O, kurnaz, yakışıklı, türlü zorlukların içinden sıyrılıp çıkmayı başaran, hazır cevap bir suç dehası!
O, polisi parmağının ucunda oynatan cesur bir antikahraman…
O, klasik kötü karakter klişelerini yıkıp geçen, dünyanın en centilmen hırsızı!
O, Arsen Lüpen!
Paris’te esrarengiz bir adamın peşine düşen “Pırlanta Kralı” Rudolf Kesselbach, bir sabah otel odasında ölü bulunur. Cesedin üzerinde Arsen Lüpen’in kartviziti vardır. Her koşulda adam öldürmekten kaçınan Arsen Lüpen, bu defa cinayet suçlamasıyla karşı karşıyadır. Cinayetler devam ederken tüm işaretler hâlâ hırsızı göstermektedir. Ne var ki Arsen Lüpen, kıvrak zekâsı ve vicdanı sayesinde gerçekleri gün yüzüne çıkarırken Alman İmparatoru’nu peşinden sürükleyecek güce sahip olduğunu kanıtlar. Peki ama cinayet suçlamalarından kurtulabilecek midir? İmparator’a verdiği sözü tutabilecek midir? “813” sayısının gizemini çözebilecek midir?..
Klasikleşen kahramanı Arsen Lüpen’le hayal gücünün sınırlarını zorlayan Maurice Leblanc’tan, nefes kesen bir macera!
I
KAN GÖLÜ
1
Rudolf Kesselbach salon kapısının eşiğinde birden durdu, sekreterinin kolunu yakalayarak huzursuzca mırıldandı:
“Buraya yine biri girmiş, Chapman.”
“Yapmayın efendim,” diye karşı çıktı sekreter. “Ön kapıyı az önce siz açtınız, lokantada yemek yerken de anahtar hep cebinizdeydi.”
“Buraya yine biri girmiş, Chapman,” diye yineleyen Kesselbach şöminenin üzerindeki bavulunu işaret etti. “İşte kanıtı. Bavul kapalıydı.
Oysa şimdi açık.”
“Kapadığınıza emin misiniz, efendim? Zaten içinde önemli bir şey yoktu, tıraş takımı falan…”
“Önemli bir şey olmadığı doğru; çünkü buradan ayrılmadan önce, ne olur ne olmaz diye, cüzdanımı yanıma almıştım. Ayrıca… Hayır, Chapman; biz yemek yerken biri buraya girmiş.”
Telefon duvarda asılıydı. Ahizeyi eline aldı.
“Alo… Kesselbach konuşuyor… 415 numaralı daire… Çok önemli…
Hanımefendi, emniyet müdürlüğünü bağlayın lütfen. Numarayı biliyorsunuz, değil mi? Güzel, teşekkürler. Bekliyorum.”
Bir dakika geçti.
“Alo? Alo? Emniyet Müdürü Bay Lenormand’la konuşmak istiyorum.
Ben Kesselbach… Alo? Tabii tabii, Bay Lenormand meseleyi biliyor.
Onun yetkisiyle telefon ediyorum. Ne? Orada yok ha… Kiminle görüşüyorum? Müfettiş Gourel’le mi? Haa, Bay Gourel, ben dün Bay Lenormand’la konuşurken galiba siz de oradaydınız. Bakın bayım; bugün de aynı şeyler tekrarlandı. Daireme girdiler. Buraya gelirseniz ipuçlarını gösterebilirim… Bir iki saat sonra mı? Harika. 413 numaralı daireyi sorarsınız size gösterirler. Tekrar teşekkür ederim.”
Paris’i dolaşmaya gelmiş ve servetinin yüz milyon franktan daha fazla olduğu tahmin edilen multimilyoner Rudolf Kesselbach -diğer adıyla Pırlanta Kralı ya da Capetown’ın Efendisi – Palace Otel’in dördüncü katındaki 415 numaralı dairede kalıyordu. Sağ taraftaki iki büyük oda, yani salonla yatak odası Judée Sokağı’na bakıyordu; sol taraftaki odada ise yardımcısı Chapman kalıyordu. Bu odaların arkasına düşen beş oda ise şu anda Monte Carlo’da bulunan Madam Kesselbach için tutulmuştu; kadın, kocası çağırdığında gelecekti.
Rudolf Kesselbach birkaç dakika endişeli bir yüzle odanın içinde bir aşağı bir yukarı volta attı. İri yarı bir adamdı; teninin canlılığı, ne kadar sağlıklı olduğunun göstergesiydi, genç sayılırdı. Altın çerçeveli gözlüklerinin ardındaki dalgın bakışlı, açık mavi gözleri, yüzüne uysal ve çekingen bir ifade verirken köşeli alnı ve çıkık avurtları, enerjik bir adam olduğunu kanıtlıyordu.
Pencereyi kontrol etti, kapalıydı. Zaten pencereden odaya nasıl girilebilirdi ki? Daireye ait balkon sağ tarafa düşüyordu ve kapısı kilitliydi. Sol tarafı da Judée Sokağı’na bakan dairelerden bir duvarla ayrılmıştı.
Yatak odasına gitti, buradan öteki odalara geçiş yoktu. Yardımcısının odasına geçti: Karısı için ayrılmış beş odanın da kapısı kilitliydi, üstelik sürgülenmişti.
“Hiçbir anlam veremiyorum, Chapman. Tekrarlanan şeyler keşfettim şimdi. Acayip şeyler yani, sen de hak vereceksin. Dün yine bastonumun yerini değiştirmişler. Evvelsi gün de evraklarımı karıştırmışlar… Bu nasıl iş böyle?”
“Olamaz efendim,” dedi Chapman, namuslu bir adam izlenimi veren yüzünde kıl kıpırdamadı. “Bunlar hep vesvese, elinizde kanıt yok. Sadece size öyle geliyor… Ayrıca bu daireye sadece ön kapıdan girilir. Buraya gelişinizin ilk günü özel bir anahtar yaptırdınız, bu anahtarın eşi de uşağınız Edwards’da. Ona güvenmiyor musunuz?”
“Güvenmez olur muyum! On yıldır yanımda çalışıyor… Ama gördüğün gibi, Edwards bizimle aynı zamanda yemek yiyor. Bundan böyle biz geldikten sonra aşağı gitsin, orada yesin.”
Chapman belli belirsiz omuz silkti. Pırlanta Kralı, anlamsız korkularıyla bazen gülünç oluyordu. Bir otelde insan nasıl bir tehlikeyle karşılabilirdi? Hele yanında kıymetli bir eşya ya da yüklü meblağlada para falan taşımıyorsa?..
Holdeki kapının açıldığını işittiler. Gelen Edwards’tı. Kesselbach seslendi:
“Resmî mi giyindin, Edwards? Çok iyi! Bugün misafir beklemiyorum. Ama dur bakayım, bir kişi gelecek: Bay Gourel. O zamana kadar aşağıda bekleyip kapıyı kolla. Bay Chapman’la burada yapacak önemli işlerimiz var.”
Bu önemli işler biraz uzun sürdü; Kesselbach gelen mektuplara baktı, üç dört tanesini üstünkörü okuduktan sonra gerekli yanıtları yazdırttı. Chapman tam kalemini kaldırmışken, Kesselbach’ın dikkatini mektuptan daha başka bir şeye çevirdiğini fark etti. Adam parmaklarının arasında kanca şeklinde bükülmüş siyah bir iğne tutmaktaydı.
“Bak Chapman, masanın üzerinde ne buldum. Bu kıvrık iğnenin bir anlamı olmalı. Bu bir kanıt. Hâlâ bana bu odaya kimsenin girmediğini söyleme, herhalde bu iğne buraya kendiliğinden gelmedi.”
“Tabii kendiliğinden gelmedi. Onu buraya ben getirdim.”
“Niçin?”
“Kravatımı yakama tutturmak için. Siz dün akşam kitap okurken iğneyi kravatımdan çekip çıkardım, bu arada eğmiş olmalıyım.”
Kesselbach öfkeyle yerinden fırladı, odada birkaç adım attıktan sonra durdu:
“Gülüyorsun ama… Haklısın, Chapman… Capetown’a yapmış olduğum son gezimden bu yana sinirlerimin bir hayli yıprandığını itiraf etmeliyim. Evet… Hayatıma yeni bir şey girdiğinden haberin yok tabii. Muazzam bir proje… Düşünemeyeceğin kadar büyük… Önce belli belirsizdi, ama ana hatları artık belli oldu. Fevkalade bir şey olacak. Aklın durur, Chapman. Para mı? Vız gelir tırıs gider… Gereğinden fazla param var benim. Ama bu proje paradan da kıymetli; bunun anlamı nüfuz, iktidar ve otorite. Düşündüklerim gerçekleşecek olursa sadece Capetown’ın efendisi olmakla kalmayacak, başka yerlere de hükmedeceğim. Rudolf Kesselbach, bakırcının oğlu, bundan böyle kendisine tepeden bakanlarla aynı seviyede olacak; hatta onlardan bir basamak daha yüksek bir yerde bulunacak, Chapman; onların üstüne çıkacak, bundan emin olabilirsin. Eğer şimdiye kadar…” Konuşmasını kesip Chapman’a baktı, heyecana kapılarak çok konuştuğuna pişman olmuştu. “Şimdi huzursuzluğumun sebebini anlıyorsun değil mi, Chapman… Bu çok kıymetli fikir, kafamın içinde… Bu fikir sayesinde belki de… Bana pusu kurdular, bundan eminim…”
Zil sesi duyuldu.
“Telefon,” dedi Chapman.
“Sakın şey olmasın?..” diye mırıldandı Kesselbach.
Ahizeyi eline aldı.
“Alo? Kim? Albay mı? Evet, benim… Yeni bir şey var mı? Harika… İyi, sizi bekliyorum… Adamlarınızla mı geliyorsunuz? Çok güzel… Alo? Hayır, kimse bizi rahatsız etmez. Gerekli talimatı vereceğim ben. O kadar ciddi mi?.. Tekrar ediyorum, her şeyi ayarlayacağım… Sekreterimle uşağım, içeri kimsenin girmemesi için kapıya göz kulak olacaklar. Yolu biliyorsunuz, değil mi? Tamam o zaman, hiç vakit kaybetmeyin.”
Telefonu yerine koydu:
“Chapman, iki bey gelecek. Evet, iki bey… Edwards onları içeri alsın.”
“Ama Bay Gourel… Yani müfettiş…”
“O daha sonra gelecek, bir saat sonra. Ayrıca karşılaşsalar da zararı yok. Sen git şimdi Edwards’a söyle, hemen aşağı insin ve kapıcıya haber versin; kimseyle görüşecek halim yok. O iki bey dışında, yani albayla arkadaşı ve Bay Gourel. Kapıcı hepsinin isimlerini kaydetsin.”
Chapman söyleneni yerine getirdi. Geri döndüğünde, Kesselbach’ın elindeki zarf şeklinde, siyah marokeni ufak bir çantayı fark etti; görebildiği kadarıyla boştu. Kesselbach tereddüde düşmüştü, ne yapacağını bilemiyordu: Cebine mi soksaydı, yoksa başka bir yere mi koysaydı? Sonunda şömineye yaklaştı ve küçük çantayı bavulun içine attı.
“Şu mektuplara bakalım, Chapman. Daha on dakikamız var. Aa, Bayan Kesselbach’tan bir mektup gelmiş! Neden daha önce söylemedin? El yazısını tanımadın mı?”
Zarfı alıp baktıktan sonra heyecanını saklayamadı; karısı, en gizli duygularını anlattığı bu mektubu elle yazmıştı. Önce parfümünü kokladı, sonra zarfı açtı. Yazılanları Chapman’ın anlayabileceği kadar kısa cümlelerle açıkladı:
“Biraz yorgunum. Odadan çıktığım yok. Canım sıkılıyor… Ne zaman yanına gelebilirim? Telgraf çekersen sevinirim.”
“Sen bu sabah telefon ettin mi, Chapman? O zaman Bayan Kesselbach, çarşamba günü yani yarın geliyor demektir.” Sırtından ağır bir yük kalkmışçasına yüzü güldü; tüm sıkıntılarından arınmıştı. Ellerini ovuşturarak zaferinden emin bir komutan edasıyla derin bir nefes aldı; artık şans ondan yanaydı, kendini koruyabilirdi.
“Kapı çaldı Chapman, dairenin kapısı çalındı. Git bir bak bakalım.”
Ama içeri Edwards girdi:
“İki bey, sizinle görüşmek istiyor. İsimleri…”
“Biliyorum. Ön odaya mı aldın?”
“Evet efendim.”
“Ön odanın kapısını kilitle ve artık emniyet müdürlüğünden gelecek Müfettiş Gourel dışında kimseye açma. Sen de o iki beyi buraya al Chapman, ama onlara önce sadece Albay’la görüşmek istediğimi söyle.”
Edwards’la Chapman dışarı çıkıp arkalarından kapıyı kapadılar. Rudolf Kesselbach pencereye yanaşarak alnını cama dayadı.
Dışarıda, caddede çift sıra halinde gidip gelen faytonlarla otomobillerin krom parçaları, ilkbahar güneşinin altında daha fazla parlıyordu. Ağaçlar yeşillenmiş; kestane tomurcukları filizlenmeye başlamıştı.
“Nerede kaldı bu Chapman yahu?” diye homurdandı Kesselbach. “Daha gevezeliği bitmedi mi?”
Masanın üzerinden bir sigara alıp yaktı ve birkaç nefes çekti. Hafifçe haykırdı. Yanı başında tanımadığı bir adam belirmişti. Bir adım geri çekildi.
“Siz kimsiniz?”
Adam nispeten şık ve iyi giyinmişti; siyah saçlıydı, aynı şekilde siyah bıyıkları vardı. Gözlerindeki sert ifadeyle, alay edercesine gülümsedi:
“Ben kim miyim? Albayım…”
“Hayır, hayır… Bana mektup yazan ve albay olduğunu bildiren kişi siz değilsiniz.”
“Söz konusu kişi benim, ben! Ama zaten bu o kadar önemli değil bayım. Önemli olan, benim ben olmam. Gerçekten benim!”
“İyi ama bayım, isminiz ne?”
“Bana albay deyin… Şimdilik.”
Kesselbach’ın gözleri yerinden fırladı. Kimdi bu adam? Kendisinden ne istiyordu?
“Chapman!” diye seslendi.
“Gülünç olmayın! Ben buradayım ya, yetmez mi?”
“Chapman!” diye haykırdı Kesselbach. “Chapman! Edwards!”
“Chapman! Edwards!” diye tekrarladı yabancı adam. “Nerede kaldınız, dostlar? Sizi çağırıyorlar.”
“Lütfen bırakın beni geçeyim, bayım.”
“Yapmayın canım, sanki size engel olan mı var?”
Eğilerek yana çekildi. Kesselbach gidip kapıyı açtı, ama açmasıyla kapaması bir oldu. Kapının önünde eli tabancalı biri duruyordu.
“Edwards… Chap…” diye kekeledi ama sonunu getiremedi. Ön odanın bir köşesinde sekreteriyle uşağı, iplerle sımsıkı bağlı ve ağızları tıkalı halde yerde yatmaktaydı.
Onca huzursuzluğuna ve heyecanına karşın Kesselbach, cesaretini topladı. Doğrudan doğruya bir tehlike karşısında olduğunu bilmek, onu korkutacağı yerde yüreklendirmişti.
Yavaşça, korku ve dehşete kapıldığını belli etmeksizin, şömineye yaklaşıp sırtını duvara dayadı. Parmaklarıyla alarm düğmesini aradı. Buldu ve uzun uzun düğmeye bastı.
“Bastın da ne oldu?” diye sordu yabancı adam.
Kesselbach, cevap vermeden basmaya devam etti.
“Ne oldu yani? Siz düğmeye bastınız diye bütün otel ayağa mı kalkacak sanki? Çok safsınız; şöyle dönüp bir baksanıza, kablo kesik.”
Kesselbach bunun doğru olup olmadığını anlamak istercesine başını geri çevirdi ve hemen elini bavulunun içine daldırarak tabancayı aldı, yabancı adama doğrulttu, sonra da ateş etti.
“Vay be!” diye haykırdı yabancı. “Tabancanızı hep hava cıvayla mı doldurursunuz siz?”
Tetik ikinci ve üçüncü kez çekildi, ama ses çıkmadı.
“Üç kurşun gitti, Capetown’ın efendisi! Üçü daha giderse memnun olacağım. Nasıl? Vaz mı geçtiniz? Yazık… Ben daha fazlasını ummuştum.”
Davetsiz misafir sağlam bir sandalyeyi döndürüp ata biner gibi üzerine otururken Kesselbach’a da koltuğu gösterdi:
“Oturmaz mısınız, beyefendi? Kendinizi evinizdeymiş gibi hissedin.
Bir sigaraya ne dersiniz? Sağ olun, ben kullanmam. Puroyu tercih ederim.”
Masanın üstünde bir puro kutusu vardı. İçinden açık renkli, muntazam bir Havana purosu çekip aldı; yaktıktan sonra öne eğildi:
“Teşekkür ederim. Bu puro nefismiş. Ne dersiniz, şimdi biraz konuşsak?”
Rudolf Kesselbach şaşırmıştı. Kimdi bu tuhaf adam? Onu böyle rahat ve konuşkan görünce yavaş yavaş içi rahatladı; durumu, şiddete gerek kalmadan çözebileceğine inanmıştı. Ceketinin cebinden bir cüzdan çıkarıp açtı ve içindeki kâğıt paraları masanın üzerine yayarak sordu:
“Ne kadar istiyorsunuz?”
Beriki şaşırmışçasına baktı, sanki anlamakta güçlük çekiyordu. Hemen seslendi:
“Marco!”
Tabancalı adam içeri girdi.
“Bu bey sana birkaç kuruş vermek nezaketinde bulundu; al, kız arkadaşına ver Marco!”
Adam, sağ elindeki tabancasını ileri uzatırken sol eliyle paraları aldı, sonra geri çekildi.
“Sorunuzu yanıtladıktan sonra gelelim ziyaretimin nedenine. Az ve öz konuşacağım. İki şey istiyorum: Önce, hep yanınızda taşıdığınız siyah maroken keseyi… Sonra da dün bavulunuza koyduğunuz abanoz kutuyu. Sıradan gidelim: Maroken çanta?”
“Yaktım.”
Yabancı alnını kırıştırdı. Dik kafalı adamları konuşturma çarelerini aklından geçiriyor olmalıydı.
“Öyle olsun. Bu konuya döneriz yine. Abanoz kutu?”
“Yaktım.”
“A ha!..” diye homurdandı. “Sen benimle dalga geçiyorsun, dostum!”
dedi ve Kesselbach’ın kolunu sertçe kıvırdı. “Daha dün, Rudolf Kesselbach, pardösünüzün altında bir paketle İtalyan Bulvarı’ndaki Lyon Kredi Bankası’na gittiniz. Orada bir kasa kiraladınız, dokuzuncu sıradaki on altı numaralı kasayı… İmzalayıp ödeme yaptıktan sonra bodruma indiniz. Yukarı çıktığınızda o paket yanınızda değildi. Doğru değil mi?”
“Çok doğru.”
“Demek ki maroken çantayla kutu bankada?”
“Hayır.”
“Bana kasanın anahtarını verin.”
“Olmaz.”
“Marco!”
Marco içeri girdi.
“Haydi Marco! Dörtlü düğümü at.”
Karşı koymayı düşünmeye bile vakit kalmadan, Kesselbach sımsıkı bağlandı. Her kımıldayışında ipler etine batıyordu. Kolları arkasından bağlandı, vücudu koltuğa sarmalandı ve bacakları da kısa iplerle mumya gibi sarıldı.
“Üstünü ara, Marco.”
Marco adamın üstünü aradı. İki dakika sonra patronuna, üzerinde 16 ve 9 rakamları bulunan ufak, yassı ve nikelajlı bir anahtar uzattı.
“Harika. Maroken çanta yok mu?”
“Yok patron.”
“O zaman kasada olmalı. Bay Kesselbach, bana kasanın şifresini söyler misiniz?”
“Söylemem.”
“Yani söylememekte ısrarlısınız?”
“Evet.”
“Marco!”
“Emret patron?”
“Tabancayı beyefendinin şakağına daya.”
“Dayadım.”
“Tetiği kavra.”
“Kavradım.”
“Eh, emektar dostum, şimdi konuşacak mısın?”
“Hayır.”
“Sana on saniye süre tanıyorum, daha fazlasını değil. Marco!”
“Patron?”
“On saniye sonra kafasına bir kurşun sık.”
“Baş üstüne.”
“Kesselbach, sayıyorum: Bir, iki, üç, dört, beş altı…”
Kesselbach bir işaret verdi.
“Konuşacak mısın?”
“Evet.”
“Artık zamanı, şifreyi söyle bakalım. Anahtar kelime ne?”
“Dolor.”
“Dolor, ‘acı’ anlamında… Bayan Kesselbach’ın adı da Dolores değil miydi? Eee… Marco, konuştuğumuz gibi yapacaksın. Hata istemem, anladın mı? Tekrar ediyorum: Yazıhanede Jérôme’la buluşacaksın, nerede olduğunu biliyorsun; ona anahtarı ver ve şifreyi söyle: Dolor. Bankaya birlikte gidin. Jérôme içeri yalnız girsin, defteri imzaladıktan sonra aşağı insin ve kasada ne bulursa hepsini alıp getirsin. Anladın mı?”
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Hikaye-Roman-Masal Roman (Yabancı)
- Kitap AdıArsen Lüpen - Sekiz Yüz On Üç
- Sayfa Sayısı416
- YazarMaurice Leblanc
- ISBN9786057470720
- Boyutlar, Kapak13,5x21 cm, Karton Kapak
- YayıneviPortakal Kitap / 2021
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Zaman Çarkı ~ Ken Grimwood
Zaman Çarkı
Ken Grimwood
Ya sizi bekleyen bir son olmasaydı… Hayatındaki insanlar birer birer siliniyor. Kocaları, sevgilileri, ailesi vc arkadaşları yaşayıp ölüyor ama o hep aynı kalıyor. Sevdiklerini...
- Denizin Dibindeki Krallık ~ Joan Aiken
Denizin Dibindeki Krallık
Joan Aiken
Sihirli Bir Dünya Büyük beğeni toplayan Yağmur Damlalarından Kolye kitabının yaratıcıları Joan Aiken ve Jan Pienkowski’den her satırı sihirle örülü büyüleyici bir masal dünyası: Denizin Dibindeki Krallık. Jan Pienkowski’nin...
- Karanlık Labirent ~ Lawrence Durrell
Karanlık Labirent
Lawrence Durrell
Çağımızın usta romancılarından Lawrence Durrell, Akdeniz romanları serisinde bize bu kez Girit’i anlatıyor. İkinci Dünya Savaşı’ndan hemen sonra Girit’e gelen bir İngiliz turist grubu,...