Cennet, Nobel Edebiyat Ödüllü Abdulrazak Gurnah’tan efsanelerle, düşlerle, geleneksel inanışlarla bezeli bir Afrika panoraması. Büyük bir dönüşümün eşiğindeki Afrika kıtasında küçük bir çocuğun, Yusuf’un büyüme ve hayatta kalma mücadelesi anlatılıyor Cennet ’te. Babasının borcu yüzünden Aziz adında bir tüccara satılan Yusuf, ailesinden on iki yaşındayken ayrılmak zorunda kalıyor. Bir dükkânda tezgâhtarlıktan kervanla sefere çıkmaya kadar türlü işlere koşuluyor. Hıristiyan ve Müslüman, Afrikalı ve Avrupalı, zengin ve yoksul çatışmalarının arasında, geçmişinden gelen acıyı ve geleceğe dönük belirsizliği alt etmeye çalışıyor. Gurnah, çetrefil Afrika coğrafyasının derinliklerine doğru mesafe katederek kıtanın politik ve kültürel gerilimlerini Yusuf’un gözünden okuyucuya yansıtıyor.
“Abdulrazak Gurnah, otuz yılı aşkın süredir, sessiz ve sarsılmaz bir inançla, tarihin unutulmuş köşelerinde kalan
şeyler hakkında yazıyor.”
Maaza Mengiste
Duvarlı Bahçe
1
İlkin oğlan. Adı Yusuf’tu, on iki yaşındayken evinden apansız ayrıldı. Gidişinin, her günün bir evvelkiyle aynı olduğu kurak mevsime denk geldiğini hatırlıyordu. Mevsimsiz çiçekler açmış ve solmuştu. Garip böcekler kayaların altından hızla kaçışıyor ve o kavurucu gün ışığında kıvrana kıvrana can veriyordu. Güneş uzaktaki ağaçları titretiyor, evleri hafif bir esintiye muhtaç bırakarak çatırdatıyordu. Her adımda toz bulutları kalkıyor, gündüz saatlerini kati bir durağanlık sarmalıyordu. Tam da bunun gibi anlar kurak mevsim geçtiğinde de yaşanıyordu.
O zaman peronda iki Avrupalı görmüştü, gördüğü ilk Avrupalılardı bunlar. Korkmamıştı, yani ilk başta korkmadı. Sık sık giderdi tren istasyonuna, trenlerin gürültülü ve zarif bir biçimde istasyona girişini izler, sonra da asık suratlı bir Hintli işaret memurunun flama işareti ve düdüğünü takiben sıralanıp kendilerini çeke çeke tekrar istasyondan çıkarışlarını beklerdi. Yusuf bir treninin varmasını çoğu zaman saatlerce beklerdi. O iki Avrupalı da, brandadan bir güneşliğin altında, bavullarıyla ve birkaç adım ötelerinde düzgünce üst üste dizilmiş önemli gözüken eşyalarıyla bekliyordu. Adam iriyarıydı, boyu o kadar uzundu ki güneşten korunmak için altına girdiği brandaya başını çarpmasın diye eğilmek zorunda kalmıştı. Kadın biraz daha geride, gölgede duruyordu, parıldayan yüzü, taktığı iki şapkayla kısmen karanlıkta kalmıştı. Fırfırlı beyaz bluzunun düğmeleri boyun kısmından ve bileklerinden iliklenmişti, uzun eteği ayakkabılarına değiyordu. O da uzun boylu ve iriydi, fakat farklı bir biçimde. Kadın, başka bir şekle bürünebilecek kadar yumuşak ve biçimsiz görünürken, adam sanki tek parça ahşaptan yontulmuştu. Birbirlerini tanımıyorlarmış gibi ayrı yönlere bakıyorlardı. Yusuf onları izlerken kadının mendilini dudaklarının üzerinde gezdirdiğini, pul pul olmuş kuru deri parçacıklarını gelişigüzel kopardığını gördü. Adamın yüzünde kırmızı lekeler oluşmuştu, gözleri istasyonunun sıkışık manzarası üzerinde ağır ağır gezindi, adam kilitli ahşap depolara ve üstündeki öfkeli siyah kuş resmiyle kocaman sarı bayrağa bakarken, Yusuf onu uzun uzun inceleyebildi. Sonra adam döndü ve Yusuf’un ona dik dik baktığını gördü. İlk başta bakışlarını başka yöne çevirdi, ardından o da uzun bir süre Yusuf’a baktı. Yusuf gözlerini alamadı adamdan. Adam birden, ortada bir neden yokken yumruğunu sıkıp gayri ihtiyari hırlayarak dişlerini gösterdi. Yusuf bu ikazı dikkate alıp ansızın ve beklenmedik bir biçimde Allah’ın yardımına ihtiyaç duyduğu zamanlarda söylemesi için öğretilmiş kelimeleri mırıldanarak oradan sıvıştı.
Evden ayrıldığı o sene aynı zamanda tahtakurtlarının arka sundurmanın ahşap dikmelerini istila ettiği seneydi. Babası ne zaman bu dikmelerin yanından geçse öfkeyle bir tane patlatarak içeride neler çevirdiklerini bildiğini bildirirdi. Tahtakurtları kirişlerde hayvanların kurumuş akarsu yataklarına kazdığı çukurları gösteren deşilmiş toprağa benzer izler bırakmıştı. Yusuf dikmelere ne zaman vursa içlerinden sönük, kof bir ses gelir ve etrafa minik, pütürlü küf parçacıkları saçılırdı. Karnı acıktığı için mızmızlandığında annesi ona kurtları yemesini söylerdi.
“Acıktım,” diye feryat ederdi annesine, her sene biraz daha hırçınlaşarak tekrarlayıp durduğu ölçüsüz yakarışla.
“Tahtakurtlarını ye,” derdi annesi, ardından da Yusuf’un ıstırap içindeki abartılı tiksinti ifadesine gülerdi. “Durma, ne zaman istersen zıkkımlanabilirsin kurtları. Ben sana engel olmam.”
Annesine şakasının ne kadar tatsız olduğunu göstermek için hayattan bezmiş gibi bir tavır takınmaya çalışarak oflardı Yusuf. Bazen annesinin yaptığı, üstü yağdan rengârenk parlayan, içinde bir yerlerde siyah, süngersi ilik topaklarının yüzdüğü haşlanmış kemik suyunu içerlerdi. En kötüsü de yemekte sadece bamya olduğu zamanlardı, Yusuf ne kadar aç olursa olsun o yemeğin sümüksü suyu boğazından geçmezdi.
Aziz Amcası da yine o dönem ziyaretlerine gelmişti. Ziyaretleri kısa sürerdi ve seyrek gelirdi. Yanında genellikle yolculardan, hamallardan ve müzisyenlerden oluşan bir kalabalık olurdu. Okyanuslardan dağlara, göllere ve ormanlara, iç bölgelerin kuru ovalarına ve çıplak sarp tepelere yaptığı uzun yolculuklarda bu kişilerle birlikte mola verirdi. Gezilerine genellikle davullar, tamburlar, borular ve siwa1 eşlik eder, kafilesi şehre girdiğinde hayvanlar panik halinde kaçışırken altlarına kaçırır, çocuklar zapt edilemez hale gelirdi. Aziz Amca garip, bilinmedik bir koku yayardı; hayvan derisi ile parfüm, reçine ile baharat, bir de Yusuf’a tehlikeyi çağrıştıran, tanımlanması zor bir başka koku iç içe geçmişti sanki. Üstünde her zaman kaliteli pamukludan ince, dökümlü bir kanzu2 ve kafasında geriye itilmiş, tığ işi bir kasket olurdu. Zarif edası ve kibar, kayıtsız tavrıyla dikenli çalılıkların, zehir saçan yılan yuvalarının içinden çıkıp gelmiş bir tüccardan çok, akşamüstü yürüyüşe çıkmış bir adama ya da akşam namazına giden bir mümine benziyordu. Şehre varışının patırtısı sürerken, devrilip düşen çuvalların dağınıklığı ve kargaşası içinde, çevresi yorgun ve gürültücü hamallarla ve keskin pençeli, uyanık tüccarlarla sarılmışken bile Aziz Amca sakin ve rahat görünmeyi başarırdı. Bu seferki ziyaretinde ise tek başına gelmişti.
Yusuf onun gelişine her zaman sevinirdi. Babası böylesi zengin ve tanınmış bir tüccarın, bir tajiri mkubwanın, ziyaretinin onlara şeref verdiğini söylerdi. Gelgelelim Aziz Amca bundan fazlası olsa da ziyaretleri onları her zaman onurlandırırdı. Aziz Amca her uğradığında Yusuf’a muhakkak bir on annalık bozukluk verirdi. Yusuf’un hiçbir şey yapması gerekmezdi bunun için, sadece doğru zamanda hazır bulunması yeterliydi. Aziz Amca’nın gözleri onu arar, gülümser ve ona parayı verirdi. O an her geldiğinde Yusuf da ona gülümsemek isterdi, ama kendini tutardı, böyle bir şey yapmanın uygunsuz olacağını sezerdi. Yusuf, Aziz Amca’nın parlak cildine ve esrarengiz kokusuna hayranlık duyardı. O gittikten sonra bile kokusu günlerce kalırdı.
Ziyaretinin üçüncü gününde Aziz Amca’nın pek yakında gideceği belli olmuştu. Mutfakta alışılmadık bir hareketlilik vardı ve birbirine karışan yemek kokularından, bir ziyafet hazırlandığı aşikârdı. Kızartılmış tatlı baharatlar, kaynatılmış hindistancevizi sosu, mayalı çörekler, pide, fırınlanmış kurabiyeler ve haşlanmış et. Yusuf, annesi yemekleri hazırlarken yardımına ihtiyaç duyar ya da bazılarıyla ilgili fikrini sorar diye gün içinde evden fazla uzaklaşmamaya özen gösterdi. Bu tip konularda fikrine değer verdiğini biliyordu. Ya da annesi bir sosu karıştırmayı unutabilir veya yağın tam da sebzeler eklenecek kadar kızdığı ânı kaçırabilirdi. Hassas bir işti bu, çünkü bir yandan mutfağa göz kulak olmak isterken bir yandan da annesinin onu bir gözü mutfakta boş boş dolaşırken görmesini istemiyordu. Böyle bir durumda ona bir sürü ayak işi yıkacağını biliyordu. Bu zaten başlı başına çekilmez bir şeydi, dahası Aziz Amca’ya veda etme şansını kaçırmasına da sebep olabilirdi. On annalık bozukluk hep bu vedalaşma ânında el değiştirirdi. Aziz Amca Yusuf’a öpmesi için elini uzatır, Yusuf onun eline doğru eğilirken ensesini okşardı. Sonra bozukluğu el çabukluğuyla Yusuf’un avucuna bırakırdı.
Babası genellikle öğle sonrasına kadar işte oluyordu. Geldiğinde yanında Aziz Amca’yı getireceğini tahmin etti Yusuf, dolayısıyla oyalanacak bolca vakti vardı. Babasının işi otel işletmekti. Bir isim ve servet edinmek için denediği pek çok işten sonra giriştiği son işti bu. Keyfi yerinde olduğunda evde onlara absürt ve eğlendirici bir üslupla başarılı olacağını düşündüğü başka projelerle ilgili hikâyeler anlatırdı. Bazen de Yusuf onun, hayatında her şeyin ters gittiğinden ve neyi denediyse başarısız olduğundan yakındığını duyardı. Otel dört yıldır yaşadıkları bu küçük şehirde, Kawa’da, üst katında dört temiz yatağı bulunan bir lokantaydı. Daha önce güneyde, bir tarım bölgesindeki başka bir küçük şehirde yaşıyorlardı, babasının orada bir dükkânı vardı. Yusuf yeşil bir tepeyi ve uzaktaki dağların siluetlerini, dükkânın önündeki kaldırımda bir taburede oturmuş yaşlı bir adamın ipek iple kasketlere nakış işlediğini anımsıyordu. Kawa’ya taşınmalarının sebebi Almanların iç taraftaki dağlık bölgeye inşa ettikleri demiryolu hattı için bu şehri depo olarak kullanmaları sonucunda şehrin ekonomik olarak canlılık kazanmasıydı. Ama bu canlılık çabuk söndü, trenler artık sadece kereste ve su almak için orada duruyordu. Aziz Amca son yolculuğunda Kawa’ya giden hattı kullanmış, ondan sonra batıya yaya olarak devam etmişti. Bir sonraki gezisinde hattın öbür ucuna kadar gidip ondan sonra kuzeybatı ya da kuzeydoğu güzergâhına geçeceğini söylüyordu. Her iki yönde de hâlâ ticaret için iyi imkânlar olduğundan söz ediyordu. Yusuf bazen babasının bütün şehrin Cehennem’e gittiğini söylediğini duyardı.
Kıyı hattına giden tren akşamüstü kalkıyordu. Yusuf, Aziz Amca’nın o trene bineceğini düşündü. Aziz Amca’nın halinden tavrından memleketine döneceğini tahmin etti. Ama insanların ne yapacağı belli olmazdı, dağ istasyonuna çıkan ikindideki trene de binebilirdi. Yusuf her iki sonuca da hazırlıklıydı. Babası, her gün öğle namazından sonra otele beklerdi onu. İşi öğrenmen için demişti ve ayaklarının üstünde durman için, ama aslında mutfağa yardımcı olan, temizlik yapan ve müşterilere yemek servis eden iki delikanlının elini hafifletmek için istiyordu gelmesini. Otelin aşçısı içki içip küfreder, önüne geleni paylardı, Yusuf hariç. Tam hakaretler yağdırdığı bir konuşmanın ortasındayken Yusuf gözüne ilişince gülümseyerek susardı. Yusuf yine de korkardı ondan, karşısında tir tir titrerdi. O gün otele gitmedi, öğle namazına da gitmedi, günün o saatinin kavurucu sıcağında kimsenin onu arama zahmetine girmeyeceğini düşündü. Bunlar yerine, göze çarpmadan arka bahçedeki gölge köşelerde ve kümeslerin arkasında gezinip durdu, ta ki öğle sonrasının tozu toprağıyla birlikte yükselen boğucu kokular onu oradan çıkmaya mecbur bırakana kadar. Evlerinin bitişiğindeki loş kereste deposuna gizlendi, saman çatısı kubbe şeklindeki bu yer koyu eflatun gölgelerle kaplıydı. Bir yandan orada kol gezen kertenkelelerin temkinli bir biçimde ….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Dünya Edebiyatı Roman (Yabancı)
- Kitap AdıCennet
- Sayfa Sayısı276
- YazarAbdulrazak Gurnah
- ISBN9789750534096
- Boyutlar, Kapak13x19,5 cm, Karton Kapak
- Yayıneviİletişim Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Fısıltı ~ Becca Fitzpatrick
Fısıltı
Becca Fitzpatrick
DÜNYA GENÇLİĞİNİN YENİ HEYECANI HUSH HUSH SERİSİ TÜRK HAYRANLARIYLA BULUŞUYOR… KUTSAL BİR YEMİN KOVULMUŞ BİR MELEK YASAK BİR AŞK… “Okuyucuyu sarsan tüyler ürpertici bir...
- İşte Böyle Oldu ~ Natalia Ginzburg
İşte Böyle Oldu
Natalia Ginzburg
“Yazı masasının çekmecesinden tabancayı aldım ve ateş ettim. Alnının ortasına ateş ettim.”Bir pansiyonda yalnız başına yaşayan genç bir kadın, kendisinden yaşça büyük bir adamın...
- Dikenler Şehri ~ C.N. Crawford
Dikenler Şehri
C.N. Crawford
Bir zindanda kendi kendime doğum günü şarkısı söyleyeceğim hiç aklıma gelmezdi. Ama akıl almaz derecede seksi bir iblis içki içmeye gittiğim barı basınca tam...