Sessizliğe Hayranlık, etnisite, ırk, cinsiyet ve ulus meselelerini çokkatmanlı bir anlatıyla ele alan bir başyapıt.
Sessizliğe Hayranlık’ın sessiz ve isimsiz anlatıcısı, üniversite öğrenimi için geldiği İngiltere’de yerleşip aile kurmasına karşın yıllardır aidiyet sorunu yaşamaktadır. Bu sorunu anavatanı Zanzibar’a dönerek çözmeyi deneyen “sessiz anlatıcı”, anavatanında karşılaştığı ruhsal ve manevi engellerle birlikte sorunun mekânla veya coğrafyayla sınırlı olmadığını anlayacaktır. Kuşaktan kuşağa devrolan bir kimlik ve aidiyet sorununu sınırları ve milliyetleri kateden bir anlatı içinde sunan Sessizliğe Hayranlık insanlığın evrensel ütopyasına yönelik bir umut kıvılcımı.
“Abdulrazak Gurnah’ın bugünkü Afrika romanının önde gelen temsilcilerinden biri olduğunu düşünüyorum.”
Murat Belge
“Irk, ihanet ve kimlik meselelerini böylesine güçlü ve satirik bir içgörüyle sunan çok az roman var.”
Carolıne Gascoıgne
*
1
Bu ağrıya sıkı sıkıya tutunduğumu fark ettim. İlk başta susturmaya çalıştım onu, böylece geçeceğini ve beni tedirgin memnuniyetimle baş başa bırakacağını düşündüm. Bir müddet daha uzayacağını, hayatlarımızın kendini inatla taltif eden tasarımının hemen altında kıvrılmış pusuda bekleyen huzursuzluğu kararlı bir şekilde anımsatacağını düşündüm. Geçmek şöyle dursun, daha da belirginleşti, daha kusursuz bir şekilde yerleşti, somutlaştı, içimde yer kaplayan, böceksi, karanlık ve içsel bir nesneye dönüşmeye, yalnızlık ve dehşet kokan pis, kesif bir koku yaymaya başladı. Sabah uyandığımda bir yokladım onu, sonra içimde sağ salim kıpırdadığını hissedince içten bir kabulle rahat bir nefes aldım. Emma, hazımsızlık ya da ona benzer bir şeydir, dedi ama gözlerindeki şaşkın endişeden buna inanmadığını anladım. Beni birkaç hafta muhtelif tozlar ve tabletler almaya ikna etti, kendisi de özel diyetler, midede ekşime, lifli yiyecekler ve vitaminler üzerine okumaya başladı. Sorunlara böyle yaklaşırdı Emma. Bütün dikkatini verirdi, en azından bir süreliğine. Özel diyetleri hiç deneyemedik, ki bazıları fena görünmüyordu, çünkü her sabah içimdeki o canavarın kuvvetlendiğini hissediyordum.
Bu yüzden en sonunda doktoruma gittim. Acınası hayatımdan korkmaya başladım ve doktoruma gittim. İngiltere’de bunu söyleyebilirsiniz. Doktorum. Burada herkesin kendine ait bir doktoru var. Kocaman bir masanın arkasında, bir döner sandalyede, tıp kitapları ve muntazam araç gereç tepsisi nezaretinde oturuyorlar. Muayenehaneleri, muayene masasını saklayan perdeli kısım da dâhil olmak üzere, hastanın gözünü rahatsız etmeyecek şekilde, dikkatlice açı verilmiş lambalarla aydınlatılıyor. Bunları daha az şanslı kardeşlerim ve eşleri, kız kardeşleri, anneleri ve teyzeleri yararlanabilsin diye anlatıyorum, seslerini kesmek zorunda kalan, normal görünmek ve aile onurunu gözetmek adına beylik laflarla zırvalayanlar için. Sefil zavallıları kastediyorum, dünyanın daha karanlık köşelerinde yaşayanları, kasırga ve kum fırtınalarıyla altüst oldukları için günlerce güneşin ve yağmurun altında kalmak zorunda olanları, kangren olmuş uzuvlarının kesilmesini bekleyenleri ya da yılan sokması için gönderilecek bir panzehir iğnesini veya cerahat toplayan yaralarını ya da sadece güneş yanıklarını tedavi etmek için bir antibakteriyel krem bekleyenleri. Bu insanlara kişinin kendine ait bir doktorunun olması fikri imkânsız bir hayal gibi gelebilir.
Burada durum farklı. Sağlık hizmetleri, yaşamın ilk gününden son gününe kadar nezaket ve ihtimamla, hastanın rahatlığı ve memnuniyeti için tasarlanmış ferah kliniklerde sunuluyor ve tamamen ücretsiz. Gerçek anlamda ücretsiz olmasa bile öyleymiş gibi hissediyor insan. İngiltere’nin, asırlar süren bir emeğin ve zorluklar içinde geçen yüzyılların ardından inşa ettiği güzel kalıntıların karşılığında artık kendine izin verdiği, zahmetsiz kazanılmamış küçük bir rahatlık. Thames’in kıyısında, Blackfriars Bridge ve Westminster Bridge arasında herhangi bir yerde durup kuzeye doğru bir bakın, bunları inşa etmek için harcanan emeğin içinizi korkuyla karışık bir hayranlıkla doldurduğunu göreceksiniz: devasa kuleler, görkemli ticaret merkezleri, sıra sütunlu kemerler, geniş revaklar, zengin kasırlar, muntazam konaklar ve ışıklarla süslenmiş gösterişli köprüler. Sonra gözünüzü çevirip uzaklardaki fabrikalara ve depolara, mekanize çiftliklere, model kasabalara ve şapellere, başka insanların kırık tarihlerinden toplanan ganimetlerle dolu müzelere, yüzyıllar içinde birikmiş kitaplarla genişleyen kütüphanelere bakın. Bunu, dünyanın karanlık yerlerinde şehirden sayılan o kalabalık lağım çukurlarından herhangi biriyle karşılaştırırsanız ve gerçekleşmesini mümkün kılan fedakârca gayreti göz önünde bulundurursanız, kendi doktorunuza sahip olmak gibi küçük bir konforu çok görmezsiniz.
Sofistike bir kültür ve şehirlilik diye kabul edilen kendinden fazla emin, hazcı bir kinizmle birlikte, İngiltere’yi bir ülke yapan nice şeyden biri de kalıntılardır. Çünkü bu kalıntıların İngiltere’si yok artık. Yok o İngiltere, istediğinize sorabilirsiniz. Karanlıkta ışıl ışıl parlayan, dünyaya, hepsi de sürgündeki İskoçlar tarafından üretilmiş buharlı demiryolunu, Greenwich meridyenini ve penisilini vermiş o İngiltere yok. Dünyayla ilgili hikâyeleriyle bizi var eden o İngiltere yok. Artık Britanya ve Birleşik Krallık ve büyüyen Kutsal Avrupa İmparatorluğu var; bu belirgin dönüşümü, kendilerini kaç nesildir aynı tarihsel esaret içinde tutmak için oynanan değişken bir oyun gibi gören eski sömürge bölgelerindeki bazı kişilerin gürültülü protestolarına rağmen böyle bu. Hatta insanlar İngiltere demekten suçluluk duyarak sakınıyor, dinleyenlerin kendileri için boş boş konuşan, milliyetçi, ırkçı faşistler diye düşünmesinden korkuyor. Ve ülkenin karanlık ve yağmacı tarihi müşahedeye açıldığında, İskoçlar ve İrlandalılar o heyecan verici maceralardaki rolleri için kendilerini sessizce affediyorlar, merak edenlere de İngiltere’nin sömürgeci ökçesi altında yaşadıkları kendi yoksunluklarını hatırlatıyorlar. İngiltere’yle ilgili hür ve özgür bir vicdanla konuşulabilecek tek şey kırsal bölgeleri ya da neşeli bir nefretin ve küçümsemenin değişmez kaynağı olan mücadeleci spor takımları – gerçi beklenmedik bir galibiyet olduğunda bu, çılgınca bir ukalalığa ve dinlemesi hoş bir abartıya dönmeye meyilli oluyor.
Her neyse, gayretler ve mücadelelerle geçen onca çetin devirden sonra, artık yorgun düşmüş insanlar, tam arkalarına yaslanıp nehir ve çalıların üstünde gezinen ışık oyununu izlemeye, kılıçlarının kayışlarını çözmeye, rüzgârın tatlı uğultusuna kulak vermeye ve gayretlerinin bereketli meyvesinin tadını çıkarmaya hazırlanırken, birden bir kalabalık, bir yabancı sürüsü, duvarların ardında yaygara kopardı. Her devrin, her kasabanın ve mezranın delileri, cüzzamlıları, serserileri, seyyar zanaatkârları ve münzevi bilgeleri vardır, fakat böyle bir kalabalık nasıl oldu da burada toplandı? Hepsinin yolu nasıl buraya çıktı? Evet, nasıl olduğunu şüphesiz biliyoruz. Fakat neden Avrupa’ya yaptıkları yolculuğun, bunu gerekli kılan olaylar her ne kadar canavarca da olsa, onlara ister istemez kazandırdığı tecrübeyle tatmin olamadılar? Bizatihi amaç olarak tecrübe! Neden bu ideale hayran kalıp memnun olmayı denemediler? Ayrıca zorluk karşısında tahammül gösterirken biraz yansız ve haysiyetli olmanın nesi yanlış? Pocahontas gibi davranmanın nesi yanlış?
Pocahontas için anlatılan şudur. Kral Powhatan’ın kızı, Algonkinlerin prensesiydi Pocahontas. Hikâyesi İyi Kraliçe Bess (I. Elizabeth) ve varisi Jimbo (James) Stuart’ın döneminde Virginia’da tesis edilen –hoş kelime– İngiliz kolonisiyle ilgili olaylar etrafında gelişir. Operasyonun İngiliz lideri John Smith keşif gezisinde –aklındaki küçük etnik temizlik projesiyle ilgili ihtimalleri incelerken– esir düşer ve Powhatan’a teslim edilir. Birkaç gün boyunca doyasıya yedirilip içirildikten sonra (tahmin edin ne için), birkaç soylu Algonkin ellerinde sopalarla etrafında dikilip başını bir kayanın üstüne koymasını ister. Pocahontas kendini bu İngiliz’in üstüne atar, başını onun başının üstüne yerleştirerek öldürülmesini engeller. İmparatorluk serüvenine ilişkin hikâyelerde defalarca tekrarlanacak bir andır bu: güzel yerli prenses Avrupalı şövalyeye kendinden geçercesine tutulur ve aşk için her şeyi çekinmeden tehlikeye atar. Ama ilk Pocahontas vardı orada. Bunu yaptığında yalnızca on bir yaşında olduğunu öğrenmek oldukça şaşırtıcıdır, erken büyümüş küçük şeytan. Zamanı gelince, İngiliz kolonisinin tarafına geçti (on sekiz yaşında esir alınmıştı) ve yardımsever bir biçimde Algonkinlerin İngilizlere saldırmak için yaptığı hain, cüretkâr planlarını ifşa etti. Bundan kısa bir süre sonra Rebecca olarak vaftiz edildi ve bir İngiliz’le evlendi. Rebecca: yüz milyonların anası ol ve tohumunun bu insanlardan nefret edenlerin kapısına hükmetmesini sağla. Fakat önünde medeniyete bu ilk geçişten bile daha tehlikeli bir yolculuk vardı. Kocası onu İngiltere’ye götürdü, orada soylu bir acibe gibi ağırlandı, kısa bir süre sonra da Virginia’dan çok uzaklarda, Kent’te, Gravesend’de yani İngiltere’nin dibindeki rutubetli, bataksı lağım çukurunda öldü. İmparatorluk hikâyelerine dâhil olmak yerine evde otursa belki daha iyi olurdu. Gelgelelim bundan yakındığını aktaran olmamıştır.
Fakat sükûnetlerini ve haysiyetlerini muhafaza etmekten, hatta kendi halinde, ölçülü bir yabansılıkla bile hareket etmekten aciz olan bu tuhaf kalabalık böyle değildi. Eften püften sözleşmelerini ellerinde sallayıp hazin hikâyelerini anlatıyor, öfkeyle bağırıp çağırıyordu. Gazetelerde kendilerine daha fazla yer verilmesini istiyor, sonu gelmeyen kitaplarını kimse okumadığında yakınıyor ve televizyona çıkmayı talep ediyordu. Anlattıkları hikâyeler suçlamalardan geçilmiyordu! Talep ettikleri haklar, aman Tanrım! Hiçbir şey onları teskin edemiyordu, ne demek istediklerini anlamak da mümkün değildi. Tarih, dünyada yüzyıllardır süren kanlı saldırıların üstünü örten bir yalanlar yığınıymış – ve tahmin edin kimmiş bu sözde barbarlar. En soylu hikâyeleri, onları canavarlara, insan dışı varlıklara, sefil yaratıklara ve kölelere dönüştüren kurnaz metaforlar olarak yorumluyorlar. Birbirlerine karşı apaçık gaddarlıklarının bile suçlusu hep başka bir şey: kölelik, sömürgecilik, Hıristiyanlık, Avrupa’nın tedrisatından geçmiş olmak; üstesinden bir türlü gelemedikleri açıkgözlülükleri ya da kontrolsüz şiddetleri veya herhangi bir konuda bir şey yapma zahmetine katlanmaktan ustalıkla kaçınmaları haricinde her şey. Hukuk onlara karşı, işverenler onları hiçe sayıyor, bankalar ayrımcılık yapıyor. Hep bu boş laflar!
Ve doktorların da işine karışıyorlar, grotesk şişkinliklerini, açık yaralarını gösteriyorlar onlara. Doktorlar hiç irkilmeden bu eski yaraları, kimi zaman hastalıklı derinin altındaki şişkinliği, kimi zaman damla damla sızan kıvamlı iltihabı elleriyle muayene ediyor. Doktorlar için şunu düşünüyorum: imkânsız bir şekilde tatbikî ve programlılar; şikâyete yol açan bölgeyi elleriyle inceledikten sonra ağrıyı gidermek için küçük bir pusula yazıyorlar.
Doktorum gülümsedi, sarıya çalan saçları ve koyu mavi gözleriyle bembeyaz bir gömlek giymiş genç bir adam, nereden bakarsan bak dünyayı yöneten türden biri. Onu, işten çıktıktan sonra yorgun argın Range Rover’ına binip güzel karısına, hoş bir banliyödeki konforlu evine giderken gözümde canlandırdım. Çakıllı araba yolunda kontağı kapatır kapatmaz hoplayıp zıplayarak yanına gelen, onu sevgiye boğan yavruları (on bir yaşında bir kız ve dokuz yaşında bir oğlan diye tahmin ediyorum) ve belki bir de sarışın sevecen bir collie. Belki karısı bir bebek daha bekliyor: ilk iki çocuklarının mükemmelen simgeleştirdiği gençlik dolu aşkı yeniden canlandırmak için gelen gecikmiş bir üçüncü.
Her neyse, gülümsedi ve sonra konforlu döner sandalyesinde vücudunu esneterek memnun bir şekilde iç çekti. “Öyle ise, size nasıl yardımcı olabilirim?” Göğsümü dürtükleyip tık tık vurdu ve gözlerinde uzak, garip bir bakışla dinledi, sonra az önce karnıma dolanmış küçük lastiği sıkma gereği duydu. Gerçi bunun neyi dışarı çıkarmasını bekliyordu bilmiyorum. Bir ciyaklama, yasak bir küfür, katılaşmış bir iltihap damlası, körelmiş bir adalenin istemsiz tekmesi, nedir? İçin için yanan bedenimi kıstırıp sıkıştırarak yoğururken ve sıska iskeletimde parmaklarını çıtlatırken sessizce durdum. Sonra kaşlarını çatarak kalbimin haşat olduğunu söyledi. Bunu ben de söyleyebilirdim ona, gerçekten. Bunu söylemek için gelmiştim buraya ama o konuşmasını sürdürürken saygılı bir sessizlik içinde dinledim kendisini.
Tavrım ya da görünüşümle ilgili bir şey ona özel okula gittiğimi düşündürmüş olmalı. Tek sebep kalbi haşat olmuş, kaba saba erkek sempatikliğim değildi. Genelde ne tür nevale tercih ettiğimi ve tuhaf meraklarım olup olmadığını sordu. Yiyecekten nevale ve suçtan merak diye bahsedebileceğini düşünebildiğim yegâne insan grubu çizgi roman okurları ve özel okula gidenlerdi – gerçi bu yalnızca bir tahmin ve bu tahminin kaynağı olan hayat deneyimi de kaçınılmaz olarak sınırlı ve kıt. Ona kahvaltıda yeşil muz ve tütsülenmiş maymun sevdiğimi söyledim. Bunun karşısında bir an şaşaladı, yiyecek alabilmeme şaşırmıştı kuşkusuz ama sonra onaylayarak başını salladı. Bana uyuz olmaya başlamıştı. Ona meraklarım arasında maymunları mangala atmadan önce düdüklemek olduğunu –bunun, nedense etlerinin dokusunu iyileştirdiğini– söylemeyi düşündüm ama yanlış omzuma vurup beni bir elinde kronometre, diğer elinde kılıç olan bir cinin, bir sene daha ömrün kaldı, sonra hayatın bana ait diyen kocaman, sakallı bir arkadaşın eline teslim edeceğinden korktum. İyi niyetine ihtiyacım vardı. Onu habis tahminlerde bulunmaya teşvik etmemem gerekiyordu. Doktor sessizce sırıttı bana, muhtemelen ne numara çevirdiğimi anladığını göstermek için, sonra kaşlarını çatarak yüzüme bakıp tekrar başladı. O konuştukça kendimi daha kötü hissettim; sanki geç anlayan bir çocuk veya işitme ve konuşma yetisini yitirmiş sarsak bir yaşlı ya da anlayışı kıt bir yerli vardı karşısında.
“Afro-Karayipli insanların kalpleri çürük olur,” dedi, bu sıkıntılı anda bana cesaret vermek için gülümseyerek, “ve yüksek tansiyona, hipertansiyona, orak hücreli anemiye, bunamaya, dang hummasına, uyku hastalığına, şekere, amneziye, asabiyete, ağırkanlılığa, melankoli ve histeriye yatkın olurlar. Kendini bu durumda bulduğun için hiç şaşırmamalısın. Bu hastalıklar, bilinen bir tedavisi olmayan hastalıklar tabii, ama paniğe kapılmaya gerek yok. Yani kısa ve öz söylemem gerekirse ödün patlamasın. Şimdi bakalım. İlk ne zaman kalbinle ilgili sorun yaşamaya başladın? Ailende kalp kırıklığı geçmişi olan var mı? Endişelenmene gerçekten gerek yok. Hafif bir sorun bu, sanırım, senin yaşında ve senin ırkından biri için hiç de beklenmeyecek bir şey değil, ama seni testler yapıp teşhisimi doğrulaması için bir uzmana yönlendireceğim. Bu sana sıkıntı verdiyse, sağlık merkezinde durumuna alışmana yardımcı olacak çok iyi danışmanlık servisleri olduğunu bilmeni isterim. Kendin mi ödeyeceksin yoksa özel sağlık sigortan var mı? Özel sigortan olsaydı testleri çok daha çabuk ayarlayabilirdik. Gerçi paniğe hiç gerek yok, anlıyor musun?”
Tabii bütün bu dramadan sonra ona Afro-Karayipli olmadığımı ya da herhangi bir Karayip ırkından olmadığımı, Atlantik’le bile hiçbir alakamın olmadığını – has be has Hint Okyanusu çocuğu, yetiştirilme itibarıyla Müslüman ve geleneksel bir Sünni, uzaktan Vahhabi olduğumu ve hâlâ bu ilkel tefsirlerin doğurduğu sonuçlardan kaçamadığımı söyleyecek halim kalmamıştı. Bütün bu devasız hastalıkları medeni bir şekilde yutkunarak ve içimden cehaletiyle alay ederek sineye çektim. AIDS’ten bahsetmedi mesela, ki bizim oralar bu hastalığın dünyadaki ana merkezidir, muhtemelen maymunlarla ilişki kurmaktan kendimizi alamadığımız için. Sanırım düzeltebilirdim onu ama o sırada kardeşlerimle dayanışma içinde olmak istedim. Onların ellerinde değildi ki bu belalar, öyleyse neden alay edelim? Her neyse, ona bunu söyleseydim, teşhisi konusunda tereddüde düşüp, beni tekrar yoğurmaya, etimi sıkıştırmaya en baştan başlayabilir ve kan testi, cıva tedavisi ya da günümüzde, bozulan ırklara ilişkin teorilerini hangi testlerle ölçüyorlarsa onları isteyebilirdi. Buna katlanamazdım sanırım. Bedenimin şimdiden yeterince yaralanıp berelendiğini hissediyordum zaten.
Zaten Afro-Karayipli halkları kastetmedi. Zencileri kastetti, habeşleri, Abidleri, bongo-bongoları, bağırarak söyle siyahım-ve-gurur-duyuyorumcuları, açlık, zorbalık, hastalık, kontrol edilemeyen şehvet ve tarih kurbanlarını falan kastetti. Yani benim ırkımı işte. Saygılı sessizliğimin hoşuna gittiğini görebiliyordum çünkü gülümseyerek yasakları ve yapılması gerekenleri sıraladı, ara ara parmağını sallayarak beni haşarı meraklara karşı uyardı.
Emma eve gelir gelmez ona anlatmalı mıydım yoksa uzman doktorun bütün testleri bitirip tekleyen kalbimin üstüne tasdikini basmasını mı beklemeliydim bilemedim. Fakat beni muayene etmek için aylarca vakit bulamayabilirdi doktor ya da hastane randevuyu ayarlarken postada bir terslik çıkabilirdi veya muayene sırasında makine bozulabilirdi ve bir daha gitmem gerekirdi. Her şey olabilirdi. Gerçekten de ona bunu hemen söylemem gerekeceğini biliyordum – her zaman her şeyi anlatırdım ona. Hem zaten işten döndüğümde içtiğim üç rom ve üç sigarayı doktorun isteği üzerine bıraktığımı ona nasıl açıklayacaktım ki? Bu genellikle hayatımın en mutlu saatidir, nadiren bir aile ziyareti ya da tatile çıkmak gibi feci bir durum olmadığı sürece her gün bağlılıkla tekrarlarım bunu. Üç rom ve üç sigara, art arda, ta ki tüm hayat birkaç dakika gerimdeki ve önümdekiyle sınırlanana ve diğer her şey uzak bir oluktan gelen cılız çağıltılara dönüşene kadar. Emma bu saatlerimde beni yok saymayı öğrenmek zorunda kaldı, çünkü benimle konuştuğunda başka bir yere gidiyordum… dışarıdaki yangın merdivenine, küçük, korkuluksuz süs balkonuna, ondan kaçabileceğim herhangi bir yere. Bazen kendine hâkim olamaz ve iş yerinde ya da metroda maruz kaldığı bir dolu taciz hikâyesiyle yine de takip ederdi beni. İçini boşalttıktan sonra sıra, bu kaçışlarımdan ve omurgasız bencilliğim dediği şeyden duyduğu öfkeyle başına gelen bütün talihsizliklerin müellifine saldırmaya gelirdi, konuşmalarımızın çoğu böyle biterdi. Doğruya doğru, belki de sebepsiz değildi bu tutumu. Bu tip mevzularda dürüst olacak kadar sömürgeci eğitim almış bulunuyorum.
Göğsüme saplanan ağrının ilk belirtileriyle ilgili gördüklerinin haricinde söylenecek ne vardı ki zaten? Ama suratını asıp üzüleceğini ve hatta ağlayacağını, sonra hayatımızda yapacağımız değişiklikleri belirleyip planlayarak sanki bir yerde tatildeymişiz de bütün düzenlemeler onun sorumluluğundaymış gibi kendine moral vereceğini biliyordum; tatillerde genellikle öyle olurdu ve ben de orada bunları ona bırakmaktan mutluluk duyardım. Elbette bunu beklemiyordum, bir tepki vermesini umuyordum. Bir an sessiz kalıp altüst olacağını hayal ettim, sonra beni sevgi ve içtenlikle sarıp sarmalayacağını, kıyafetlerimizi çıkarıp benimle saatlerce nazik ve yumuşak bir şekilde sevişeceğini. Bunu yapabilen biri. Biliyorum.
O yüzden çaresi yoktu. İçeri girer girmez söyleyecektim. Üç rom ve üç sigarayı bırakmak gibi bir şeyi saklayamazdım ondan. Bunları bırakmamayı düşündüm tabii –o zaman bilemezdi, ben de hiçbir şey açıklamak zorunda kalmazdım– ama bu tam bir omurgasız bencillik ve onu kandırmak olur gibi geldi. Birini kandırmaktan nefret ederim. Ayrıca ne kadar çabuk söylersem o kadar iyi benim için çünkü o zaman o da Amelia’ya, kızımıza söyler ve o sorunu da böylece halletmiş oluruz. Size kızımdan bahsedeyim. Benim için bir hayal kırıklığı olduğundan değil ama yaklaşık on dördüne geldiğinden beri ben onun için bir hayal kırıklığıyım. Haşat olmuş kalbimi duyduğunda nasıl üzüleceğini ve yine başıma dert açmaktan kaçınamadığım için bana nasıl hayretle bakacağını tahmin edebiliyordum. Sonra bana dünyayı kavrayışımın ne kadar zayıf olduğunu gösteren, yapmayı nedense daha önce hiç akıl edemediğim bir şeyle ilgili son derece pratik bir soru soracaktı. “Bir uzmana görünmeyi düşündün mü?” Hayır, canım, bu hiç aklıma gelmedi. Ne parlak bir fikir! Ne akıllı bir genç kızsın sen öyle! Vazgeçilmezsin bu evde, gerçekten. Dur hemen yapayım. Sonra dertli bir ifadeyle uzaklaşacak, saygısızca homurdanıp yakınacak. Bu yüzden onunla böyle alaycı konuşuyorum. Tek savunmam bu – cılız ve beyhude, ama elimdeki tek şey bu. Başka ne yapabilirim ki? Ona vuracak mıyım? Sevgi dolu mu konuşacağım? Görmezden mi geleceğim? İki ay önce durup dururken çekip gitti ve omzunun üstünden şöyle baktı: İstersen beni sindirebilirsin ama bu senin aciz biri olduğunu değiştirmiyor. İlk tepkim onu kovalamak oldu –sakin bir günümde olsaydım umursamazdım– ama her halükârda benden çok daha hızlıydı.
“Ben aciz değilim,” diye bağırdım kapalı kapıya. “Trajediyim. Bu anlamsız dünya kargaşa dolu ve ben de kaybolanlardan biriyim.” Kapının ardından bir tıkanma sesi duydum ve kendini perdenin rayına asıyordur diye umdum. Ergenler sürekli yapıyor böyle şeyler, materyalizmin yaygınlığına kızıp veya vücutlarını beğenmeyip ya da cinsellikte aradıklarını bulamayıp yapıyorlar. Hiç garip bir durum değil.
Böyle olduğu için elimden bir şey gelmiyordu – tam da böyle bir kızdı işte. Başka türlü olmasını ummuştum –çocuklarımıza yüklediğimiz çılgın hırstan başka özel bir sebebi yoktu bunun– ama o da geri kalanımızdan daha iyi çıkmadı, bir farkla; onun acınası bencillikteki sınırı keskin ve tiz bir hürmetsizlikle çiziliyordu. Tamam, başka birçok yönü de vardır muhtemelen ama bana karşı içinde, bir cevap veremediğim yaralayıcı bir saygısızlık taşıyordu. Bu çıkışlar sırasında Emma bana ters ters bakardı, sanki bebekken Amelia’ya küstahlığı ben aşılamışım, onu ben eğitmiş ve bitmeyen çocukluğu boyunca ona yol göstermişim, sonra da onu habis bir öfkeyle azarlamak için ödevinden alıkoymuşum gibi.
Emma bana ters ters bakardı! Onu yetiştiren kültürün kötü niyetli özgüvenine gönüllüce tâbi olan bir evlada duyduğum tesirsiz sevgi yüzünden suçu üstüme almamı isterdi. Tökezleyen dünyamızı kuşatan bütün dertler için ozon tabakasındaki deliği ya da yok olan yağmur ormanlarını veya sızıntı yapan nükleer reaktörleri suçlamak gibi bir şey bu. Eh, ben değilim bütün bunları yapan, Fransa’daki Kuzey Afrikalı göçmenler de değil, Orta Asya ovalarında gürleyen Tacik atlıları ya da Winnie Mandela veya kayan bir kuyruklu yıldız da değil. Amelia’nın ve onun neslinin çürümüşlüğü için ben nasıl mesul tutulabilirim? Ben mi onları zenginleştirilmiş vitaminlere ve vıcık vıcık bir duygusallığa, dünyanın peri masallarına ve ölçüsü kaçmış bir kendini beğenmişliğe boğdum? Düşünceyi, sanatı ya da prensipleri toplum içinde sakatat yemekle ya da pis bir nefsine düşkünlükle eş tutan çirkin, bayağı bir kibirle kafalarını ben mi doldurdum? Dejenerasyon ve sapkınlıkta zekice bir yön olduğuna onları ikna etmeye katkıda mı bulundum?
Böyle şeyler söylediğimde alaycı bir şekilde sırıtırdı Emma, ben de ara sıra Amelia’nın öfkeli ya da anlam yüklü bakışları üstüme üstüme geldiğinde aynısını yapıyordum. Hep alay etmezdi, bazen de sorumluluğu kendi üstlenirdi ama bu, küçük dünyamızın değiştiğine, söylediklerimizin ve düşündüklerimizin tanımlanması güç bir şekilde bu değişime yön verdiğine inanarak kendimizi övecek kadar genç olduğumuz eski günlerdeydi.
“İşte yine başlıyoruz; yozlaşmış İngiltere sanık sandalyesinde,” derdi öfkeli çıkışlarımdan sonra. “Bu sefer de çocuk yetiştirme konusundaki başarısızlığımız ve evrendeki başka her şey için. Aslında çocuğun herhangi bir kabahati olduğunu sanmıyorum. Bu tabii senin, ah tamam, bizim hatamız da olamaz. Tesadüfe bak ki senin kızın o; ve bu, bana ne kadar yozlaşmış olduğumuzla ve bütün o diğer söylediklerinle ilgili nutuk atarak kaçabileceğin bir sorumluluk değil. Bunları tekrarlamana gerek yok! Şimdiye kadar hepsini gayet iyi öğrendik ve hatta içlerinden bir ikisine de katılabilirim. Ama sen bütün bu vebadan muaf olduğun için onu kurtarabilirsin. Asaleti ve ilkeli olmayı, fedakârlığı, gülmeyi ve yozlaşmış kültürümüzün artık sahip olmadığı başka ne varsa sen öğret ona. Kurtar onu.” Umudu kırılmış insana başka kim hayatın hatırasını geri verebilir ki, söyle? Birbirimizi yeni tanıdığımız zamanlarda Leopold Sedar Senghor’un bu dizesini alıntılardım ona, o da bazen bunu hatırlar ve sanık sandalyesindeki İngiltere rutininin içine katardı. Bu sahnenin oldukça hoşuma gittiği zamanlar olmuştu. Maruz kaldığım kültürel ve tarihsel baskıya karşı kükreme imkânı tanıyordu bana. Ona göre boş laflardı bunlar ama bir yabaninin Avrupa eleştirisi neticede kaçınılmaz olarak böyle işitilirdi (bir kitapta okumuştum bunu). Bu konuşmaların genel akışı bana çoğunlukla hoşgörüsüz, nankör, yobaz, hırçın mücahit, domuz ve piç demesiyle son bulurdu. Düşünün yani. Bu karşılıklı atışmalardan sonra ve tüm anlaşmazlıklara rağmen bazen kendimizi, sevgi ve bağışlanma dileyen tutkulu bir gece yarısı sefahati içinde bulurduk. Sizi temin ederim ki o anlar bütün o bağırış çağırışa değerdi.
Farklılıkların üstünde durmayı severdim –hâlâ severim– kibir ve hırsın kurumları nasıl fark gözetmeksizin yiyip bitirdiğini ve üstünde yaşadığımız kıtanın nasıl artık çamur, atık ve bayağılık havuzları üzerinde yüzdüğünü, kinizmin ve yılgınlığın nasıl hepimizi bu pisliği yaşamaya mahkûm ettiğini, semirmiş olanların, sindirip yendikleri kişileri nasıl hiç düşünmeden küçümsediğini uzun uzun düşünmeyi severim. Emma bana narsisist diyor – ya da bu yaptığımı, biraz süsleyerek minör farkların narsisizmi olarak tanımlıyor. Tabirleri kullanmakta her zaman iyidir, gerçi bunu bir yerden alıntılamıştı. Ne zaman tanımlayıcı bir cümle parçası bulsa, onu sağlamlaştırıp, ışıldayana kadar ovuşturup cilalar. Sonra da beni zekâsıyla kör etmek için ihtiyacı olur diye yanında taşır. Bunu zalim olmak için yaptığını düşünmüyorum. Sadece tartışmaları kazanmayı sever ve bunu bazen letafetle yapar.
Her neyse, bu farklılıklara fazla önem verdiğimi düşünüyordu, özellikle de güçsüz reddedişime rağmen etrafımda pervasızca artan ve büyüyen hikâyelere sonunda yalnızca HAYIR demeye çalıştığım için. Buna içerleyişim ve sızlanmam hikâyenin ilerleyiş biçimini değiştirmeyecekti: bu hikâyede hastalıklarım ve eksikliklerim daima ön plana çıkarılacaktı, vahşi gaddarlığım onların alçaklığı içinde önemini yitirmeyecekti ve her şey söylenip bittikten sonra da en ufak bir imkân tanındığında yine medeniyetle ilgili bir karmaşa yaşayacaktım, düpedüz basiretsiz olduğum için açlıktan ölecektim ve hem kendim hem başkaları için bir tehli….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Dünya Edebiyatı Roman (Yabancı)
- Kitap AdıSessizliğe Hayranlık
- Sayfa Sayısı249
- YazarAbdulrazak Gurnah
- ISBN9789750524363
- Boyutlar, Kapak13x19,5 cm, Karton Kapak
- Yayıneviİletişim Yayınları / 2022
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Kazkafanın Kitabı ~ Yiyun Li
Kazkafanın Kitabı
Yiyun Li
“Bir yarım portakalla bir başka yarım portakal birleşse bir tam portakal etmez. İşte benim hikâyemin başladığı yer burası. Kendini bıçağa layık görmeyen bir portakal...
- Kağıt Kız ~ Guillaume Musso
Kağıt Kız
Guillaume Musso
Kitapları dünyada 10 milyonun üstünde satılan ve 33 dile çevrilen Fransa’nın en çok satan yazarı Musso’dan soluk soluğa okuyacağınız sıra dışı bir roman… “Fırtınalı...
- Ruhumun Kadınları ~ Isabel Allende
Ruhumun Kadınları
Isabel Allende
Isabel Allende anılarının derinliklerine indiği Ruhumun Kadınları’nda bize feminizmle ve kadınlıkla ilişkisini anlatmakla kalmıyor; aynı zamanda yetişkin yaşamının tüm yoğunluğuyla yaşanması, hissedilmesi ve keyif alınması...