O, kurnaz, yakışıklı, türlü zorlukların içinden sıyrılıp çıkmayı başaran, hazır cevap bir suç dehası! O, polisi parmağının ucunda oynatan cesur bir antikahraman… O, klasik kötü karakter klişelerini yıkıp geçen, dünyanın en centilmen hırsızı! O, Arsen Lüpen! Arsen Lüpen’in doğuşunu anlatan macera başlıyor! Arsen Lüpen’in ünlü ve yetenekli bir hırsıza nasıl dönüştüğünün, ilk aşkının, evliliğinin ve hayatı boyunca cevabını arayacağı soruların ortaya çıkışının hikâyesi bu. Ünlü Kontes Cagliostro’nun hayatını kurtarıp ona âşık olan dahi hırsız, sevdiği kadının gizemini çözerken iç hesaplaşmalarla yüzleşmek zorunda kalıyor. Gerçeğin perdesini araladıktan sonraysa yüzyıllarca saklı kalan bir hazinenin peşinde koşmaya başlıyor. Klasikleşen kahramanı Arsen Lüpen’le hayal gücünün sınırlarını zorlayan Maurice Leblanc’tan, nefes kesen bir macera!..
I
YİRMİ YAŞINDAKİ
ARSEN LÜPEN
Raoul d’Andrésy bisikletini bayırın başındaki çalılığın arkasına bıraktı. Aynı anda Benouville’deki saat kulesinde saat üçü vurdu.
Gecenin zifiri karanlığında Haie d’Etigues malikanesine giden patika yolu aradı. Sonra çiftlik duvarlarına vardı. Birkaç saniye bekledi. Derken avluda at tepişmeleri, nal ve çıngırak sesleri duyuldu. Bir vuruşta çift kanatlı, büyük kapı açıldı ve üstü açık bir araba dışarı çıktı. Raoul, erkek sesleriyle bir silah sesini ayırmaya zaman bulamadı.
Araba ana yola çıkmıştı bile ve Etretat’ya doğru gidiyordu.
“Haydi bakalım,” dedi kendi kendine. “Martı avının keyfine diyecek yok, ancak hayvanların avlanacağı kayalıklar çok uzak. Doğrusu bu av partisine ve onca koşuşturmaya aklım ermedi.”
Şatonun sol tarafında seyreden duvar boyunca dikkatle yürüdü. Etrafa kulak kabarttı. Kırk adım attıktan sonra bir köşede durdu. Elinde iki tane anahtar vardı. Dar ve alçak bir kapıyı açtı; merdivenlerden çıkarak şatonun bir kanadındaki eski ve yıkık bir savaş tabyasının üzerine çıktı. Birinci kata geldiğinde öbür anahtarla gizli bir kapıyı açtı.
Cep fenerini yaktı. Bu kez fazla dikkatli olmaya gerek duymadı, çünkü uşakların öbür kanatta yatıp kalktığını biliyordu. Baron’un biricik kızı Clarisse d’Etiges’in odasıysa ikinci kattaydı.
Geçtiği koridor büyük bir çalışma odasında son buluyordu. Orada Raoul, bundan birkaç hafta önce Baron’dan kızıyla evlenmek için izin istemişti, ancak adam kızgınlıktan küplere binerek onu kovmuştu. Hiç de hoş olmayan bu anıyı kolay kolay unutamıyordu.
Bir aynada kendi solgun yüzüne baktı. Şu anda her zamankinden daha da solgun görünmekteydi. Heyecanlandıysa da hemen kendini toparladı ve hiçbir şeye aldırmadan işine koyuldu.
Amacına ulaşması fazla uzun sürmedi. Baron’la konuşurken onun zaman zaman maundan yapılmış, kapağı açık, büyük bir yazı masasına göz attığının farkına varmıştı. Raoul bu masadaki bütün gizli yerleri ve bunların açılış mekanizmasını biliyordu. Bir dakika sonra çekmecelerden birinde çok ince bir kâğıda yazılmış ve sigara gibi bükülmüş bir mektup buldu. Ne imza atılmış ne de adres yazılmıştı.
Mektubu okudu; sıradan şeylerden dem vuruyordu. Neden bu kadar özenle saklandığına akıl erdiremedi. Etraflıca düşündü; birkaç anlamlı sözcüğü ve bazı cümleleri aklında tuttuktan sonra işe yaramayan satırları bir tarafa bırakınca aşağı yukarı şöyle bir metin çıktı ortaya:
Düşmanımızın izini Rouen’da buldum ve yerel gazetelere bir köylünün Etretat yöresinde yedi kollu bakır bir şamdan bulduğu haberini verdim. Kadın hemen Etretat’daki durağa bir telgraf çekerek ayın on ikisinde Fécamp istasyonuna bir araba gönderilmesini bildirdi. Ben arabacıya o sabah için verilen siparişten vazgeçildiğini bildirdim. Yani bu durumda kadın Fécamp istasyonunda bekleyecek olan sizin arabaya binecek, sonra da konuştuğumuz gibi buraya getirilecek.
O zaman mahkemeyi kurar ve onu hak ettiği gibi acımasızca yargılarız. Onun zamanında hedefe giden her yol mübah sayılıyordu, bu yüzden kendisini hemen cezalandırmalıyız. Bu kadın ortadan kalktı mı zehri de etkisiz kalır. Hangi yolu uygun görürseniz onu seçin, ama son konuşmamızı da hatırlayın; yapacağımız iş ve hayatımız yine o şeytani yaratığa bağlı. Akıllı davranın. Şüphe uyandırmamak için bir av partisi düzenleyin. Ben tam saat dörtte Le Havre üzerinden arkadaşlarla birlikte gelmiş olacağım. Bu mektubu yırtıp atmayın. Onu bana geri vermek zorundasınız.
“Bu kadarı da fazla,” diye düşündü Raoul. “Baron’un ortağı bu tedirginliği göstermemiş olsa Baron bu mektubu yakardı. O zaman bu kaçırma olayından, yasa dışı yargılamadan, belki de bir cinayetten haberim olmayacaktı. Vay canına! Dindar gibi gözüken müstakbel kayınpederim meğer ne haltlar karıştırıyormuş! Eli cinayete kadar varır mı acaba? Bu mesele çok çok ciddi. Bunu ona karşı koz olarak kullanabilirim.”
Raoul ellerini ovuşturdu. Bu iş hoşuna gitmişti. Son günlerde dikkatini çeken bazı şeyler olmuştu. Tüm bunlara şimdi bir anlam verebiliyordu. Evceğizine gidip biraz kestirmek istedi. Sonra da dönüp Baron’nun ne halt karıştıracağına bakacaktı ve yok edilmek istenen şu şeytani yaratığı görecekti.
Ortalığı topladıktan sonra hemen çıkıp gitmedi. Önce üzerinde Clarisse’in fotoğrafı bulunan ufacık bir masanın başına geçti. Resmi eliyle düzelttikten sonra karşısına geçip sevgiyle baktı. Clarisse d’Etigues’le hemen hemen aynı yaştaydılar. Genç kız on sekizine basmıştı. Dolgun ve şehvetli dudakları, hülyalı bakışları vardı. Taptaze ve pembe yüzünü çeviren sapsarı saçlarıyla, Caux sokaklarında sık rastlanan o masum çocuklardan farksızdı. Yüzünde öyle uysal ve öyle hoş bir ifade vardı ki!
Raoul’un bakışları dikleşti. Aklına kötü kötü şeyler geliyordu. Clarisse yukarıdaki odasında yapayalnızdı. Vermiş olduğu anahtarla Raoul çay saatinde iki kez onun odasına girmişti. Onu bugün kim engelleyecekti ki? Uşaklar nasılsa duyamazdı. Baron bir gün sonra geri dönecekti. Öyleyse şimdi niye çekip gitsin ki?
Raoul hovardanın teki değildi. Duygularındaki içtenlik ve dürüstlük, içgüdülerine uyarak namussuzca bir şey yapmasını önlüyordu. Ama gel gelelim şeytana uymayıp da ne yapacaktı? Gururu, arzusu, aşkı ve korkunç ihtirası onu bu eyleme zorlamaktaydı. Kendi kendine hesaplaşmaktansa hemen merdivenleri tırmanmayı yeğledi.
Kapalı kapının önüne gelince duraksadı. Bugüne kadar bu eşiği sadece gündüzleri, saygın bir arkadaş olarak aşmıştı. Şimdi gecenin bu saatinde içeri girerse bu ne anlama gelecekti?
Ahlaki hesaplaşması uzun sürmedi. Kapıyı hafifçe tıkırdatarak kısık sesle, “Clarisse. Clarisse, benim,” diye fısıldadı.
Bir dakika geçmesine karşın cevap alamayınca kapıyı yeniden çalmayı düşündü, ancak aynı anda kapı aralandı ve eşikte genç bir kız göründü. Elinde bir lamba tutuyordu. Yüzü solgundu, sanki allak bullak olmuştu. Genç adam öyle ürktü ki bir adım geri çekilerek gitmeye kalkıştı.
“Bana kızma, Clarisse. İstemediğim halde çıkıp geldim. Dayanamadım… İstersen tek bir kelime söyle, hemen giderim.”
Clarisse onu dinleseydi kurtulacaktı. Çünkü yenilgiyi peşinen kabullenen bu genç adamı istediği gibi oynatabilirdi, ama genç kız hiçbir şey duymak ve görmek istemedi. Kızmayı denedi, beceremedi; sadece bir şeyler kekeledi, o kadar. Onu kovmak istedi ama kolunu bile kıpırdatacak gücü kendinde bulamadı. Titrek ellerle lambayı yere koydu. Olduğu yerde kıvrılarak düşüp bayıldı.
Üç aydır birlikteydiler. Clarisse güney Fransa’daki bir arkadaşında misafir kalırken tanışmıştı onunla.
Hemen birbirlerinden hoşlandılar. Genç oğlan sanki dünyadaki zevklerin en büyüğünü yaşıyordu. Genç kızsa ona gitgide bağlanmaktaydı. İlk dakikadan itibaren Raoul’un sıra dışı, dokunulmaz ve gizemli biri olduğunu fark etmişti, ancak davranışlarına bir türlü anlam veremiyordu. Onun sebepsiz parlamaları, iğneleyici alayları ve zaman zaman asılan suratı genç kızı çok üzüyordu, ama sonra, onun delikanlılıktan kaynaklanan coşkusu ve hayranlığı karşısında her şeyi unutuveriyordu. Genç oğlan tüm hatalarını, sergilediği nitelikleri ve erdemli davranışıyla örtebiliyordu.
Clarisse Normandiya’ya döndükten sonra bir sabah bir sürprizle karşılaştı. Pencereden dışarı baktığında karşısındaki duvara yaslanan zayıf ve genç bir adam gördü. Bu, sevgilisiydi. Birkaç kilometre ötede bir eve yerleşmişti. Genç kızı görme umuduyla her gün bisikletine atlayıp şato civarına geliyordu.
Annesini erken yaşta kaybeden Clarisse, babasının yanında hiç de mutlu değildi. Adam çok kabaydı; pis bir karakteri vardı. Aşırı dindardı ve unvanıyla kasılıp duruyordu. Paraya çok düşkündü; kiracıları ondan düşmanmış gibi korkup çekiniyordu. Raoul, henüz resmen tanışmamışken ondan kızıyla evlenmek için izin istediğinde Baron bu tüysüz oğlana öylesine kızdı ki onun vahşi hayvan terbiyecisine özgü bakışlarını fark etmeseydi neredeyse uşaklarına dövdürtecekti.
Bu görüşmeden sonra Clarisse Raoul’le barışmak için kapısını iki kez açma hatasında bulundu.
Bu aslında akılsızca bir davranıştı, çünkü Raoul bunu bir aşk davetiyesi olarak gördü.
O sabah genç kız hasta numarası yaparak öğle yemeğini odasına getirtti. Bu arada Raoul yandaki odada saklanmaktaydı. Yemekten sonra açık pencere önünde, saflıklarını bozan ve anılarında hep saklayacakları sevgi dolu öpücüklerle, birbirlerine sarılmış olarak uzun süre kaldılar. Ama Clarisse ağlıyordu…
Saatler geçti.
Denizden gelen ve tepelere doğru esen serin rüzgâr yüzlerini yaladı.
Karşılarında, her yanı duvarla çevrili meyve bahçesinin ve kolza ekili tepelerin ötesindeki çukurluk boyunca Fécamp’a kadar süregelen yüksek kayalığın beyaz çizgisi, sol tarafta da Etretat körfezindeki Ağız Kapısı’nın dar girişiyle devasa kayalıkların tepeleri görülüyordu.
Genç adam çok yumuşak bir sesle, “Üzülme, sevgilim,” dedi, “Bizim yaşımızdakiler için hayat o kadar güzel ki! Hele tüm engelleri de ortadan kaldırdık mı, daha da güzel olacak. Ağlamamalısın.”
Genç kız gözyaşlarını silerek gülmeye çalıştı. Delikanlı ona baktı. O da genç kız gibi zayıftı ama omuzları genişti. Yakışıklı suratından neşe fışkırıyordu; dudaklarında hep muzip bir gülümseme vardı. Kısa bir pantolon giymişti; üzerine geçirdiği beyaz yün kazak, ceketinin altından dışarı sarkmıştı, ancak bu ona öyle rahat ve hoş bir hava vermekteydi ki.
“Raoul, Raoul…” dedi genç kız heyecanla, “Şu anda bana bakarak ne düşünüyorsun? Yaşadıklarımıza rağmen aklının başka yerde olduğunu fark edebiliyorum! Bu nasıl olur? Kafan kime takıldı, Raoul?”
Delikanlı gülerek cevap verdi:
“Babana.”
“Babama mı?”
“Evet, Baron d’Etigues’le misafirlerine. Bu yaştaki adamlar nasıl olur da zamanlarını tarlalardaki masum kuşları öldürmekle harcarlar?”
“Bundan hoşlanıyorlar da ondan.”
“Emin misin? Ben bayağı merak ediyorum. Hani 1894 yılında yaşamamış olsaydık, diyecektim ki… Söylesem üzülür müsün?”
“Söyle, sevgilim.”
“Bak, bana öyle geliyor ki bu herifler bir komplo kuruyor. Evet, dediğim gibi Clarisse; Marki de Rolleville, Mathieu de la Vaupaliere, Kont Oscar de Bennetot, Roux d’Estiers falan… Caux’dan gelen bu beylerin hepsi bir komplo peşinde.”
Genç kız gücendi.
“Aptalca şeyler anlatıyorsun, sevgilim.”
“Sen de güzel güzel dinliyorsun,” diye karşılık veren Raoul onun hiçbir şeyden haberi olmadığını biliyordu. “Sana ciddi bir şey söyleyecekmişim gibi bir beklentin var.”
“Evet, biraz sevgiden bahset!”
Genç adam onun başını şefkatle kolları arasına aldı:
“Hayatım seni sevmekle geçecek, canım. Şu anda kafamdan başka şeyler geçiyorsa hep senin iyiliğin için. Ben seni kazanmak istiyorum, Clarisse. Düşün bir kere: Baban komplocu olarak tutuklanıyor ve ölüme mahkûm ediliyor; derken ben ortaya çıkıyorum ve onu kurtarıyorum. O zaman niye kızıyla evlenmeme izin vermesin ki?”
“Günün birinde izin verecek.”
“Asla! Ben meteliksizim. Kariyerim falan da yok.”
“Ama bir ismin var: Raoul d’Andrésy.”
“O bile yok! “
“Niye?”
“D’Andrésy annemin kızlık adıydı. Ailesi evlenmesine karşı çıkmıştı; dul kalınca yine bu ismi kullandı.”
“Neden?” diye sordu Clarisse. Bu açık itiraf karşısında çok şaşırmıştı.
“Çünkü babam sıradan bir vatandaştı. Çok fakirdi. Öğretmenlik yapıyordu. Ne mi öğretiyordu? Sporu, kılıç kullanmayı ve boks yapmayı!”
“O zaman asıl adın ne senin?”
“Ah, sıradan bir isim Clarisse’ciğim.”
“Nedir o?”
“Arsen Lüpen.”
“Arsen Lüpen?”
“Evet, acayip bir isim işte. Değiştirsem iyi olur, değil mi?”
Clarisse üzülmüşe benziyordu. İsmi öyle ya da böyle olsun, ne fark ederdi ki! Ama Baron için damadının soylu bir aileden gelmiş olması önemliydi.
Yine de diretti genç kız:
“Sen babamdan bir şey gizlemeyecektin. Öğretmen olmak ayıp bir şey değil ki.”
“Ayıp değil tabii,” dedi genç adam. “O bana daha emzikli çocukken boksu ve sporu öğretti. Annem bu fevkalade adamı reddettiyse kendine göre nedenleri olmalıydı. Bu da başkalarını ilgilendirmez.”
Birden kızı kucaklayarak dans etmeye başladı; sonra da tek başına dönmeye başladı.
“Gülmelisin! Her şey o kadar komik ki! Haydi, gül! Arsen Lüpen ya da Raoul d’Andrésy, ne fark eder ki. Önemli olan başarıya ulaşmak. Ve ben ulaşacağım. Hiç şüphen olmasın. Kaç defa falcıya baktırdım, hepsi geleceğimin parlak olacağını söyledi. Raoul d’Andrésy, ya general olacak, ya bakan ya da elçi… Eğer Arsen Lüpen olarak kalmazsa! Kaderle anlaşmamız böyle; her iki taraf imzaları attı. Ben hazırım. Çelik gibi adalelerim ve sapasağlam bir beynim var! Ellerimin üstünde yürüyeyim mi? İstersen seni küçük parmağımla havaya kaldırayım? Çaktırmadan saatini araklayayım mı? Homer’i Yunanca aslından ya da Milton’ı İngilizce olarak ezberimdem okuyayım mı sana? Tanrım, hayat ne kadar da güzel! Raoul d’Andrésy… Arsen Lüpen… Tek vücutta iki surat! Hangisi ünlü olacak, hangisi hayatın tadını çıkaracak acaba?” Durdu. Birden neşesi kaçmıştı. İçinde bulunduğu bu ufak odanın huzurunu bozmuştu, tıpkı genç kızın vicdanını sızlattığı gibi. O anda değişiverdi ve doğuştan cana yakınlılığıyla Clarisse’in önünde diz çökerek, “Kusura bakma,” dedi. “Buraya gelmekle iyi etmedim. Kabahat bende. Dengemi bir türlü bulamıyorum. İyilikle kötülük… İkisi de bana aynı şekilde çekici geliyor. Doğru yolu bulabilmem için bana yardım etmelisin, Clarisse. Yanlış bir şey yaparsam da beni affet!”
Genç kız onun başını ellerinin arasına alarak şefkatle mırıldandı:
“Affedecek bir şey yok, sevgilim. Ben mutluyum. Senin yüzünden çok üzüleceğimi biliyorum ama tüm bu acılara katlanmaya seve seve razıyım ben. Resmimi yanına al. Ona baktıkça asla utanmayacaksın, kendini ona göre hazırla. Ben bugün neysem her zaman o olacağım; yani senin sevgilin ve karın. Seni seviyorum, Raoul!”
Onu alnından öptü. Genç adam yine gülüyordu. Bu kez ayağa kalkarak, “Beni şövalye yaptın!” dedi. “Bundan böyle beni artık kimse yenemez! Her zaman düşmanlarımı yenmeye hazırım. Haydi bakayım korkaklar! Çıkın karşıma!”
Şimdilik Raoul’un Arsen Lüpen adını bir kenara bırakalım, çünkü o sıralarda bu isimden hiç hoşlanmıyordu ve kaderinden de haberi yoktu. Planı çok basitti. Bahçedeki meyve ağaçları arasından, şatonun sol tarafındaki duvarın yanı sıra eskiden tabya olarak kullanılan yerde ve sarmaşıkların ardında saklı, çatılı ve oldukça alçak bir kule görünüyordu. Toplantının saat dörtte, Baron’un misafirlerini ağırladığı büyük salonda olacağından Raoul’un hiç şüphesi yoktu. Eski bir pencere ya da hava deliği gibi bir şey bulmuştu; bulunduğu yerden oraya erişebilirdi.
Onun gibi marifetli bir delikanlı için oraya tırmanmak işten bile değildi. Şatodan dışarı çıktı. Sarmaşıklara sarılarak önce yere indi; sonra kalın duvardaki kocaman deliğe ulaşabilmek için çok kalın bir sarmaşık seçti. Delik, içine rahatça uzunlamasına girebilecek kadar genişti. Şimdi yerden beş metre yükseklikte bulunuyordu. Başını yaprakların arkasına gizledi; kimse onu göremezdi. Bulunduğu yerden baktığı koskoca salonda yirmi kadar sandalye, bir masa ve uzun bir kilise bankı vardı.
Kırk dakika sonra Baron arkadaşlarıyla birlikte salona girdi. Raoul yanılmamıştı.
Baron Godefroy d’Etigues kermeslerdeki güreşçileri andırıyordu. Suratı çakıl taşı renginde, sakalı kızıldı. Bakışları sert ve enerjikti. Yardımcısı Oscar de Bennetot , onun yeğeni oluyordu ve Raoul onu uzaktan tanıyordu. Aynı şekilde tipik Norman’dı. Soylu olmasına karşın hantal ve sıradan biri gibi gözüküyordu. Adamların ikisi de heyecanlıydı.
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Hikaye-Roman-Masal Roman (Yabancı)
- Kitap AdıArsen Lüpen - Kontes Cagliostro
- Sayfa Sayısı368
- YazarMaurice Leblanc
- ISBN9786057470768
- Boyutlar, Kapak13,5x21 cm, Karton Kapak
- YayıneviPortakal Kitap / 2021
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Brideshead’e Son Gidiş ~ Evelyn Waugh
Brideshead’e Son Gidiş
Evelyn Waugh
Savaş günlerinde Yüzbaşı Ryder’ın bölüğü Brideshead adıyla bilinen büyük ve eski bir malikânede görevlendirilir. Ryder, buraya daha önce gelmiştir; burası onun gençliğinin, hayallerinin ve...
- Dünyanın Alacakaranlığı ~ Werner Herzog
Dünyanın Alacakaranlığı
Werner Herzog
Başarılı yönetmen Werner Herzog 1997’de Chushingura adlı operayı sahnelemek için Tokyo’ya gider. İkinci Dünya Savaşı sırasında Filipinler’deki Lubang Adası’nda görevlendirilen ve imparatorluk ordusu dönene...
- Aşkın Renkleri ~ David Foenkinos
Aşkın Renkleri
David Foenkinos
“Yanlış zamanda karşılaşılan mükemmel insanlar vardır. Bir de doğru zamanda karşılaştığınız için mükemmel olan insanlar…” Nathalie’nin bir öpücükle değişen hayatı, zekice ve edebi bir...