Suzanne bağırarak yalpalaya yalpalaya onun peşinden yürüdü. Raymonde önce merdiven başına geldi, sonra basamakları inerek salonun kapısına yüklendi, ama kapı eşiğinde kalakaldı. Bu arada kendisine yetişen Suzanne, oracıkta yığıldı kaldı.

Üç adım ötede bir adam durmaktaydı, elinde bir cep feneri vardı.

Adam fenerin ışığını iki kadının yüzüne doğrultunca ışık onların gözünü kamaştırdı. Sonra hiç acele etmeden, sanki hiçbir şey olmamışçasına, sakin bir hareketle yerden kasketini, bir kâğıt parçasını ve iki de saman çöpünü aldıktan sonra halıdaki ayak izlerini sildi; balkona yürüdü, genç kızlara dönerek önlerinde derin bir reverans yaptıktan sonra atlayıp gitti.

Suzanne hemen babasının yatak odasını büyük salondan ayıran ufak odaya koştu. Ama içeri girer girmez gördüğü manzara karşısında dehşetten kaskatı kesildi.

Odaya süzülen solgun ay ışığında, yerde yan yana hareketsiz yatan iki vücut gördü.

“Baba! Baba! Ne oldu? Neyin var?” diye korku içinde haykırdı, sonra öbür adama baktı.

Az sonra Kont Gesvres kımıldadı. Boğuk bir sesle fısıldadı:

“Korkma… Ben yaralı değilim… Sen Daval’a bak! Yaşıyor mu? Bıçak?.. Bıçak ne oldu?”

Aynı anda ellerinde mumlarla iki uşak geldi. Raymonde diğer vücudun üzerine eğildi; bu, babasının en güvendiği sekreteri Jean Daval’dı. Yüzü çoktan ölümün solgun örtüsüne bürünmüştü.

Bunun üzerine Raymonde ayağa kalktı, salona geçti, duvardaki tüfeği aldı, doldurdu ve balkona koştu. Kaçan adam merdivenden ineli elli ya da altmış saniye olmuştu. Fazla uzaklaşmış olamazdı, ancak peşinden kimse gelmesin diye de merdiveni yana çekmişti.

Az sonra genç kız onu gördü, eski kilise harabesine yürüyordu. Tüfeğini doğrulttu, hiç acele etmeden nişan aldı ve ateş etti. Adam yere düştü.

“Vurdunuz onu, bravo!” dedi uşaklardan biri. “Yakaladık sayılır. Ben aşağı koşayım.”

“Hayır, Victor; bak yine ayağa kalktı… Sen merdivenden in, küçük kapıya koş. Kaçsa kaçsa oradan kaçar.”

Victor koştu, ama daha parka ulaşamadan adam yine yere düştü. Raymonde diğer uşağa seslendi:

“Albert, sen git bak bakalım, büyük kemerin yanında…”

“Evet, çimenlerde sürünüyor. Artık kaçamaz…”

“Sen onu buradan gözetle.”

“Kaçmasına imkân yok. Sağda kilise harabesi, solda dümdüz çimenlik…”

“Victor, sen de sol taraftaki küçük kapıyı tut,” dedi Raymonde, tekrar silahını kavrayarak.

“Aşağı gitmeyin, hanımefendi.”

“Yoo, gideceğim,” diye cevap verdi genç kız, bir el hareketiyle kestirip attı. “Bırak beni, bir kurşunum daha var. Kımıldarsa ateş ederim.”

Odadan çıktı. Az sonra Albert, onun harabeye gittiğini gördü. Pencereden seslendi:

“Kemerin arkasına geçti. Onu artık görmüyorum… Dikkat edin, hanımefendi!”

Raymonde, adamın yolunu kesmek için harabenin etrafında dolaştı. Albert onu gözden kaybetti. Aradan birkaç dakika geçtiği halde onu hâlâ görmeyince huzuru kaçtı; bir yandan harabelerden gözlerini ayırmazken aynı anda dayalı merdiveni kendine çekerek çarçabuk aşağı indi ve adamı en son gördüğü yere koştu. Otuz adım sonra, Victor’a seslenen Raymonde’un yanına vardı.

“Ne var?” diye sordu.

“Kaçması imkânsız,” Bu kez cevap veren Victor’du. “Küçük kapıdan kaçmasın?”

“Ben şimdi oradan geliyorum. İşte anahtarı.”

“Yine de bir bakalım.”

“Ohoo, bu oyunu kaybetti demektir. On dakika içinde yakalarız o serseriyi!”

Silah sesine uyanan başka bir çiftlik sahibiyle oğlu çıkageldi; evleri oldukça uzaktı, evin sağ tarafına düşüyordu.

Ancak gelirken kimseye rastlamamışlardı.

“Lanet olsun!” diye söylendi Albert. “O serseri kaçmış olamaz! Buralarda bir yerde olmalı…”

Gayretle avlarının peşine düştüler; her çalılığa baktılar, harabelikteki sütunları saran asma filizlerini kesip kopardılar.

Manastır kapalıydı, bir camı bile kırılmamıştı. Binanın etrafında dolaştılar, her köşesini araştırdılar. Fakat bir sonuç alamadılar.

Bu arada bir şey dikkatlerini çekti: Raymonde’un adamı vurup düşürdüğü yerde sarı renkte meşinden bir şoför kasketi vardı! Başka bir şey bulamadılar.

Sabahın saat altısında Ouville-la-Riviêre’deki jandarma karakoluna haber verildi. Hemen çıkıp geldiler. Hiç vakit kaybetmeden Dieppe savcılığına elden gönderdikleri bir mektupta cinayetin nasıl işlendiği, suçlunun yakalanmasının an meselesi olduğu, kasketinin ve suç aleti olan bıçağın da bulunduğu bildirildi. Saat onda şatoya inen bayırdan iki araba çıkageldi. Birinde sorgu hâkimiyle komiser bulunuyordu; üstü açık olan diğer arabadaysa Paris’in en büyük gazetelerinden biri olan Journal de Rouen’dan iki muhabir…

Eski şatoya yaklaştılar. Bir zamanlar burada Ambrumésy Manastırı’nın rahipleri otururdu. Kont Gesvres, Fransız Devrimi sırasında tahrip edilen şatoyu yeniden yaptırmıştı; yirmi yıldan beri de içinde oturuyordu. Dört duvar arasında inşa edilen bu şatonun bahçesinde koskoca bir saat vardı; her iki taraftan yükselen birer merdiven, girişteki taş terasta son buluyordu. Park duvarlarının ardından bakıldığında Normandie Ovası, Sainte Margeurite ve Varengeville köyleri arasından da denizin mavi çizgisi görülüyordu.

Bu şatoda Kont Gesvres, kızı Suzanne’la birlikte yaşıyordu. Suzanne güzel ve narin bir kızdı, sarışındı; iki yıl önce anne ve babasını kaybeden yeğeni Raymonde Saint Véran’ı da yanına almıştı. Şatoda hayat sakin ve yeknesaktı. Arada sırada komşular ziyarete geliyordu. Yaz aylarında kont, hemen her gün iki kızı alıp Dieppe’e gidiyordu. Kont iri yarı, gösterişli bir adamdı; saçları ağarmıştı, ama hâlâ yakışıklıydı. Kendi servetini kendi idare ediyordu; çiftlik işlerini de sekreteri Jean Daval ile birlikte yürütüyordu.

Sorgu hâkiminin gelir gelmez yaptığı ilk iş, jandarma başçavuşu Quevillon’dan bilgi almak oldu. Suçlu henüz tutuklanmamıştı. Parkın bütün çıkış noktalarına nöbetçi konmuştu, buradan kaçmak imkânsızdı.

Önce giriş katındaki oturma ve yemek odasından geçilerek birinci kata çıkıldı. Salondaki kusursuz düzen, hemen dikkatlerini çekti. Tüm eşyalar yerli yerindeydi. Sağ ve soldaki duvarlarda eski Germenlerden kalma çok kıymetli halılar asılıydı. Dipteki duvarda da Barok stili çerçevelerde mitolojik figürlerin yer aldığı dört harika yağlı boya tablo vardı; ünlü ressam Rubens tarafından yapılmıştı. Tüm bunlar Kont de Gesvres’e, soylu bir İspanyol olan Marki de Bobadilla’dan miras kalmıştı.

“Cinayet sebebi hırsızlıksa şayet,” dedi sorgu hâkimi Bay Filleul, “bu salona dokunulmadığı kesin.”

“Kim bilir?..” dedi komiser; sorgu hâkimiyle hep aksi fikirde olurdu nedense.

“Öyle deme, bir hırsız olsa bu halılarla resimleri almadan gitmezdi.”

“Belki zaman bulamadı.”

“Göreceğiz bakalım.”

Aynı anda Kont Gesvres ve doktor odaya girdi. Kont, hırsızlığın kurbanı kendi değilmişçesine iki adamı selamladı. Sonra da ufak odanın kapısını açtı.

Cinayetten sonra doktorun dışında kimsenin girmediği oda, salonun tam aksine darmadağındı. İki iskemle yere devrilmişti, masa kırılmıştı; ufak tefek eşya, örneğin bir seyahat saati, bir cüzdan ve bir mektup kâğıdı kutusu yere atılmıştı. Beyaz kâğıtlardan bazıları kana bulanmıştı.

Doktor, ölünün üzerindeki örtüyü çekti. Jean Daval, her zamanki kadife giysisi ve kabaralı çizmeleriyle sırt üstü yatmaktaydı, bir kolu başının altında kalmıştı. Gömleği çıkarılmıştı, göğsünde geniş bir yara vardı.

“Hemen ölmüş olmalı,” diye açıkladı doktor. “Bir bıçak darbesi işini bitirmiş.”

“Herhalde salondaki şöminede gördüğüm meşin kasketin yanındaki bıçakla öldürüldü,” dedi sorgu hâkimi.

“Evet, öyle,” diye doğruladı kont. “Bıçak burada bulundu. Salondaki koleksiyondan alınmış; yani yeğenim Bayan Saint Véran’ın tüfeğini aldığı dolaptan. Kasket de katile ait tabii.”

Bay Filleul odayı iyice aradı, doktora birkaç soru sordu; sonra konttan gördüklerini ve bildiklerini anlatmasını rica etti.

“Beni Jean Daval uyandırdı, zaten uykum kaçmıştı; ayak sesleri duyar gibi oldum. Gözlerimi açınca, birden onu yatağımın ayak ucunda gördüm. Elinde bir mum vardı ve şimdiki gibi giyinmişti; çünkü kendisi hep gecenin geç saatlerine kadar çalışırdı. Çok heyecanlı gözüküyordu, usulca, ‘Salonda biri var!’ dedi. Gerçekten ben de bir gürültü işittim. Yataktan kalktım, kapıyı bir parmak araladım. Aynı anda salona açılan öbür kapı itildi ve eşikte bir adam belirdi. Herif üzerime atılarak şakağıma bir yumruk patlattı ve beni yere yıktı. Tüm bunları size ayrıntıya girmeden anlatıyorum; çünkü en önemli olaylar çok kısa bir zaman içinde gerçekleşti.”

“Sonra?”

“Sonrasını bilmiyorum… Tekrar kendime geldiğimde Daval, yanı başımda yatıyordu. Ölmüştü!”

“Şüphelendiğiniz biri var mı?”

“Yok.”

“Bir düşmanınız var mı?”

“Yok.”

“Bay Daval’ın da yok muydu?”

“Daval’ın mı? Düşmanı mı? O dünyanın en iyi insanıydı. Yirmi yıl yanımda sekreter olarak çalıştı, kendisine çok güvenirdim. Tüm ilişkilerinde sevgi ve arkadaşlık hâkimdi, başka türlüsünü görmedim.”

“Yine de bir soygun ve bir cinayet gerçekleşti, bunun bir nedeni olmalı.”

“Nedeni mi? Var tabii: Hırsızlık!”

“O zaman bir şeyler çalındı?..”

“Hayır.”

“Ee?”

“Çalınan ya da eksilen bir şey olmasa da adam beraberinde bir şey alıp götürdü.”

“Neymiş o?”

“Bilmiyorum. Ama kızımla yeğenim size anlatacaklardır; ikisi de kollarının altında oldukça ağır bir şey taşıyan iki adamın parkı yürüyerek geçtiğini görmüşler.”

“Rüya görmüş olmasınlar?!”

“Rüya mı? Hani neredeyse ben de buna inanacağım, çünkü sabahtan beri durmadan her yeri arıyorum; aklımdan türlü şeyler geçiyor.”

İki kızı büyük salona çağırdılar. Suzanne hâlâ solgundu, titriyordu; ağzından tek laf çıkmadı. Raymonde ise daha enerjik, daha yürekliydi; parlak kahverengi gözleriyle yeğeninden çok daha güzeldi. Gece olanları ve yaptıklarını anlattı.

“Emin misiniz, hanımefendi?”

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Arsen Lüpen – Kontes Cagliostro ~ Maurice LeblancArsen Lüpen – Kontes Cagliostro

    Arsen Lüpen – Kontes Cagliostro

    Maurice Leblanc

    Arsen Lüpen’in doğuşunu anlatan macera başlıyor! Arsen Lüpen’in ünlü ve yetenekli bir hırsıza nasıl dönüştüğünün, ilk aşkının, evliliğinin ve hayatı boyunca cevabını arayacağı soruların ortaya çıkışının hikâyesi bu.

  2. Arsen Lüpen – Herlock Sholmes’e Karşı ~ Maurice LeblancArsen Lüpen – Herlock Sholmes’e Karşı

    Arsen Lüpen – Herlock Sholmes’e Karşı

    Maurice Leblanc

    Herlock Sholmes, Arsen Lüpen’in sırlarını bir bir ortaya çıkarırken Lüpen bütün soğukkanlılığıyla sevdiklerini ve sıradışı hayatını korumaya çalışıyor!

  3. Arsen Lüpen – Saat Sekizi Vurdu ~ Maurice LeblancArsen Lüpen – Saat Sekizi Vurdu

    Arsen Lüpen – Saat Sekizi Vurdu

    Maurice Leblanc

    Güzel ve talihsiz Hortense Daniel'in kalbini kazanmaya kararlı centilmen hırsız bu kez dedektifliğe soyunuyor.

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Som Altın Bebek ~ Margaret DrabbleSom Altın Bebek

    Som Altın Bebek

    Margaret Drabble

    “Dünyayı yerinden oynatan orgazmlarla perişan düşüp sırılsıklam olurken bir gün hepimiz arınabiliriz.” Sohbet arasında ağzından dökülen bu cümleleriyle hayattaki cesur duruşu hakkında ipucu veren...

  2. Gül Ağacı Sokağı ~ Debbie MacomberGül Ağacı Sokağı

    Gül Ağacı Sokağı

    Debbie Macomber

    Her şeye rağmen hayatımızı anlamlı kılan insanlar varsa yaşamak için hâlâ bir sebebimiz var demektir… Sevgili Dostlarım, Cedar Cove’a hoş geldiniz! Olivia, Grace, Charlotte,...

  3. Ebenezer Le Page’in Kitabı ~ Gerald Basil EdwardsEbenezer Le Page’in Kitabı

    Ebenezer Le Page’in Kitabı

    Gerald Basil Edwards

    Aynı şeyin onlarca Guernseyli çocuğun başına geldiğini gördüm. Ada’dan kaçacağım diye ölüp biterler, ama bir kez gidince de dönmek için her şeyi yaparlar. Bu...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur