Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Son Hediye
Son Hediye

Son Hediye

Abdulrazak Gurnah

Son Hediye, etnik kimlik, köken ve aile temaları etrafında dokunmuş bir kültürel sentezin romanı. İngiltere’de yaşayan bir Afrikalı göçmen olan Abbas, yakalandığı hastalığın ardından…

Son Hediye, etnik kimlik, köken ve aile temaları etrafında dokunmuş bir kültürel sentezin romanı.

İngiltere’de yaşayan bir Afrikalı göçmen olan Abbas, yakalandığı hastalığın ardından geçmişini sorgulamaya başlar. Abbas’ı bir hikâye anlatıcısına dönüştüren hastalık süreci, yıllardır eşi Meryem ve çocuklarından sakladığı büyük sırrını da ortaya çıkartır. Abbas’ın sınırları aşındıran hikâyesi etnik kimlik ve köken, gerçek ve kurmaca gibi ayrımların kayganlığını ortaya koyarken yüzleşilmemiş hatıraların, dilsiz kalmış hikâyelerin insan zihninde yarattığı kalıcı etkileri de sergiler. Son Hediye, cesur bir hikâye anlatıcısı olmanın insanın yakınlarına verebileceği en büyük hediye olduğunu gösteren çarpıcı bir yüzleşme anlatısı.

“Abdulrazak Gurnah, çok katmanlı, güçlü ve güzel romanlar yazmakta ustalaşmış bir yazar.”
Anıta Mason

“Son Hediye, kültürel kimlik sorununda kişisel hikâyelerin rolünün anlaşılmasına yönelik kıymetli bir çaba.”
Gıles Foden

I
Bir Gün

Bir gün, yaşanan sıkıntılardan çok evvel, kimseye tek bir kelime etmeden sessizce kaçıp gitti ve bir daha geri dönmedi. Ve aradan kırk üç yıl geçtikten sonra bir başka gün, küçük bir İngiliz kentindeki evinde kapının hemen eşiğine yığılıverdi. Günün geç saatleriydi, işten eve dönüyordu, fakat genel anlamda da geç kalmıştı. Bazı şeyleri anlatmayı çok uzun süre ertelemişti ve bunun için kendinden başka kimseyi suçlayamazdı.

Hissetmişti yaklaştığını bunun, çöküşün. Mahvolma korkusuyla beklediği bir şey değildi bu, böylesi bir korkuyu kendini bildi bileli uzak tutardı zihninden, daha ziyade istemli ve kuvvetli bir şeyin onu durmadan sıkıştırması gibi bir histi. Aniden inen bir darbe değil de, sanki bir canavarın yüzünü yavaşça ona doğru dönmesi, onu tanıması ve sonra da nefessiz bırakmak için yaklaşması gibiydi. Mecalsizliği vücudunu takatten düşürmüş olsa da düşünceleri berraktı ve bu berraklıkta, tuhaf bir şekilde açlıktan ya da soğuktan donarak ölmenin veya bir taşın isabet etmesiyle insanın nefesinin kesilmesinin böyle hissettirebileceğini düşündü. Bu benzerlik, yaşadığı korkuya rağmen ürpertti onu: Bak gördün mü yorgunluk nasıl bir melodrama yol açıyor?

İşten çıktığında bitkindi, bazen günün sonunda böyle nedenini açıklayamadığı bir yorgunluk çökerdi üzerine, öncesine kıyasla son yıllarda daha fazla hissetmeye başlamıştı bunu, öyle ki yorgunluğu dinene kadar hiçbir şey yapmadan öylece oturabilmeyi ya da birinin onu kuvvetli kollarıyla kaldırıp eve taşımasını dilerdi. Yaşlıydı artık, hepten yaşlı değildi belki ama yaşlanıyordu. Bu dileği bir anı gibiydi, sanki çok uzun zaman önce biri tam da bunu yapıyor, onu kaldırıp eve götürüyordu. Fakat bunun bir anı olduğunu düşünmüyordu o. Yaşlandıkça istekleri bazen daha bir çocuksu oluyordu. Yıllar geride kaldıkça çocukluğu ona o nispette yaklaşıyor, başka birinin hayatının eskide kalmış düşü olmaktan giderek uzaklaşıyordu.

Otobüste, yorgunluğunun nedenini anlamaya çalıştı. Hâlâ, bunca yıldan sonra bile yapardı bunu; yaşadığı şeylere anlam vermeye çalışır, hayatın önüne çıkardıklarının yarattığı korkuyu azaltmak için bir açıklama arardı. Günün sonunda hangi aksiliklerin bu kadar halsiz hissetmesine yol açtığını tespit edene kadar, sanki bu bilgi (tabii buna bilgi denebilirse) sıkıntısını hafifletecekmiş gibi, o gün yaşadıklarını geriye doğru yeniden gözden geçirirdi. Yaşlılık, aklından ilk geçen bu oldu, yıpranma ve aşınma, yerine yenisinin konulamayacağı eski püskü parçalar. Ya da birkaç dakika gecikmesini kimse sorun etmeyecek veya umursamayacak olsa da sabahın köründe işe yetişmek için acele etmesi ve sarf ettiği çabanın, duyduğu kaygının onu nefessiz bırakarak günün geri kalanını mide ağrısıyla geçirmesine yol açması olabilirdi. Veya personel mutfağında kendine hazırladığı o kötü çay midesini köpürtmüş ve ishale yol açmıştı. Sütü gün boyunca bir sürahide ağzı açık bırakıyorlardı, içeri girip çıktıkça üzerinde toz birikiyor, uzun süre dışarıda kaldığı için ekşiyordu. O süte dokunmamayı akıl etse iyi olurdu ama bir yudum çayın cazibesine karşı koyamamıştı. Ya da belki sadece üstüne vazife olmadığı halde fazla efor sarf etmiş, ilişmemesi gereken şeyleri kaldırıp indirmişti. Belki de kalp ağrısıydı bu. İnsanı ne zaman bulacağı ya da nereden geleceği ve ne kadar süreceği hiç belli olmazdı.

Ama otobüste otururken bir tuhaflık olduğunu anlamıştı, tırmanan bir çaresizlikle istemsizce inlemiş, teninin ısındığını, kanının çekildiğini ve yerini daha önce bilmediği bir boşluğun doldurduğunu hissetmişti. Yavaşça oldu bu: Soluk alıp verişi değişti, titredi, terledi ve ani bir düşüşün bildik, insani vazgeçişiyle iki büklüm olduğunu gördü, bedeni acıyı bekliyor, çözülüyordu. Kendini dışarıdan izledi, göğüs kafesinin, kalçasına bağlanan eklemlerinin ve omurgasının sinsice, önlenemez çözülüşü karşısında biraz korkmuştu, sanki zihni ve bedeni ayaklanmış kendilerini birbirlerinden ayırıyordu. Mesanesine keskin bir bıçak saplandığını hissetti, soluk alıp verişinin hızlandığını, paniklediğini fark etti. Ne yapıyorsun? Nöbet mi geçiriyorsun? Bu kadar histeri yeter, derin nefes al, derin nefes al, dedi kendi kendine.

Otobüsten indiğinde keskin şubat soğuğu yüzüne vurdu, halsizdi ve titriyordu, kendisine telkin ettiği gibi derin derin nefes aldı. Kıyafetleri bu hava için uygun değildi. Etrafındaki diğer kişiler ağır, yünlü paltolarını giymiş, eldiven ve atkılarını takmıştı, sanki aslında ne kadar soğuk olduğunu aşinalıktan ve tecrübelerinden biliyorlardı fakat o, senelerdir burada yaşamasına rağmen bilmiyordu bunu. Ya da belki onlar, ondan farklı olarak televizyon ve radyodan hava tahminlerini dinliyorlardı, sonra da bu günler için gardıroplarında bulundurdukları bu ağır kıyafetleri çıkartıp keyifle hemencecik giyiyorlardı. Üstünde yılın büyük bölümünde giydiği paltosu vardı, yağmurlu ve serin günler için uygundu, fakat hava biraz daha sertleştiğinde pek de sıcak tutmuyordu. Kıyafet ve ayakkabılarını çeşitli durumlar ve değişik mevsimler için bir dolapta istiflemeyi hiç becerememişti. Artık ihtiyacı olmasa da bir türlü vazgeçemediği tutumlu olma alışkanlığıydı bunun sebebi. İçinde rahat ettiği kıyafetler giymeyi seviyordu ve kendisini dışarıdan görse üstündeki kıyafetlerinden tanıyabileceğini düşünmekten hoşlanıyordu. O soğuk şubat akşamı kanaatkârlığının ya da tutumluluğunun veya çileciliğinin, hangisi bu tutumunu belirlemişse artık, bedelini ödüyordu. Belki de hoşnutsuzluğunun sonucuydu bu, etrafıyla bir türlü barışamamış bir yabancının ruhsal durumuna uygun olarak gitme vakti geldiğinde üstündekileri kolayca çıkarıp atabilsin diye bu kadar ince giyinmişti. Durumunun soğukla ilgili olduğunu düşündü. Kendi aptal nedenlerinden dolayı hava şartlarına uygun giyinmemişti, şimdi de soğuk, vücudunu ayakta tutan iskeletin dayanamayıp çözüleceğini hissettirecek kadar içine işleyerek onu kontrolsüzce titretiyordu. Ne yapacağını bilmez halde otobüs durağında dikilirken kendi acı iniltisini işitti, sanki bir an uyuyakalmış da tekrar uyanmış gibi, bilincini yitirmeye başladığını fark etti. Hareket etmek için kendini zorladı fakat kolları ve bacakları iradesine bağlı değildi sanki, kısa, ağır iç çekişlerle nefes alabiliyordu. Ayakları kurşun gibi ağırlaşmış ve hissizleşmişti, buz kesmiş teninde açılan çatlaklar sızlıyordu. Belki biraz oturup spazmın geçmesini beklemeliydi. Ama hayır, kaldırımda öylece oturursa kimsesiz olduğunu zannederlerdi ve bir daha ayağa kalkamayabilirdi. Yürümek için kendini biraz daha zorladı, güçlükle, adım adım ilerliyordu. Gücü tükenmeden, bu ıssız yerde bedeni paramparça olup etrafa saçılmadan eve varmak için büyük bir gayret sarf ediyordu. Otobüs durağından eve genellikle yedi dakikada, yaklaşık beş yüz adımda varıyordu. Bazen zihnindeki uğultuyu bastırmak için adımlarını sayardı. Fakat o akşam çok daha uzun sürede katetmiş olmalıydı bu yolu. Daha fazla sürmüş gibi hissetmişti. Eve varmaya gücünün yeteceğinden emin değildi. İnsanları geçtiğini düşündü, sendelediği için arada birkaç dakikalığına ya da saniyeliğine bir duvara yaslanmak zorunda kaldı. Ne olacağını kestiremiyordu artık. Eve girdiğinde dişleri birbirine vuruyordu, terden sırılsıklam olmuştu, kapıyı açtıktan sonra koridora çöktü, ısının ve bulantının kendisini teslim almasına izin verdi. Bir süre hiçbir şey hatırlayamadı.

Adı Abbas’tı, o farkında olmasa da eve girişi gürültülü olmuştu. Karısı Meryem anahtarları el yordamıyla kilide sokmaya çalıştığını sonra da kapıyı pat diye kapattığını duydu, oysa eve hep sessizce girerdi. Meryem bazen onun eve girdiğini, karşısında onu yine hazırlıksız yakaladığı için gülümseyerek dikilene kadar fark etmezdi bile. Ara sıra yapmaktan hoşlandığı şakalardan biriydi bu, Meryem de içeri girdiğini duymadığı için her seferinde yerinden sıçrardı. O akşam ise anahtarın sesini duyunca kalktı, Abbas’ın eve gelişiyle bir an için yalın bir mutluluk duydu, sonra kapı çarparak kapandı ve iniltisini işitti. Koridora gittiğinde kapının hemen önünde bacakları iki yana doğru açılmış oturduğunu gördü. Yüzü ter içinde kalmıştı, kesik kesik nefes alıyor, sersemlemiş bir halde gözlerini açıp kapıyordu.

Meryem adını söyleyerek yanına çöktü, “Eyvahlar olsun, Abbas, Abbas, ne oldu sana? Ah!” Sıcak, ıslak elini kendi avucunun arasına aldı. O dokunur dokunmaz gözleri kapandı Abbas’ın. Nefes almaya çalıştığı için ağzı açıktı, Meryem pantolonunun iç kısmının da ıslak olduğu gördü. “Ambulans çağıracağım,” dedi. Abbas’ın hafifçe elini sıktığını hissetti, bir an sonra inleyerek, “Hayır” dedi Abbas. Sonra fısıltıyla, “Biraz dinleneyim”, dedi. Tekrar dizlerinin üzerine oturarak yanında bekledi, durumunun çaresizliği panikletmişti onu, ne yapması gerektiğinden emin olamadı. Bedeni acının ya da bulantının yarattığı kasılmayla inip kalkıyordu, Meryem avucunda tuttuğu elini sıkarak tekrar adını söyledi. Kısa bir süre sonra ıstırabının dinmeye başladığını hissedince ona, “Ne yaptın?” diye sordu, usulca, kendi kendine mırıldanır gibi sormuştu bunu. “Ne yaptın kendine böyle?”

Ayağa kalkmaya çalıştığını anladığında kolunu kendi omzuna attı ve merdivenleri çıkmasına yardım etti. Yatak odasına varmadan tekrar titremeye başlamıştı, Meryem ağırlığını üstüne aldı ve onu kalan birkaç basamağı geçmeye zorlayıp yatağa taşıdı. Telaşla üstünü soydu, kendini pislettiği kısımları sildi, üzerini örttü. Onu örtüyle sarıp sarmalamadan önce neden üzerini soyup temizleme gereği hissetmişti bilmiyordu. Belki bedenin haysiyetini korumaya yönelik bir güdüydü bu, üzerine düşünmeden sergilediği lüzumsuz bir nezaketti. Sonra örtünün üzerine, yanına uzandı, Abbas iniltiler çıkararak titriyor, hıçkırarak ağlıyor ve tekrar tekrar “Hayır, Hayır” diyordu. Sonra titremesi dinip, ağlaması kesildiğinde, hatta biraz uyur gibi olduğunda Meryem aşağı inip hastanenin acil servisini aradı. Doktor, telefonunun ardından hemen birkaç dakika içinde geldi, bu kadar çabuk gelmesini hiç beklemiyordu. Gelen doktor, Meryem’in hastanede daha önce görmediği genç bir kadındı, hemen içeri girdi, sanki özellikle korkulacak sıra dışı bir durum yokmuş gibi dostane bir ifadeyle gülümsüyordu. Meryem’i takip ederek yukarı çıktı, Abbas’a şöyle bir baktıktan sonra çantasını koyabileceği bir yer bulmak için etrafına bakındı. Her hareketi ölçülüydü, ona paniğe kapılmamasını söyler gibi bir hali vardı, Meryem de doktorun oradaki varlığıyla şimdi kendini daha sakin hissediyordu. Doktor, Abbas’ı muayene etti, nabzını ölçtü, stetoskobuyla soluk alıp verişini dinledi, tansiyonuna baktı, gözüne ışık tuttu ve idrar örneği alıp içine turnusol kâğıdı koydu. Sonra Abbas’a olanları anlatması için sorular sordu, tatmin edici yanıtlar alana kadar sorularını birkaç kez tekrarladı. Sesi ve yaklaşımı endişeli değil, nazik ve ilgiliydi. Bir sonraki adımın ne olması gerektiğini Meryem’le konuşurken gülümsemişti bile, dişleri şaşırtıcı derecede beyazdı, koyu kumral saçları yatak odasının ışığında parlıyordu. “Bunu yapmayı nasıl öğretiyorlar?” diye merak etti Meryem. Yaralı bedenleri, kırık bir radyoyu tutar gibi, böylesi soğukkanlı bir güvenle tutmayı onlara nasıl öğretmişlerdi?

Doktor bir ambulans çağırdı, hastaneye vardıklarında Meryem’e Abbas’ın şekerinin düştüğünü, komaya girmediğini ama durumunun ciddi olduğunu belirttiler. Abbas’a da hastalığının genellikle yaşlılıkta ortaya çıkan geç başlangıçlı şeker olduğunu söylediler. Normalde tedavi edilebilir bir hastalıktı, fakat Abbas durumunun farkında olmadığı için tedavi görmemişti, bu yüzden kriz geçirmişti. Krizin nasıl bir hasara yol açmış olabileceğini tam olarak söylemek için henüz çok erkendi. Ailesinde şeker hastası var mıydı? Annebabasında, teyzesinde, amcasında? Abbas bilmediğini söyledi. Ertesi gün uzman hekim onu muayene ettiğinde şekerin hayati tehlike oluşturan bir hastalık olmadığını fakat motor tepkilerine bakılırsa beyninin hasar görmüş olabileceğini söyledi. Korkacak bir şey yoktu. Kaybolan bazı fonksiyonları yerine gelebilirdi, ya da gelmeyebilirdi. Bunu zaman gösterecekti. Hafif bir felç de geçirmişti. Düzenli kontroller durumuna netlik kazandıracak ve tedavisini belirleyecekti, fakat bu süre içinde bir gün daha hastanede müşahede altında tutulacaktı ve her şey yolundaysa sonraki gün taburcu edilecekti. Uzun bir yasaklar listesi çıkarılmıştı, ilaçlar verilmişti ve işten rapor alması söylenmişti. Hakkında söylenecek tek şey bu olmasa da Abbas o sırada altmış üç yaşındaydı.

Meryem çocukları, Hanna ve Cemal’i aradı. Olan biteni anlattı, apar topar yanlarını gelmelerini gerektirecek bir durum olmadığını tekrar tekrar belirtti. Eğer yarına kadar bir şey çıkmazsa taburcu olacaklarını söyledi. “Bir şey çıkmazsa derken neyi kastediyorsun?” diye sordu Hanna. “Doktor böyle söyledi, eğer bir şey çıkmazsa, dedi,” diye yanıtladı Meryem. Duruma soğukkanlılıkla yaklaşan hastane personelinin izinden gidiyordu, belki böylesi Abbas için en iyisiydi, Hanna ve Cemal’in telaşla eve gelmeleri onu gereksiz yere heyecanlandıracaktı. Kendisi de hastanede çalıştığı için insanların bazen hasta akrabaları için gereksiz yere telaşa kapıldıklarını biliyordu. “Şu anda tedavisi sürüyor. Durumunun stabil olduğunu söylediler. Hayır, telaş edilecek bir şey yok. Hiçbir yere gitmiyor. Elbette, ne zaman isterseniz gelip görebilirsiniz ama acele etmenize gerek yok. İstediğiniz zaman gelin. Durumu iyi şu an. Tedavi ediyor doktorlar. Hayır, her gün iğne yaptırması gerekmeyecek Cemal. Şu an iğne yapıyorlar ama fazla sürmeyecek. İlaçlarını alıp perhize girecek, ben de düzenli olarak muhtelif şeyleri kontrol edeceğim. Ne gibi? Yani ayağındaki yara bereyi, kan şekerini ve diğer şeyleri. Bana gösterecekler nasıl yapacağımı. İyileşecek. Gücünü tekrar toparlaması biraz zaman alacak, hepsi bu. Endişelenmeyin, düzelecek. Tabii tabii, en kısa zamanda gelip görün.”

Hastalık Abbas’ı bitkin düşürmüştü. Azıcık hareket ettiğinde bile titreyip terliyor, çabasının boşa çıktığını görünce ağlamaklı oluyordu. Birinin yardımı olmaksızın doğrulamıyordu bile. Hep açlık hissediyordu ama yemekler hemen bulantı yapıyordu. Tükürüğü zehirdi sanki ve ağzı tahliye borusu gibi kokmaya başlamıştı. Lokmaları yutmaya çalıştığında öğürüp kusuyordu. Hastanenin şeker hastalığına bakan bölümünden bir hemşire geldi, ona (ve Meryem’e) nelere dikkat etmesi gerektiğini anlattı. Uyulması gerekenleri katiyetle belirtti, bir kitapçık uzatıp tavsiyelerde bulundu ve homurdanarak çıkıp gitti. O gittikten sonra daha da yorgun hissetti Abbas. Birkaç gün geçmesine rağmen hâlâ yardım almadan yatağına bir iki adım mesafedeki banyoya yürüyemiyordu, Meryem evden çıktığında ona plastik bir kova alıp acil bir durumda kullanması için başucuna koymuştu. Abbas’ın bunu bir kere kullanması gerekmişti, o kovanın üzerine bir bebek gibi inleyip sızlanarak oturduğunda, bedeninin saçıp püskürttükleri sanki hayatının bunca yılı boşa geçmiş bir yalanmış gibi utandırmıştı onu. Bitirdiğinde, kendini doğru düzgün temizleyememişti, normalde hep yaptığı gibi yıkayamamıştı. Tuvalet kâğıdıyla temizlenmeye hiç alışkın değildi, temizlendikten sonra bile kendini hâlâ kirli hissederdi, bu yüzden şimdi yatağa tekrar uzandığında kıçı kurumuş dışkıdan pul pul olmuş gibi hissediyordu. Bazen her şeyden uyuyarak uzaklaşırdı veya zincirlerinden kurtulup, hep geri döndüğü derin, sessiz yerlere, dönmekten nefret ettiği o yerlere savrulurdu. Bu sersem hali içinde bile bazı şeyleri çok uzun süre ertelediğini, senelerce içinde tuttuğunu biliyordu. Önceden anlatmış olması gereken birçok şey vardı, fakat sessizliğinin, kımıldatılamaz bir noktaya gelene kadar hâkim olmasına izin vermişti. Tamamen uzaklaştığını, kimsenin ona ulaşamayacağı bir yere vardığını düşündüğü zamanlar olurdu, bir makaradan çözülen ince bir ipe tutunarak, yavaş yavaş gözden kaybolduğunu düşündüğü zamanlar. Fakat oradaydı işte, yeniden gözünü açtı ve gemide çalışırken ara sıra gördüğü o rüyayı, bir halat parçasına tutunurken bedeninin çarpan suyun içinde eridiğini gördüğü rüyayı anımsadı.

Biraz iyileşince hemen her şeye sinirlenmeye başlamıştı, özellikle de kendi mecalsizliğine, fakat bunu Meryem’e hırçın sözler sarf ederek açığa vuruyordu. Sözleriyle onu incitiyordu fakat elinde değildi. Meryem’in odaya girip onunla laflamasına, elbise dolabında ya da başucundaki komodinde bir şeyler aramasına, avucunu alnına dayamasına, yastıkları kabartmak için onu kaldırmasına, onun için mutfaktan radyoyu getirmesine tahammül edemiyordu bazen. “Be…

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Ayrılışın Hatırası ~ Abdulrazak GurnahAyrılışın Hatırası

    Ayrılışın Hatırası

    Abdulrazak Gurnah

    2021’de Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanan Abdulrazak Gurnah, ilk romanı Ayrılışın Hatırası’nda bile dört dörtlük bir romancı olduğunu gösteriyor. Abisinin ölümünden sorumlu tutulan Hasan, bir...

  2. Terkediş ~ Abdulrazak GurnahTerkediş

    Terkediş

    Abdulrazak Gurnah

    Terkediş, modern dünya edebiyatında sömürgecilik sonrası dönemde yazılmış en parlak romanlardan biri. Terkediş, kolonyalizmin bireysel ve siyasal düzlemdeki sonuçlarını üç neslin birbirine örülmüş hikâyeleri...

  3. Deniz Kenarında ~ Abdulrazak GurnahDeniz Kenarında

    Deniz Kenarında

    Abdulrazak Gurnah

    Deniz Kenarında göç deneyiminin yol açtığı kimlik karmaşası, aidiyet sorunu ve kültürel etkileşim üzerine sarsıcı bir roman. Ülkesinden sahte bir pasaportla kaçıp İngiltere’ye sığınma...

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Güm! ~ Terry PratchettGüm!

    Güm!

    Terry Pratchett

    Hayalî evrenlerin azametli mucidi Sör Terry Pratchett’ın benzersiz yaratımı “Diskdünya”nın ilk kez Türkçeye çevrilen otuz dördüncü kitabı Güm!, kan davaları binlerce yıl öncesine dayanan iki kadim...

  2. Ada ~ Aldous HuxleyAda

    Ada

    Aldous Huxley

    Aldous Huxley’nin, 1962 yılında yayımlanan son kitabı Ada, yazarın en bilinen romanı Cesur Yeni Dünya’nın ütopik ikizi. Otomatik Portakal’ın yazarı Anthony Burgess’ın da en...

  3. Sınır ~ John Ajvide LindqvistSınır

    Sınır

    John Ajvide Lindqvist

    Bazı sınırları isteseniz de aşamazsınız… Gir Kanıma adlı romanıyla tanınan İsveçli yazar John Ajvide Lindqvist’ten, şaşırma reflekslerini tümden kaybetmişlerin bile aklını başından alacak, imkânsız bir aşk...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur