Kumdan Yürek, 1960’ların Zanzibarı’ndan 1990’ların Londrası’na uzanan yürek parçalayıcı bir sürgün, göç ve ihanet hikâyesi. Anne-babasının geleneksel Zanzibar toplumunda ayrı olmalarına anlam veremeyen Salim, sır ve kâbus dolu bu dünyadan amcası Amir’in yardımıyla uzaklaşıp Londra’ya yerleşir. Ama Londra, umduğu gibi bir cennet olmaktan çok uzaktır. İngiltere’de yaşadıgı acı tecrübelerle olgunlaşan Salim bir yandan da ailesinin büyük ve karanlık sırrını merak etmeyi sürdürür. Zanzibar’ı ziyaretinde babasının ona açıkladığı aile sırrı Salim’i derin bir kedere sürükler.
Kumdan Yürek, Shakespeareyen bir sırrın etrafında örülmüş unutulmaz bir roman.
“Kumdan Yürek, sınıf, cinsiyet ve aşkın iktidar ilişkilerine bağımlılığını yürek burkucu bir şekilde gösteren bir şaheser.”
Kamila Shamsie
“Kumdan Yürek, hüzünle zarafetin muazzam bir karışımı.”
Suzy Keay
Birinci Kısım
1
Pamuk Şekerin Sopası
Babam beni istememiş. Bunu oldukça genç yaşta fark ettim; mahrum kaldığım şeyi anlamama uzun, mahrum kalmamın sebebini anlamama ise çok uzun zaman vardı. Bazı bakımlardan anlamamak bir lütuftu. Daha ileri yaşlarda fark etseydim bununla yaşamanın daha iyi bir yolunu bulabilirdim ama muhtemelen bu yol taklit yapmak ve nefret etmek olurdu. İlgilenmiyormuş gibi yapabilir, babamın arkasından öfkeyle atıp tutabilir ve her şeyin onun suçu olduğunu, o olmasa bambaşka bir hayatım olabileceğini haykırabilirdim. Sinirle düşünürken baba sevgisi olmadan büyümenin özel bir yanı olmadığı sonucuna varabilirdim. Belki olmaması daha bile iyidir. Babalarla uğraşmak hep kolay değildir, hele kendileri de babalarından sevgi görmemişlerse. O zaman bildikleri her şey onlara babaların kendi düzenleri olması gerektiğini anlatır, öyle ya da böyle. Ayrıca herkes gibi babaların da hayatın işleyişine ayak uydurmaları, kendilerini idare etmeleri ve ayakta tutmaları gerekir. Sırf buna bile güçlerinin zar zor yettiği çok zaman olmalı, gölgelerinde bir şekilde büyüyen çocuğa sevgi göstermek şöyle dursun.
Hep böyle değildi, hatırlıyorum. Babamla aynı küçük odada otururken bile buz gibi bir sessizliği aramıza set gibi çekmediği, benimle güldüğü, yuvarlanıp saçımı okşadığı bir zamanı da hatırlıyorum. Bu anılarda sözcükler ya da sesler yok, saplantıyla sakladığım bir hazine gibi. Böyle olmadığı zaman ben çok küçükken, muhtemelen bebekken olmalı, zira ben babamı bildim bileli sessiz sedasız bir adamdır. Bebekler yamru yumru kafalarında çok anı biriktirebilir, bunlar yaş ilerledikçe sorun olur ama her şeyi doğru hatırladıkları kesin değildir. Saçımı okşama anısını kendimi rahatlatmak için uydurduğumu, anılarımın bir kısmının bana ait olmadığını düşündüğüm zamanlar oldu. Anılarımı kafama bana iyi davranan, hem benim hayatımdaki hem kendi hayatlarındaki boşlukları doldurmaya çalışan insanların soktuğunu düşündüğüm oldu. Bezgin günlerimizin düzenliliğini ve dramatikliğini abartan, başımıza gelenlerin ta başından belli olduğuna inanmayı tercih eden insanlar tarafından.
Bu aşamaya geldiğimde kendim hakkında bir şey bilip bilmediğimi merak etmeye başladım çünkü çocukken nasıl olduğum hakkında bildiğim her şeyi başkalarından duymuş olmam çok muhtemeldi. Bazen iki kişi farklı şeyler ortaya atardı, ben de daha çok ısrar edene inanmak zorunda kalırdım. Kimi zaman da istediğim küçüklük halini seçme şansını bana bırakırlardı.
Suçluluktan doğan bu duygular bazen abes bir ısrarcılığa varırdı, babamla evimizin kapısının önünde durduğumuzu, birazdan yumulacağım pembe pamuk şekerin sopasını tuttuğunu çok net hatırlıyorum. O anın öncesinde ya da sonrasında ne olduğunu bilmiyorum, günün olaylarından kopuk tek bir an olarak hatırlıyorum sadece. Bunu nasıl uydurmuş olabilirim ki? Gerçek olup olmadığından emin olamıyordum sadece. Babam nefesini toparlamaya çalışarak bana bakıp gülüyordu, bu onun gülüşüydü. Sanki gülmeyi hiç kesemeyecek gibiydi, kollarını kaburgalarına bastırıp ayakta kalmaya çalışıyordu. Artık duyamadığım bir şey söylüyordu. Belki benimle değil oradaki başka biriyle konuşuyordur. Belki o neşeli, gülen haliyle anneme bir şey anlatıyordur.
Sanırım karnımın biraz altına kadar gelen küçük bir yelek giyiyordum, altımda ise hiçbir şey yoktu. Bundan emindim, neredeyse kesindi. Yani muhtemelen yelekten başka bir şey giymediğim. O kıyafetle fotoğraflarımı gördüm; tropik bölgelerin erkek çocuklarının standart kıyafetiyle, sokağın ortasında kayıtsızca duruyorum. Kızların böyle gezmesine izin verilmezdi, bir kaza olup iffetlerine, namuslarına bir şey olmasından korkulurdu. Tabii olacağı varsa kıyafetleri bile kızları koruyamazdı. Evet, o fotoğrafı bir kere gördüğüme eminim. Bulanık, tam netleşmemiş, muhtemelen kutu tipi kamerayla çekilmiş fotoğraf. Üç-dört yaşlarındaki yerli çocuk acınası bir uysallıkla kameraya bakıyor. Muhtemelen hafif bir paniğe kapılmışımdır. Ürkek bir çocuktum ve bana doğrultulmuş bir kamera beni korkuturdu. Solmuş fotoğraftan yüzüm seçilmiyordu, beni tanımayan biri fotoğraftakinin ben olduğumu bile anlayamazdı. Baskının solgunluğundan ne dizimdeki çizikler, ne kolumdaki böcek ısırıkları ne de burnumdan akan sümük görünüyordu. Bacaklarımın arasındaki küçük çıkıntı ise ortadaydı, daha kesilip biçilmemişti. En fazla dört yaşında olsam gerek; dört yaşından sonra küçük Abdul’un yakında sarığını kaybedeceği hakkındaki şakalar çocukları korkutmaya, yaklaşan sünnetlerinden dehşete kapılmalarına sebep olurdu. Yaşlı bir kadının çocuğun testislerini eline alıp ürpermiş, etkilenmiş taklidi yapması da komikliğini yitirir, dalga geçildiğini hissettirmeye başlardı.
Hatta beş yaşından küçük olduğuma eminim çünkü o yıl, Kuran kursuna başlamamdan bir süre önce babam ve annemle taksiye binmiştik. Taksiye binmek nadir bir olaydı ve annem beni iyice heyecanlandırırdı, vardığımızda yapacağımız pikniği anlata anlata bitirememişti: Vitumbua, katlesi, sambusa…1 Giderken taksi hastanede durmuştu, babam “Hemen girip çıkacağız,” demişti. Elini tutup peşinden binaya girmiştim. Ben daha ne olduğunu anlamadan küçük Abdul’un sarığı gitmişti, gezimiz ise acı, ihanet ve hayal kırıklığı dolu bir kâbusa dönmüştü. Sırtımdan bıçaklanmıştım. Günlerce annem, babam ve komşularımız koca gülümsemelerle yanıma gelirken bacaklarımı açıp bir örtü sardığım penisimi şifalı havaya bırakarak oturmak zorunda kalmıştım. Abddalla kichawa wazi.
O gün yaşanan ihanet ve travmadan kısa süre sonra Kuran kursuna yazıldım. Kursa giderken baldırlarıma kadar gelen bir kanzu3 giyiyor ve kofya4 takıyordum ve ellerim oğlanların ellerinin kaydığı yere kaymasın diye mutlaka bir şort giyiyordum. Çıplaklığımı örtmeyi öğrendikten, özellikle küçük Abdul yontulduktan sonra zaten vücudumu eski rahatlığımla açamıyordum; üstüme bir hırka alıp asla kapının eşiğinde oturmuyordum. Dolayısıyla babam Masud bana pamuk şeker verirken dört yaşlarında olduğum kesindi. O anın hissini yıllarca tenimde hissettim.
O eşik doğduğum evin, tüm çocukluğumu geçirdiğim, başka seçeneğim olmadığı için terk ettiğim evin eşiğiydi. Evimden uzak geçirdiğim yıllarda evin her santimini hayal ettim. Yalancı bir nostalji midir, acı veren sıla özlemi midir bilmiyorum ama yıllarca o odalarda yürüyüp kokularını solumaya devam ettim. Kapıdan mutfağa giriliyordu; ne bir priz, ne elektrikli fırın ne de bir lavabo vardı. Basit, eski model bir mutfaktı. Antik bir havası olsa da duvarların da kömür isi izleri vardı. Annem mutfağı bir canavarın ağzına benzetirdi. Üstüne kaç kat kireç attıysak da o is gri rengini alttan alttan belli ederdi. Kapıya en yakın köşede bulaşıkları ve çamaşırları yıkamak için bir musluk vardı, musluğun altındaki zavallı beton üstüne günbegün akan suyun kuvvetiyle çukurlaşmış, parçalanmıştı. Kapının solunda üzerindeki nebat kokusu asla çıkmayan bir halı vardı; yemeğimizi burada yerdik ve annem misafirlerini burada ağırlardı. Erkek misafirler annem evdeyken içeri girmezdi, en azından annem gençken ya da en azından tüm erkek misafirler girmezdi. Ben küçükken düzenimiz buydu, sonradan halının yerini bir masa ve birkaç sandalye aldı, mutfaktaki çok şey yerini daha modern ve daha temiz alternatiflere bıraktı.
Bir kapı bu geniş odayı evin geri kalanından ayırırdı, evimizin derinlikleri iki oda, kısa bir koridor ve bir banyodan oluşuyordu. Odalardan büyük olanında annemler ve ben uyuyorduk. Çok sevdiğim büyük bir karyolam vardı. Aşağı yukarı oynayan bir paneli vardı, cibinliği örtüp paneli kaldırdığımda havada süzülen görünmez bir gemideymişim gibi hissederdim. Cibinliğin altında uyurken hissettiğim emniyet hissini hiç unutmam. Annem meşgul olduğunda, beni ayakaltında istemediğinde beni hep karyolama koyardı çünkü orada güvende hissettiğimi bilirdi. Bazen beni koymasını ve paneli kaldırmasını ben isterdim; saatlerce, kendime ait gizli odamda, tüm tehlikelerden uzakmışım gibi yapardım. On yaşına geldiğimde hâlâ rahat rahat yatabiliyordum, sonradan aynı karyolayı kardeşim Munira kullandı.
Diğer odada Amir dayım uyurdu. Koridorun ucunda küçük arka bahçemize açılan bir kapı vardı. Bahçemiz ancak bir çamaşır ipi germeye yetecek kadardı. Bahçe duvarı arkamızdaki evin bahçesiyle ortaktı. Komşumuz annesiyle yaşayan sessiz sakin bir adamdı. O kadar sessizdi ki uzun süre adını öğrenemedik çünkü kimse ne adamla konuşuyordu ne hakkında bir şey duyuyordu. Annesi evden hiç çıkmazdı. Hasta mıydı, dışarıyı mı sevmezdi, çıkmaktan mı korkardı bilmiyorum. Evlerinde elektrik yoktu ve içerisi o kadar karanlıktı ki ikram olarak bir tabak erik götürdüğümde (o zamanlar erik çok az bulunurdu) kadının yüzünü zar zor seçebilmiştim. Bahçelerinden neredeyse hiç ses gelmezdi, en fazla adamın hafifçe öksürmesi ya da bir tavanın tıngırtısı. Gece tuvalete kalkmam gerektiğinde gözlerimi açmadan, el yordamıyla banyoyu bulmaya çalışırdım. Gece vakti arka kapıya hiç bakmamıştım bile ama kısık gaz lambasının ışığında süzülen bir gölge hayal etmekten kendimi alamazdım.
Evin önünde kaldırım ya da bahçe yoktu, o yüzden sokaktan gelen misafirler doğruca eve girerdi. Kapıyı açık bıraktığımız sıcak günlerde hafif bir esinti kapıdaki perdeyi tembel bir yelken gibi içeri uçururdu. Güneşin altında, o eşikte elimde pamuk şeker sopasıyla oturduğuma göre babamla ayağımızı yola koymuş olmalıydık, tabii bacaklarım yola yetişecek kadar uzunsa. Muhtemelen oradan hayatın akıp gidişini izliyorduk. Sessiz sedasız bir yoldu, ancak iki bisiklet yan yana gidebilirdi, o da dikkatlilerse. Bizim evle karşıdaki evin teneke çatıları neredeyse birbirine değip bir alacakaranlık kamarası yaratıyordu. Burası havayı serin tutuyordu, yarattığı kapalılık ve mahremiyet hissi yoldan geçen yabancıları korkuturdu. Tepemizden sarkan çatıların arasından güneş her gün kısa bir süre evin önündeki merdivenlere vururdu, pamuk şekerin çubuğuyla oturduğumuz an da bu süre içindeydi.
Bu yollardan araba geçemezdi, yollar da arabalar için tasarlanmamıştı zaten. Bu sokaklar insanlar ayaklarını sürüyerek ya da vurarak geçsin, geçerken omuzları sürtünsün, sesleri bir mırıltı olsun; kibarlık sözleri, küfürleri ve seslenmeleri yankılansın diye yapılmıştı. Bir şey taşınacaksa el arabalarıyla ya da insan gücüyle taşınırdı. İyi bir yol gibi düz de değildi; geniş döşeme taşlarıyla kaplıydı ama zaman, trafik ve üzerlerinden akan yağmur suyu taşları aşındırmıştı. Bazen, geç saatlerde döşeme taşlarından gelen sert nal sesleri sokağa tehditkâr bir hava verirdi. Bizim evi geçtikten biraz sonra sağa, az sonra tekrar sağa dönerdi. Şehre giden geniş yollar haricinde tüm yollarımız birkaç metrede bir kıvrılır, insanların yaşamına uyum gösterirdi. Kasabanın bizim yaşadığımız kısmında malikâneler, avlular, duvarlı bahçeler yoktu ve insanlar daha küçük hayatlar yaşardı. Ben çocukken, sokaklar sessiz ve boşken, şimdiki pis ve kalabalık hallerini almadan önce böyleydi.
Karşı komşularımız Mahsen ile Bi Maryam da bizimki kadar küçük bir evde yaşarlardı; kapılarımız karşı karşıyaydı. Herkes onlara Mahsen ile Bi Maryam derdi, başka bir unvanları yoktu. Mahsen belediye binasında odacıydı. Kısa ve çelimsiz bir adamdı, çocukken kendisiyle uğraşanın çok olduğu kesindi. İşine odacılık deniyordu ama aslında odacıdan fazlasıydı, memurlar ve kâtipler ne isterse o işe koşardı. Şu dosyayı getir, birini dışarı çıkar, soğuk bir içecek al, sigara al, çörek al, markete git, vantilatörü tamire götür… Ofis hayatının belirsiz yoğunluğu.
Memurlarla kâtiplerden bazılarının yaşı Mahsen’in dörtte biri anca ederdi ama Mahsen hiç şikâyet etmezdi. Her zaman ılımlı, ağırbaşlı, güleç bir adamdı; kibarlığı ve hürmeti her zaman sonsuzdu. İşten eve dönerken herkesle selamlaşırdı. Gözlerinin buluştuğu herkese, cinsiyetleri, yaşları ve yakınlıklarına göre, bir gülümseme, bir el sallama ya da el sıkışma düşerdi. Bundan sonra karşısındakinin ve ailesinin sağlık durumunu sorar, yolda öğrendiği bir şey varsa onu paylaşırdı. Her sabah şafakta kalkar ve sabah namazına camiye giderdi, sabah namazına giden çok az olurdu. Beş namazın hiçbirini de kaçırmazdı, imanını gizli tutmak istiyormuş gibi hep kenarda köşede bir yerde namaz kılardı. Bu kadar mütevazı olmasa kendisine muhakkak gösterişçi damgası yapıştırılırdı. Çoğu yetişkinin tepeden bakıp şüpheyle yaklaştığı, onları sevmiyormuş ya da onlardan bir hinlik bekliyormuş gibi konuştuğu çocuklara karşı bile saygılıydı. Kimse Mahsen hakkında kötü tek bir söz söylemezdi, sadece bazı düşüncesiz insanlar tüm tahtalarının yerinde olup olmadığını yüksek sesle sorgulardı.
Karısı Bi Maryam ise gizliliğe kocası kadar önem vermezdi ve çoğu bakımdan Mahsen’den farklıydı. Azimli, şüpheci ve hırçındı. Kocasının hürmetkârlığına ve cömertliğine dikkat çekmek için hiçbir fırsatı kaçırmazdı, sanki kimsenin şüphesi varmış gibi. Fırsatını bulduğu anda, “İmanlı adam,” derdi. “Rabbimizin sevgili kulu. Bakın Rabbim nasıl güzel sıfat ve sıhhat bahşetmiş. Vakti gelince o mükâfatını alacak, siz kıskanadurun.”
Bölgedeki kafelere çörek ve poğaça yaparak para kazanırdı. Her zaman her konuda söyleyecek bir şeyi vardı ve bunları tüm komşuları ve sokaktan geçenlerin duyabileceği yüksek bir sesle dile getirirdi. Herkesin derdine bir tavsiyesi, seyahat planı hakkında bir fikri vardı. Balık kızartmayı ve bir evlilik teklifinin sonucunun ne olacağını en iyi o bilirdi. Çocuklar Bi Maryam bir iş verir diye evinin önünden koşarak geçerdi. Mahsen ile Bi Maryam’ın çocukları yoktu. Bi Maryam’ın en büyük korkusu yanlış anlaşılmaktı ve herkesin isteyerek ve kötü niyetle kendisini yanlış anladığını düşünürdü. Sesi ve sözleri Mahsen’in sinirine herkesinki kadar dokunmuyor gibi görünüyordu. Babam Mahsen’in muhtemelen çoktan sağır kaldığını ve onu duyamadığını söylerdi, diğerleri ise bu durumu Mahsen’in evliya olmasına yorardı. Bazıları Bi Maryam’ın iksir yapmayı bildiğini düşünür ve ondan korkardı, annem ise böyle şeylere kulak asmazdı. Onun korktuğu Bi Maryam’ın kavgacı, kötü niyetli halleriydi.
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Dünya Edebiyatı Roman (Yabancı)
- Kitap AdıKumdan Yürek
- Sayfa Sayısı292
- YazarAbdulrazak Gurnah
- ISBN9789750531668
- Boyutlar, Kapak13x19,5 cm, Karton Kapak
- Yayıneviİletişim Yayınları / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Aradığım Her Şey Var Sende ~ Sheila O’Flanagan
Aradığım Her Şey Var Sende
Sheila O’Flanagan
Britt her ne kadar aşk romanları yazarak ünlü olsa da gerçek hayatın hikâyelerdeki gibi olmadığını biliyordu. Eski işi boşanma avukatlığı olan birinden ne beklenebilir...
- Hayatımın Romanı ~ Leonardo Padura
Hayatımın Romanı
Leonardo Padura
“Kaderin ona oynadığı oyunların bu kadar orantısız bir biçimde üzerine gelmesinden umutsuzluğa kapılan Heredia, nihayet romanlara ait, kurgusal bir karaktere dönüştüğünü anlamış ve etrafını...
- Erdemle Kırbaçlanan Kadın ~ Marquis De Sade
Erdemle Kırbaçlanan Kadın
Marquis De Sade
Marquis de Sade… İnsanların ruhundaki kötülüğü, çarpıklığı haykırdıkça toplum dışına itilen, doğa-toplum ilişkisini çağının çok ötesinde değerlendirdiği için sevgisiz bırakılan bir bilinç. Sadizm olarak...