Oliver Sacks’ın ölümünden sonra yayımlanan üçüncü derlemesi “Her Şey Yerli Yerinde”, ünlü nörolog-yazarın ilgi alanının genişliğini gözler önüne seren yazılardan oluşuyor. Bunlardan bazılarında Sacks’ın yüzme tutkusundan bahçe sevgisine, kimya merakından dünya dışı yaşam ihtimallerine olan ilgisine, pek çok kişisel yanını görüyoruz. Bazılarında ise ilgilenmeyi hiç bırakmadığı hastalarına ilişkin –hıçkırık krizlerinden rüyalara, depresyondan demansa geniş bir yelpazeden örnekler sunan– son vaka öykülerini okuyor veya kendi ölümlülüğüyle yüzleşmesine tanık oluyoruz. “Her Şey Yerli Yerinde” bilime, doğaya ve hayata karşı sınırsız bir merakın ve temelleri sağlam, sağlıklı bir iyimserliğin her yazıda hissedildiği bir veda kitabı.
“… her şeye rağmen, insan hayatı ve kültürel zenginliğin harabeye dönmüş bir dünyada bile ayakta kalacağını umma cesaretini gösteriyorum. Kimileri sanatı kültürümüzün, kolektif belleğimizin savunma duvarı olarak görüyorlarsa da ben bilimin düşünce derinliğiyle, elle tutulur başarıları ve potansiyelleriyle aynı derecede önemli olduğunu düşünüyorum; bilim, iyi bilim, temkinli ve yavaş ilerlese de, kavrayışları, sezgileri sürekli test edilip deneye tabi tutulsa da, daha önce hiç olmadığı kadar gelişip zenginleşiyor. (…) Bizler dünyanın bugünkü krizleri atlatmasını sağlayıp daha mutlu zamanlara giden yolu açabiliriz.”
HAYAT DEVAM EDİYOR
Orada Kimse Var mı? • 167
Ringaseverlik • 173
Yeniden Colorado Springs • 176
Botanikçiler Park Avenue’da • 179
Kararlılık Adasından Selamlar • 183
Küçük Harfleri Okumak • 187
Filin Yürüyüşü • 191
Orangutan • 196
Bahçelere Neden İhtiyacımız Var? • 197
Ginkonun Gecesi • 201
Filter Fish • 203
Hayat Devam Ediyor • 206
Kaynakça • 211
İzinler ve Teşekkürler • 216
Dizin • 219
İlk Aşklar
Su Bebekleri
Üç erkek kardeşimle ben, hepimiz su bebekleriydik. Yüzmeyi her şeyden çok seven ve yüzme şampiyonu olan babamız (15 millik Isle of Wight şampiyonasını peş peşe üç yıl boyunca kazanmıştı) her birimizi daha ancak bir haftalıkken suya sokmuş. O yaşta yüzmek içgüdüseldir, dolayısıyla iyi midir, kötü müdür bilmem ama bizler yüzmeyi hiç “öğrenmedik.”
Mikronezya’daki Caroline Adaları’nı ziyaret ettiğimde bunu hatırladım. Daha yeni yürümeye başlayanlar bile hiç korkmadan lagünlere dalıyor, köpekleme yüzüyorlardı. Orada herkes yüzer, yüzmeyi bilmeyen yoktur, adalıların yüzme becerileri müthiştir. 16. yüzyılda Mikronezya’ya gelen Magellan ve denizcileri ada sakinlerini yüzerken ve dibe dalarken, dalgadan dalgaya sıçrarken görünce becerilerine hayran kalmış ve onları yunuslara benzetmeden edememişlerdi. Özellikle çocuklar suda kendilerini o kadar rahat hissediyorlarmış ki, kâşiflerden birinin kelimeleriyle “insandan çok balığa benziyorlar”mış. (Biz Batılılar serbest stilde yüzmeyi, güzel, güçlü kulaçlar atmayı yirminci yüzyılın başlarında Pasifik Adaları sakinlerinden öğrendik. Bu stil çok daha iyidir, insanın vücut şekline o döneme kadar yaygın olarak kullanılan kurbağalamadan çok daha uygundur.)
Kendi adıma, bana yüzme öğretildiğini hatırlamıyorum; sanırım kulaç atmayı babamla yüzerken öğrendim, gerçi onun kararlı, ölçülü, hızlı kulaçları (neredeyse 115 kiloluk güçlü bir adamdı) küçük bir çocuğa pek de uygun sayılmazdı. Fakat karada devasa ve hantal görünen babamın suda nasıl yunus gibi zarif bir varlığa dönüştüğünü görebiliyordum; utangaç, asabi ve biraz da sakar olan ben de aynı hoş dönüşümden geçiyor, suda yeni bir varlık, yeni bir varoluş tarzı buluyordum. İngiltere’de deniz kenarında geçirdiğimiz bir yaz tatiline dair canlı bir anım var: Beşinci doğum günümden bir ay sonraydı; koşa koşa anne babamın odasına girmiş, uyuyan babamın balina benzeri dev cüssesini dürtüp “Hadi baba, hadi yüzmeye gidelim” demiştim. O da yavaşça dönmüş, tek gözünü açarak “Kırk üç yaşındaki ihtiyar adamı sabahın altısında ne demeye uyandırıyorsun?” demişti. Babam artık hayatta değil, ben de neredeyse onun o zamanki yaşının iki katı yaştayım. Bunca yıl öncesinden kalan bu anı aklımdan çıkmıyor, içimden hem gülmek hem ağlamak geliyor.
Ergenliğimse kötü bir dönemdi. Tuhaf bir cilt hastalığına yakalandım: Bir uzman “erythema annulare centrifugum” dedi, bir diğeri ise “erythema gyratum perstans” – güzel, dolu dolu, ağızda yuvarlanan kelimelerdi ama uzmanlardan hiçbiri bir şey yapamadı; her tarafım cılk yara oldu. Cüzamlıya benzediğim ya da en azından kendimi öyle hissettiğim için deniz veya havuz kenarında soyunmaya cesaret edemiyordum. Şansım yaver giderse, bazen gözlerden uzak bir göl veya nehir bulabiliyordum.
Oxford’a başlayınca cildim birden iyileşti; rahatlama duygum o kadar yoğundu ki suyun arada engel olmadan vücudumun her noktasından aktığını hissetmek, çıplak yüzmek istiyordum. Bazen, 1680’den, hatta daha eskiden beri çıplak erkek yüzücülere ayrılmış, Cherwell ırmağının bir kavisindeki, Clough ve Swinburne’ün hayaletlerinin dolaştığı Parson’s Pleasure’da yüzmeye giderdim. Yaz öğleden sonraları bir bot kiralar, botu Cherwell ırmağında gözlerden uzak bir yere bağlar, sonra akşama kadar ağır ağır yüzerdim. Bazen geceleri Isis Nehri1 kenarındaki patikada uzun koşulara çıkar, Iffley Lock’u2 geçer, şehrin sınırlarının dışına çıkardım. Sonra nehre atlayıp yüzerdim, ta ki o ve ben birleşmişiz de birlikte akıyormuşuz hissine kapılana dek.
Yüzmek Oxford’dayken başlıca tutkum haline geldi, geri dönüş yoktu artık. 1960’ların ortalarında New York’a taşınınca Bronx’taki Orchard Beach’te yüzmeye başladım, bazen City Islands’ın çevresinde birkaç saatlik bir tur atardım. Yirmi yıl boyunca oturduğum evi de böyle buldum aslında: Deniz kenarındaki şirin bir çardağa bakmak için yarı yolda durmuştum, sudan çıkıp yukarı doğru yürüdüm, satılık küçük kırmızı bir ev gördüm, şaşıran ev sahipleri bana evi gezdirdiler (üstümden hâlâ sular damlıyordu), gayrimenkul komisyoncusuna kadar yürüdüm ve kadını evle ilgilendiğime ikna ettim (mayolu müşterilere alışık değildi), adanın öbür tarafından tekrar suya girdim ve gerisingeri Orchard Beach’e kadar yüzdüm; o arada bir ev edinmiştim.
Nisandan kasıma kadar denizde (o zamanlar soğuğa daha dayanıklıydım), kışları ise YMCA’in3 havuzunda yüzerdim. 1976- 1977’de Mount Vernon’daki YMCA’de en başarılı uzun mesafe yüzücüsü seçildim: Yarışmada altı mil yüzdüm ve bana kalsa devam ederdim ama hakemler “Bu kadar yeter, hadi evine git” dediler.
Altı mil yüzmenin tekdüze ve can sıkıcı olduğunu düşünebilirsiniz ama ben hiçbir zaman yüzmenin tekdüze veya can sıkıcı olduğunu düşünmedim. Yüzmek bana bir sevinç, esenlik duygusu verir, o kadar ki bazen bir tür sarhoşluğa dönüşür. Yüzerken her kulaca kendinizi bütünüyle vermeniz gerekir ama aynı zamanda zihniniz trans benzeri bir durumda, büyülenmiş gibi oradan oraya rahatça gezinebilir. Yüzme kadar güçlü ve sağlıklı bir öfori yaratan başka hiçbir şey bilmiyorum; ben yüzme bağımlısıyım, yüzemediğim zaman aksi bir insan olup çıkıyorum.
13. yüzyılda Duns Scotus, kendi egzersizinden haz alan irade anlamında kullandığı condelectare sibi diye bir kavramdan söz etmiştir; günümüzde ise Mihaly Csikszentmihalyi “akış” kavramını kullanır. Yüzmede, böyle akış, deyim yerindeyse müzik faaliyetlerinin hepsinde olduğu gibi, temel bir doğruluk vardır. Sonra bir de suyun kaldıma kuvveti denen mucize, bizi destekleyen ve kucaklayan bu yoğun ve saydam ortamda batmadan kalma duygusu… İnsan suda, havada mümkün olmayan biçimlerde hareket edebilir, suyla oynayabilir. Suyun dinamiğini, akışını şu veya bu yoldan keşfedebilir; ellerini pervaneler ya da küçük dümenler gibi kullanabilir; isterse küçük bir deniz uçağı ya da denizaltı olabilir, akışkanlar dinamiğini kendi bedeninde inceleyebilir.
Bunların da ötesinde, yüzmenin bir sembolizmi vardır – hayal gücünü harekete geçiren yankıları, mitsel bir potansiyeli…
Babam yüzmeye “hayat iksiri” derdi, onun için zaten kesinlikle öyleydi: Sadece zamanla biraz yavaşladıysa da doksan dört yaşına kadar her gün yüzdü. Umarım ben de onun izinden gider ve ölene kadar yüzebilirim.
South Kensington’ı Hatırlamak
Müzeleri oldum olası sevmişimdir. Hayal gücümü harekete geçirmek ve dünyanın düzenini bana canlı ve somut olduğu kadar derli toplu ve küçük ölçekte göstermek bakımından hayatımda önemli bir rol oynamışlardır. Botanik ve hayvanat bahçelerini de aynı sebepten severim: Doğayı sergilerler ama sınıflandırılmış bir doğayı, hayatın taksonomisini. Kitaplar bu anlamda gerçek değildir, kelimelerden ibarettir. Müzelerse gerçeğin düzenlenmiş hallerini, doğanın numunelerini sergiler.
Dört büyük South Kensington müzesi –hepsi de birbirine komşu parsellerde ve Victoria dönemi barok stilinde inşa edilmiştir– doğa tarihini, bilimi ve insan kültürlerini halka açmak ve herkes açısından erişilebilir kılmak için çok yönlü tek bir birlik olarak düşünülmüştür. South Kensington müzeleri, Royal Institution ve popüler Noel seminerleriyle birlikte, Victoria dönemine özgü benzersiz birer eğitim kurumuydu ve benim için çocukluğumda olduğu gibi bugün de müzeciliğin özünü temsil ederler. Doğa Tarihi Müzesi, Jeoloji Müzesi, Bilim Müzesi’nin yanı sıra kültür tarihine ayrılmış Victoria ve Albert Müzesi vardı. Ben bilim meraklısıydım, Victoria ve Albert Müzesi’ne hiç gitmezdim ama diğer üçünü tek bir müze olarak görür, boş öğle sonralarında, hafta sonları, tatillerde, ne zaman gidebilirsem giderdim. Akşamları müzeler kapanınca çıkmak zorunda olmak gücüme giderdi. Bir gece bir yolunu bulup Doğa Tarihi Müzesi’nde kaldım, tam kapanış saatinde Dinozorlar veya Balinalar galerisi kadar sıkı denetlenmeyen omurgasız fosiller galerisine saklanmıştım. Bütün gece fener ışığında bir galeriden ötekine gezerek tek başıma büyülü bir gece geçirdim. Etrafta gezinirken tanıdık hayvanlar korkunç ve tekinsiz bir hale gelmişlerdi, yüzleri birdenbire karanlıkta beliriveriyor ya da fenerin ışığının kenarında hayalet gibi havada duruyorlardı. Işıklar olmayınca müze çıldırılacak bir yerdi, sabah olunca çok da üzüldüm diyemem.
Doğa Tarihi Müzesi’nde çok arkadaşım vardı: Kafataslarında bir üçüncü göz, pineal göz deliği bulunan dev amfibi fosilleri Cacops ve Eryops; sinir gangliyonları ve gözleri bulunan en ilkel hayvan olan kutu denizanalarından charybdea; ışınlılar ve heliozoa’nın üfleme camdan güzel modelleri. Ama benim en derin sevgimin, özel tutkumun nesnesi kafadanbacaklılardı ve müzenin müthiş bir kafadanbacaklılar koleksiyonu vardı. Mürekkepbalıklarına bakarak saatler geçirirdim: 1925’te Yorkshire sahiline vurmuş Sthenoteuthis caroli veya duyargaları arasında şemsiye benzeri bir ağ bulunan ve kıvrımları parlak ışıklı yıldızlarla süslü, okyanusun dipsiz derinliklerinde yaşayan nadir bir form olan kurum karası, egzotik vampir kalamar (müzede ne yazık ki sadece balmumundan bir modeli vardı). Ve tabii: Bir balinayla ebedi kımıltısızlığa hapsolmuş haldeki, dev kalamarların imparatoru architeuthis. Dikkatimi çeken yalnızca egzotik ve dev hayvanlar değildi. Özellikle böcek ve yumuşakçalar galerilerinde tek bir türün veya kabuğun çeşitlerini, renk dizilimlerini ve her varyantın tercih ettiği coğrafi konumu görmek için teşhir vitrinlerinin altındaki çekmeceleri açmayı severdim. Darwin gibi Galapagos’a gidip adalardaki ispinozları birbiriyle karşılaştıramazdım ama yapılabilecek en iyi ikinci şeyi müzede yapabilirdim. South Kensington’dan çıkmadan vekâleten bir doğabilimci, bütün dünyaya bileti olan hayali bir yolcu olabilirdim. Müze personeli beni tanıdıktan sonra bazen, kilitli duran, heybetli bir kapıyı açıp beni yeni Spirit Building’deki özel alana sokmaya başladılar, müzenin asıl işi de burada görülüyordu: Bütün dünyadan gelen numunelerin kabulü ve tasnifi, incelenmesi, disekte edilmesi, yeni türlerin saptanması ve bazen de bunların özel sergiler için hazırlanması. (Bu türlerden biri de coelecanth idi, tebeşir döneminden beri soyunun tükendiği sanılan “yaşayan fosil balık” Latimeria.) Oxford’a gitmeden önce günlerimi hep Spirit Building’de geçirdim. Arkadaşım Eric Korn bütün bir yılını burada geçirdi. O günlerde hepimiz taksonomiye âşıktık – kalben Victoria dönemi doğabilimcileriydik. Müzenin eski moda cam ve maun görüntüsünü severdim; 1950’lerdeki üniversite günlerimde dekorasyon modern ve şatafatlı bir hale bürünüp de modaya uygun teşhir bölmeleri (ki sonunda her şey interaktif oldu) yerleştirilmeye başlanınca çok öfkelendim. Bir başka arkadaşım Jonathan Miller nostaljimi olduğu kadar nefretimi de paylaşıyordu. “O sepya dönemin hasretini çekiyorum” diye yazmıştı bana bir keresinde. “Dilerim, bütün mekân birdenbire 1876’nın kumlu monokromuna bürünür.” Doğa Tarihi Müzesi’nin dışında, soyları çoktandır tükenmiş fosil ağaçlar olan Sigillaria gövdeleriyle ve çeşitli kalamitlerle dolu hoş bir bahçe vardı. Fosil botanik beni müthiş cezbediyordu; Jonathan 1876’nın kumlu monokromuna nasıl özlem duyuyorsa ben de Jura çağının eğreltiotu ve sikad ormanlarından oluşan yemyeşil bir monokrom istiyordum. Ergenliğimde geceleri rüyamda devasa kulüp yosunları ve atkuyruğu ağaçlarının, tarihöncesine ait devasa açıktohumlu ağaçların bütün yeryüzünü kapladığını görür, uyanınca çoktan yok olduklarını, dünyayı parlak renkli ve çağdaş çiçekli bitkilerin ele geçirdiğini düşünerek öfkelenirdim. Doğa Tarihi Müzesi’nin Jura dönemi fosil bahçesinden, görebildiğim kadarıyla her zaman bomboş olan Jeoloji Müzesi’ne kadar ancak yüz metre vardı. (Bu müze artık ne yazık ki yok, koleksiyonları Doğa Tarihi Müzesi’ne katıldı.) Bakmayı bilen sabırlı gözler için özel hazineler, gizli hazlarla doluydu. Japonya’dan gelmiş, stibnit denen dev bir antimon sülfit kristali vardı. Altı ayak yüksekliğinde kristal bir fallus, bir totemdi bu, ona neredeyse saygıyla karışık tuhaf bir hayranlık duyardım. Ayrıca Wyoming’deki Devil’s Tower tepesinden getirilmiş çınlayan bir mineral, bir fonolit vardı; müze bekçileri beni bir kez tanıdıktan sonra bu minerale avcumun içiyle vurmama izin verir olmuşlardı. Sanki piyanonun ses tahtasına vurulmuş gibi, boğuk ama gong sesine benzer ve yankılanan bir ses çıkartırdı. Burada cansız dünyayla çevrili olma duygusunu, kristallerin güzelliğini, atom kafeslerinin düzenli tekrarıyla oluştukları için verdikleri mükemmellik duygusunu seviyordum. Bir yandan mükemmeldiler, matematiğin cisimleşmiş haliydiler ama öte yandan da güzellikleri bütün duygularımı harekete geçiriyordu. Bir meskalin halüsinasyonu gibi, değerli taşlara benzeyen, kümelenmiş soluk sarı sülfür kristallerini, mor fluorit kristallerini; öteki uçta da tuhaf ve organik böbrek cevherinin, hematitin formlarını inceleyerek saatler geçirirdim; dev hayvanların böbreklerine o kadar çok benzerlerdi ki bir anlığına hangi müzede olduğumu şaşırdığım olurdu.
Ama sonuçta döner dolaşır, yine Bilim Müzesi’ne giderdim, çünkü hayatımda gittiğim ilk müze burasıydı. Annem savaştan da önce, ben daha çocukken abilerimle beni buraya getirirdi. Bizi ilk uçakların, Endüstri Devrimi’ne ait dinozor gibi makinelerin, eski optik cihazların sergilendiği büyülü galerilerden geçirerek orijinal teçhizatıyla bir kömür madeni modelinin durduğu üst kattaki daha küçük bir galeriye çıkarırdı. “Bakın” derdi, “şuraya bakın!” Bakışlarımızı eski bir madenci fenerine yönlendirirdi. “Benim babam, yani sizlerin büyükbabası icat etmiş bunu” derdi, bizler de başımızı eğip şu satırları okurduk: “Landau lambası. 1869’da Marcus Landau tarafından icat edilmiş ve eski Humphry Davy lambasının yerini almıştır.” Ne zaman bunları okusam tuhaf bir heyecan duyar, müzeyle ve –1837’de doğmuş, yıllar önce ölmüş– büyükbabamla kişisel bir bağım varmış gibi, o ve icadı hâlâ bir biçimde gerçek ve canlıymış gibi bir hisse kapılırdım.
Ama gerçek aydınlanmayı on yaşımdayken Bilim Müzesi’nin beşinci katındaki periyodik tabloyu keşfettiğimde yaşadım – şu bildiğiniz sevimsiz, şık, modern küçük spirallerden değil, her element için ayrı birer kutucuğu bulunan ve bütün duvarı kaplayan yekpare bir dikdörtgen; gerçek elementler imkân dahilinde içine yerleştirilmişti: Yeşilimtırak sarı klor, havada girdap yapan kahverengi brom, kapkara ama mor buhar çıkaran iyodin kristalleri, ağır mı ağır uranyum külçeleri ve yağda yüzen lityum peletleri. Asal gazlar (veya soy gazlar, tepkimeye giremeyecek kadar “soylu” olanlar) da vardı: Helyum, neon, argon, kripton, zenon (ama radon muhtemelen çok tehlikeli olduğu için yoktu). Mühürlü cam tüplerinin içinde görünmezdiler elbette ama orada olduklarını biliyordunuz.
Elementlerin fiili varlığı onların gerçekten de evrenin temel yapıtaşları oldukları, bütün evrenin mikrokosmos halinde burada, South Kensington’da bulunduğu duygusunu pekiştiriyordu. Periyodik tabloyu her görüşümde yoğun bir Hakikat ve Güzellik duygusuna kapılıyordum; bütün bunların sadece insan yapımı, rastgele şeyler olmadığı, sonsuz kozmik düzenin gerçek bir görüntüsü olduğu, gelecekteki keşif ve ilerlemeler ne eklerse eklesin bu düzenin hakikatini sadece pekiştireceği ve yeniden onaylayacağı duygusuna…
Bu ihtişam, doğa kanunlarının değişmezliği; yeterince araştırırsak bu kanunların kavranabilir olduklarının ortaya çıkacak olması: İşte on yaşında bir çocukken South Kensington’daki Bilim Müzesi’nde periyodik tablonun önünde dururken bu duyguya gark olmuştum. O günden beri bu duygu beni hiç terk etmedi ve elli yıl sonra hâlâ hiç azalmadan duruyor. İnancım ve hayatım o anda belirlenmişti; ufkum bir müzede açılmıştı, bana vaat edilmiş toprakları orada görmüştüm.
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Deneme
- Kitap AdıHer Şey Yerli Yerinde – İlk Aşklar ve Son Öyküler
- Sayfa Sayısı224
- YazarOliver Sacks
- ISBN9789750856327
- Boyutlar, Kapak13,5 x 21 cm, Karton Kapak
- YayıneviYapı Kredi Yayınları / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Yüzyılın Aşkları ~ Can Dündar
Yüzyılın Aşkları
Can Dündar
Bu kitapta geçtiğimiz yüzyılda yaşanmış 10 aşk öyküsü var. Kimi Nâzım’la Piraye’nin, Mustafa Kemal’le Latife’ninki gibi, üzerine çok kitap yazılmış aşklar… Kimi Yüksel Menderes’le...
- Biat – I ~ Nuri Pakdil
Biat – I
Nuri Pakdil
Nuri Pakdil, ‘Biat’ adlı kitabında, Cumhuriyet dönemi edebiyatını ve yerli düşünceyi değerlendirir: “Cumhuriyet dönemi edebiyatı, Asya’dan, Afrika’dan, Ortadoğu’dan kopuk bir edebiyattır. Daha da kötüsü,...
- Ve Günler Yürümeye Başladı ~ Eduardo Galeano
Ve Günler Yürümeye Başladı
Eduardo Galeano
Galeano’dan her güne bir masal değil, her güne bir gerçek. Bir takvim formatında yazılan Ve Günler Yürümeye Başladı, 1 Ocak’tan 31 Aralık’a her gün...