Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Castellio Calvin’e Karşı
Castellio Calvin’e Karşı

Castellio Calvin’e Karşı

Stefan Zweig

Stefan Zweig, yüzyıllarca “unutulmuş bir adam” olarak kalan Castellio’nun şahsında hoşgörüye karşı hoşgörüsüzlük, özgürlüğe karşı vesayet, hümanizme karşı bağnazlık, bireyciliğe karşı mekanikleşme, vicdana karşı…

Stefan Zweig, yüzyıllarca “unutulmuş bir adam” olarak kalan Castellio’nun şahsında hoşgörüye karşı hoşgörüsüzlük, özgürlüğe karşı vesayet, hümanizme karşı bağnazlık, bireyciliğe karşı mekanikleşme, vicdana karşı şiddet sorunlarını ustalıkla ele alarak ortaya unutulmaz bir yapıt çıkarıyor.

Protestanların Katolik Kilisesi’ne karşı giriştikleri mücadelede “düşünce ve inanç özgürlüğünü” ateşli biçimde savunan Calvin, Cenevre’de iktidarı ele geçirince bir din devleti sistemi kurar. Bir diktatöre dönüşüp toplumu kendi belirlediği kalıbın içine hapseder: İnsanların yakıldığı, işkence gördüğü, herkesin birbirini ihbar ettiği baskıcı bir ortam söz konusudur artık. Döneminin önde gelen bilginlerinden Sebastian Castellio, Calvin’in kendi görüşlerine aykırı fikirleri savunduğu gerekçesiyle Servet adında bir başka bilgini din adına yaktırmasıyla kimsenin söylemeye cesaret edemediğini söyler: “Bir insanı öldürmek asla bir öğretiyi savunmak değildir, bilakis: Bir insanı öldürmektir.” Böylece Castellio ve Calvin arasındaki amansız mücadele çağları aşan bir boyut kazanır…

Castellio Calvin’e Karşı, zorbalığa karşı tek başına ayakta duran bir vicdanın çarpıcı mücadelesi…

“Castellio hakkında hiçbir şey bilmiyordum, onunla tanışmış olmaktan gerçekten mutluyum ve geçmiş zamandan bir dost edinmiş durumdayım.”
Thomas Mann

Giriş

Celui qui tombe obstiné en son courage, qui, pour quelque
danger de la mort voisine, ne relâche aucun point de son
assurance, qui regarde encore, en rendant l’âme, son ennemi
d’une vue ferme et dédaigneuse, il est battu, non pas de
nous, mais de la fortune; il est tué, non pas vaincu: les plus
vaillants sont parfois les plus infortunés. Aussi y a-t-il des pertes
triomphantes à l’envi des victoires.1
– MONTAIGNE

“Sivrisinek file karşı”, Sebastian Castellio’nun kendi el yazısıyla, Calvin’e karşı yazdığı polemiğin Basel kopyası üzerine düşülen bu not öncelikle garip bir etki yaratır ve hümanistlerin basmakalıp abartılı ifadelerinden birisiymiş gibi gelir. Ancak Castellio’nun bu sözleri ne bir abartı ne de ironiydi. Bu yürekli adam böylesi çarpıcı bir benzetmeyle arkadaşı Amerbach’a, Calvin’i fanatik “en doğrusunu ben bilirim”ci tavrıyla bir insanı ve böylece Reformasyon’daki vicdan özgürlüğünü katletmekle aleni biçimde suçlayarak nasıl büyük bir düşmana meydan okuduğunun gayet ve son derece trajik biçimde bilincinde olduğunu ifade etmek istiyordu sadece. Castellio, kalemini bir mızrak gibi eline alıp bu tehlikeli kavgaya giriştiği ilk andan itibaren zırhlara bürünmüş diktatörlüğün üstünlüğü karşısında saf düşünsel hiçbir savaşın etkisi olmayacağını ve dolayısıyla girişiminin baştan umutsuz olduğunu tam olarak bilmektedir. Çünkü tek başına, silahsız bir adam, arkasında binlerce ve on binlerce insanın, üstelik devlet gücünün militan aygıtlarının yer aldığı Calvin’le nasıl savaşabilir ve onu yenebilirdi ki! Calvin, muhteşem bir örgütlenme tekniği sayesinde, o zamana dek binlerce özgür yurttaşın yaşadığı bütün bir kenti, bütün bir devleti kaskatı bir itaat makinesine çevirmeyi, her türlü bağımsız tavrı yok etmeyi, kendi biricik doktrini uğruna her türlü düşünce özgürlüğüne ambargo koymayı başarmıştır. Şehrin ve devletin bütün güçleri artık onun emri altındadır; bütün makamlar ve yetkililer, Kent Meclisi ve kilise yönetim idaresi, üniversite ve mahkemeler, maliye ve ahlâk, rahipler, okullar, kolluk kuvvetleri, hapishaneler, yazılanlar, söylenenler ve hatta fısıltıyla dile getirilen sözler bile. Öğretisi yasa haline gelmiştir ve en hafifinden bir şeyi sorgulamaya cüret eden biri hızlıca her türden tartışmayı sona erdiren argümanları, yani her fikrî tiranlığın argümanları olan zindanı, sürgünü ya da odunlar üzerinde yakılma tehdidini çok geçmeden öğrenecektir; artık Cenevre’de tek bir hakikat geçerlidir ve peygamberi de Calvin’dir. Üstelik bu korkutucu adamın korkutucu gücü, kent duvarlarının çok ötesine uzanmıştır; İsviçre federal kentleri ona kendilerinin en önemli siyasi müttefiki olarak bakmaktadır; dünyadaki Protestanlar bu en şedit Hıristiyanı ruhani mareşalleri, prensleri ve kralları olarak seçmiştir ve Avrupa’da Roma’yla birlikte  Hıristiyanlığın en etkili örgütlenmesini inşa eden kilise önderinin gönlünü çelmek için çabalamaktadırlar. Onun bilgisi olmadan dönemin siyasetinde hiçbir olay gerçekleşemez, onun isteği dışında tek bir şey bile: Artık St. Pierre vaizinin düşmanlığını kazanmak, imparatorun ya da papanın düşmanlığını kazanmak kadar tehlikelidir.

Peki, onun muhalifi Sebastian Castellio, insani düşünce özgürlüğü adına ona ve her türden tinsel tiranlığa karşı çıkan, yalnız bir idealist olan bu adam kimdir? Gerçekten de –Calvin’in gücünün fantastik boyuttaki zenginliğiyle karşılaştırınca– fil karşısındaki sivrisinek! Kamusal etkisi bakımından ele alındığında, bir nemo, “hiç kimse”, bir hiç ve üstelik bir yoksul, karısının ve çocuklarının geçimini tercümeler yaparak, özel dersler vererek zorlukla sağlayabilen muhtaç durumda bir bilgin; yabancı bir ülkede oturma izni ve yurttaşlık haklarından yoksun bir mülteci; bir çifte göçmen: Dünyanın fanatizmle çıldırdığı bütün dönemlerde olduğu gibi insan, çatışan bağnazların arasında güçsüz ve tamamen yalnız kalır. Uzun yıllardır kovuşturmaların ve yoksulluğun gölgesinde yaşayan bu büyük ve alçakgönüllü hümanist varlığını sonuna kadar kıt kanaat sürdürür ancak sonuna kadar da özgürdür, çünkü hiçbir tarafa bağlı değildir ve hiçbir fanatizme boyun eğmemiştir. Ancak Servet’in katliyle vicdanının kendisini kuvvetle çağırdığını hisseder ve saldırıya uğrayan insan hakları adına Calvin’i suçlamak üzere barışçıl çalışmalarını bir yana bırakır; ancak ondan sonra bu yalnızlık kahramanlık düzeyine çıkar. Zira kavgaya alışkın düşmanı gibi kendisini esirgeyen ve tahkim eden, vicdansızlık düzeyinde kararlı ve planlı biçimde örgütlenmiş takipçileri yoktur Castellio’nun; güvenebileceği, ister Katolik ister Protestan olsun hiçbir taraf bulunmaz; bir zamanlar Luther’i ya da Erasmus’u koruyan türden hiçbir soylu bey, hiçbir imparator ya da kral yoktur; ona hayranlık duyan az sayıdaki dostuysa yalnızca gizlice fısıldadıkları sözlerle onu yüreklendirmeye cesaret edebilirler. Çünkü tehlike, ölüm tehlikesi büyüktür; bütün ülkelerde Katolik Kilisesi’ne ters düşenlerin sapkın sayılıp av hayvanları gibi kovalandığı, işkence gördüğü bir zamanda, hakları ellerinden alınanların, köleleştirilenlerin adına konuşan ve kendini belli bir olayla sınırlandırmayıp yeryüzünde herhangi bir kişinin dünya görüşü nedeniyle zulme uğramasına karşı çıkan, yeryüzündeki tüm egemenlere karşı kati biçimde hukuku savunan birinin yanında açıkça yer almanın riski çok fazladır. Dönem dönem halkları esir alan, ruhları karartan o korkunç zamanlardan birinde net ve insani bakışını koruyarak yobazca, güya Tanrı’nın şanı için yapıldığı söylenen kıyımları adlı adınca anarak onları gerçekte oldukları gibi cinayet, cinayet, cinayet ve defalarca cinayet diye nitelendirmeye cesaret eden biridir. En derin insani duygularıyla meydan okuyarak sessizliğe tahammül edemeyen tek kişidir ve insanlık dışı davranışlar karşısında çaresizliğini göklere kadar yükseltir, tek başına herkes adına savaşır ve herkese karşı yalnızdır! Çünkü dönemin güç sahiplerine ya da güç dağıtanlarına karşı çıkanlar, fani neslimizin ölümsüz korkaklığı içinde, kendilerine taraftar bulmayı asla umamazlar; dolayısıyla nihai karar anı geldiğinde Sebastian Castellio’nun da arkasında kendi gölgesinden başka kimse ve mücadeleci bir sanatçının ayrılmaz özelliğini oluşturan boyun eğmez bir ruhtaki direngen bir vicdandan başka hiçbir şeyi yoktur.

Sebastian Castellio’nun mücadelesinin başından itibaren sonuç almasının olanaksızlığını bilmesi ve yine de hiç tereddüt etmeden vicdanının sesini dinlemesi bile, bu müthiş “yine de” ve “her şeye rağmen”ler, bu “meçhul askeri” insanlığın büyük özgürlük savaşında kahraman olarak ebediyen övgüye değer kılar; bir dünyevi teröre karşı yalnız başına ve tutkulu biçimde protesto yükselten tek kişi olarak böylesi cesaret sergilemesiyle dahi Castellio’nun Calvin’e karşı kavgası her düşünce insanı için hatırlanmaya değer kalacaktır. Fakat problemi ortaya koyması bakımından da bu tarihsel mücadele, döneminin sınırlarını aşmaktadır. Çünkü burada söz konusu olan ne dar bir teolojik tartışma, ne Servet denilen bir insan, ne de liberal ve ortodoks Protestanlık arasındaki kritik bir sorundur: Bu çatışma içinde çok daha kapsamlı, zamanı aşan bir sorun ortaya atılmıştır, nostra res agitur, 2 başka adlarla ve başka biçimlerle sürekli verilmesi gereken bir mücadelenin fitili ateşlenmiştir. Burada artık teoloji, döneminin rastlantısal bir maskesinden başka bir şey değildir ve bizzat Castellio da, Calvin de bu görünmez ancak önlenemez çatışmanın cisimleşmiş öğeleridir sadece. Bu kalıcı çatışmanın kutuplarına ne ad verildiği fark etmez –hoşgörüye karşı hoşgörüsüzlük, özgürlüğe karşı vesayet, hümanizme karşı fanatizm, bireyciliğe karşı mekanikleşme, vicdana karşı şiddet–, bütün bu adlandırmalar esas olarak kişi için nelerin daha önemli olduğuyla ilgili içsel ve kişisel bir karar anlamına gelir – insancıllık mı siyaset mi, ethos3 mu logos4 mu, bireysellik mi ortaklık mı?

Özgürlük ile otorite arasında daima gerekli sınıra hiçbir ulus, hiçbir çağ ve hatta hiçbir düşünen insan kayıtsız kalamaz: Çünkü otoritenin yokluğunda özgürlük mümkün değildir (yoksa kaosa dönüşür) ve özgürlük olmadan da otorite olmaz (yoksa tiranlığa dönüşür). Kuşkusuz, topluluk içinde erimek insanın doğasında gizli bir arzu olarak mevcuttur; insanlığa barış ve düzeni kesin olarak getirecek belli bir dinî, ulusal ya da toplumsal sistemi keşfetmenin olanaklı olduğu inancını insanların zihninden söküp atmak olanaksızdır. Acımasız diyalektiğiyle Dostoyevski’nin Büyük Engizisyoncusu,5 insanların çok büyük kısmının kendi özgürlüklerinden korktuklarını kanıtlamıştır ve gerçekten de geniş bir insan grubu etraflı sorunların verdiği yorgunluk, yaşamın karmaşıklığı ve kendilerine yüklediği sorumluluklar karşısında, dünyanın her tür düşünme faaliyetini kati, kesin, nihai olarak üzerlerinden alacak bir biçimde mekanikleştirilmesi için arzu duyarlar. Varoluş sorunlarının kalıcı çözümüne yönelik bu Mesihçi arzu, toplumsal ve dinsel tüm peygamberlerin yolunun önündeki engelleri ortadan kaldıran bir maya işlevi görür: Bir kuşağın idealleri ateşini ve canlı renklerini yitirdiğinde ikna yeteneği güçlü bir adam ayağa kalkar ve yeni, gerçek formülleri yalnızca kendisinin bildiğini kendinden emin biçimde ilan ederse binlerce kişinin güveni hemen bu sözde halk kurtarıcısına veya dünya kurtarıcısına doğru yönelir – yeni bir ideoloji (ki bu, onun metafizik manasıdır) dünyada daima, her şeyden önce yeni bir idealizm yaratır. Çünkü insanlara birlik ve saflıkla ilgili yeni bir hayal sunan kişi, insan enerjisinin en kutsallarını da canlandırmış olur: Kendini kurban etme ve coşku. Milyonlarca insan sanki bir büyüye kapılmış gibi kendilerini ona teslim etmeye, onun kendilerini baştan çıkarmasına, hatta kendilerine şiddet uygulamasına seve seve razı olurlar; böylesi bir tebliğci ya da vaatçi onlardan bir şeyler istedikçe, onlar daha da fazlasını vermek isterler. Düne kadar onlar için en büyük mutluluk olan özgürlüklerinden onun daha kolay yönetebilmesi için kendi rızalarıyla seve seve vazgeçerler ve Tacitusçu eski ruere in servitium6 anlayışı, dayanışmanın verdiği aşırı heyecanla gönüllü olarak kölelik altına girmeleriyle ve kendilerini döven kırbacı pohpohlamalarıyla tekrar tekrar gerçekleşir.

Düşünen her insan, yeryüzünün bu en manevi gücünün getirdiği böylesi ihtimal dışı muhteşem önerilerinin yaşlı, cazibesiz ve teknikleşmiş dünyamız için her zaman bir fikir olarak işe yarayacağını akledebilir ve insan, dünyanın aklını başından alan böylelerine karşı kolaylıkla baştan çıkarak onlara hayran olup, onları yüceltebilir; zira anlamsız şeyleri bir ruha dönüştürmeyi başarabilirler gibi gelir insana. Ne var ki, böylesi idealistlerin ve ütopyacıların ruha en kötü biçimde ihanet ettiklerine dair foyaları zaferi kazanır kazanmaz, hemen hemen istisnasız, ortaya çıkar. Çünkü güç, mutlak güç elde etmeye zorlarken, zafer de zaferin istismarına neden olur ve kendi hayallerini birçok kişiye benimsetebildikleri, taraftarlarını kendileri için yaşamaya, hatta kendileri için ölmeye ikna edebildikleri halde bu fatihler, bu durumdan hoşnut olmak yerine çoğunluğu tümden dönüştürme, tarafsız kalanlara kendi dogmalarını dayatma hırsına kapılırlar; boyun eğenler, uyduları, ruhsal köleleri, her hareketlerinin ebedi takipçileri asla yetmez onlara – hayır, özgürlerin, az sayıdaki bağımsızların da methiyelerini ve kulluğunu görmek isterler ve kendi dogmalarını biricik gerçek olarak yerleştirmek isterler, her farklı düşünceyi devlete karşı suç olarak damgalarlar. Dinsel ve siyasal ideolojilerin diktatörlüklere dönüşür dönüşmez, tiranlığa doğru şekil değiştirmeleri laneti sürekli tekrarlanır. Bir fikir insanı, kendi inanç ve öğretisinin içsel gücüne olan inancını yitirir yitirmez onu zor yoluyla yaymaya çalışır ve insan özgürlüğüne karşı savaş ilan eder. Nasıl bir fikir olursa olsun – başka inançları tektipleştirmek ve düzenlemek üzere teröre başvurduğu andan itibaren artık bir ideal değil vahşettir. Başkalarına şiddet yoluyla dayatılan en saf gerçekler bile ruha karşı işlenmiş bir günahtır.

Ancak ruh gizemli bir unsurdur. Hava gibi, ne elle tutulabilir ne de gözle görülebilir; bütün biçimlere ve formüllere yumuşakça uyar gibidir. Böylece despotik mizaçlı kişileri, onu tamamen bastırıp ezmek, kilit altına almak, tıpalayıp kolayca şişelemek mümkünmüş gibi bir hayale kapılmaya sevk eder. Ancak her sıkıştırma çabası, onun içinde bir karşı tepki yaratır ve tam da ezilip sıkıştırıldığında bir patlayıcıya, patlayıcı maddeye dönüşür; her baskı er ya da geç isyana yol açar. Çünkü insanlığın ahlâki bağımsızlığı zaman içinde –ebedi bir tesellidir bu!– yıkılmaz biçimde kalır. Bugüne kadar tek bir dini ya da tek bir dünya görüşünü diktatörlükle bütün dünyaya zorla kabul ettirmek başarılamamıştır, hiçbir zaman da başarılamayacaktır; çünkü akıl her zaman her türlü kölelikten kaçacak, dayatılan biçimlere uygun düşünmeyi, yavanlaşmayı, sığlığı, düşünce miskinliğini ve aynılaşmayı reddedecektir. Varoluşun kutsal çeşitliliğini yalnızca kaba güçle kabul ettirilmiş bir ilkeye dayanarak tek bir ortak paydada toplama, insanlığı ak ya da kara, iyi ya da kötü, Tanrı’dan korkanlar ya da sapkınlar, devlet yanlıları ya da devlet düşmanları olarak ikiye ayırma çabası ne kadar aptalca ve ne kadar beyhude bir çabadır! Her zaman insan özgürlüğünü bu biçimde sınırlandırmaya karşı direnen bağımsız beyinler, şu ya da bu biçimde ortaya çıkan “conscientious objectors”lar,7 bu gibi her tür vicdani baskı karşısında kararlı hizmet retçileri olacaktır ve hiçbir barbarlık dönemi, hiçbir sistemli tiranlık, birinin kitlesel baskılardan kurtulmayı başarıp, tek ve yanılmaz gerçeği şiddetle savunanlara karşı kişisel bir inançla kendi tek ve biricik gerçeğini savunmasını engelleyememiştir.

16. yüzyıl da, tıpkı yüzyılımız gibi, kendi zorba ideolojileriyle gerilmiş olsa da böyle özgür ve satın alınamaz ruhlara tanık olmuştur. İnsan, o günlerin hümanistlerinin mektuplarından, dünyadaki zorbalık karşısında duydukları derin üzüntüyü, dogma sahiplerinin her birinin aptal pazar çığırtkanı gibi “Bizim öğrettiğimiz ne varsa gerçektir, bizim öğretmediğimiz ne varsa yanlıştır” duyurularına besledikleri nefreti yakından görebilir. Ah, bu aydınlanmış dünya vatandaşları, insani olmayan insanlık düzelticilerinin, güzelliğe inanç besleyen dünyalarına dalışları ve zorba ortodoksinin ağızlarından köpükler saçarak yaptığı açıklamalar karşısında nasıl da dehşete düşmüşlerdir; ah, dünyadaki güzelliği öldürmek isteyen ve dünyayı bir ahlâki seminere dönüştürmek isteyen şu Savonarola’lar8 ve Calvin’ler ve John Knox’lar9 onları nasıl derinden tiksindirmiş olmalı! Tüm bu bilge ve insancıl kişiler, trajik bir basiretle bu hep haklı olduğunu savunan gözü dönmüşlerin Avrupa’yı götürecekleri yeri sezip, aşırı sözlerinin arkasındaki silah seslerini duyar ve bu nefretle birlikte korkunç bir savaşın yaklaşmakta olduğunu öngörürler. Ancak gerçeği biliyor olsalar da bu hümanistler bunun için dövüşmeye cesaret edemezler. Hayatta, neredeyse her zaman alınyazıları bölüşülmüştür; bilenler fail olmaz, failler de bilenler. Bu kırık kalpli hümanistler birbirlerine dokunaklı ve hayranlık uyandıran mektuplar yazar, çalışma odalarının kapalı kapıları ardında şikâyetlerde bulunurlar ancak hiçbiri açıkça Deccal’e karşı çıkamaz. Arada sırada Erasmus’un bulunduğu kuytuluktan birkaç ok fırlatma girişimi olur; komik kıyafetleriyle Rabelais öfkeli kahkahalarını bir kamçı gibi kullanır; soylu ve bilge filozof Montaigne’in Denemeler’inde belagatli sözler bulunur ancak hiçbiri, alçakça zulümleri ve idamları önlemek için ciddi bir girişimde bulunmaz. Feleğin çemberinden geçmiş ve tedbirli olmayı öğrenmiş bu kimseler, bilge kişinin tartışmaya girmektense böyle zamanlarda yakalanmamak ve kurban edilmemek için kuytulara çekilmesi gerektiğini düşünürler.

Ama Castellio –ki ebedi ünü tam da budur– bütün bu hümanistlerin arasından tek başına azimle öne çıkar ve kaderine meydan okur. Kahramanca bir tutumla zulüm gören yoldaşlarına dair sözünü söyler ve bu yüzden yaşamını tehlikeye atar. Fanatikler tarafından her saat tehdit edildiği halde hiçbir fanatiklik göstermeden, tarafsızca ama Tolstoycu bir kararlılıkla, o korkunç zamanda, hiçbir insana bir dünya görüşü dayatılamayacağına ve hiçbir fani gücün bir insanın vicdanı üzerinde baskı uygulayamayacağına dair inancını bir bayraktar gibi havaya kaldırır; bu inancını hiçbir taraf adına değil insanlığın ebedi ruhu adına dile getirdiğinden düşünceleri de tıpkı bazı sözleri gibi eskimez biçimde kalmıştır. Zamanlarını aşan düşünceler bir sanatçı tarafından şekillendirilirse, insanlığı kavrayan etkilerini daima muhafaza ederler, dünyayı birleştiren inançlar tek tek doktriner ve saldırgan olanlardan daha uzun ömürlüdür. Bu unutulmuş adamın eşsiz cesareti sonraki kuşaklar için her şeyden önce ahlâki manada örnek olmalıdır. Calvin’in Servet’i katletmesini, dünyadaki tüm teologlara karşı haksız bir ölüm olarak değerlendiren Castellio, Calvin’in safsatalarına yönelik ölümsüz “Bir insanı yakmak bir doktrini savunmak değildir, bilakis: Bir insan öldürmektir” sözlerini haykırırken; “Hoşgörü Manifestosu”nda (Locke, Hume, Voltaire’den çok daha önce ve onlardan çok daha görkemli biçimde) herkes için düşünce özgürlüğü hakkını ilan ettiğinde inançları uğruna yaşamını tehlikeye atmıştı. Hayır, Castellio’nun Miguel Servet’in mahkeme kararıyla katledilmesine karşı çıkışını Voltaire’in Calas olayında10 ve Zola’nın Dreyfus davasındaki ondan bin kat daha ünlü karşı çıkışlarıyla aynı kefeye koymamak gerekir – böylesi karşılaştırmalar Castellio’nun benzersiz ahlâki yüceliğinin yakınına yaklaşamaz. Çünkü Voltaire, Calas için mücadeleye giriştiğinde çok daha insancıl bir yüzyılda yaşıyordu; üstelik ünlü bir yazar olarak kralların, prenslerin koruması altındaydı ve benzer biçimde Émile Zola’nın da arkasında görünmez bir ordu gibi tüm Avrupa’nın, tüm dünyanın hayranlığı vardı. İkisi de yabancı birilerinin kaderleri uğruna verdikleri destekle ünlerini ve rahatlarını riske atıyorlardı ancak –ki bu fark esas farktır– ikisi de Sebastian Castellio gibi, yüzyılının insanlık dışı eli kanlı gücüne karşı insanlık uğruna kendi yaşamlarını tehlikeye atmamışlardı.

Sebastian Castellio, ahlâki kahramanlığının bedelini son gücüne kadar ödemiştir. Aklî silahlardan başka silah kullanmak istemeyen, bu şiddet karşıtlığı savunucusunun kaba kuvvet tarafından boğulması acı vericidir – ah, insan, arkasında ahlâki doğruluktan başka bir güç olmayan tek bir kişinin, özel bir yapıya karşı kendini savunma mücadelesinin her zaman ne kadar çaresizce olduğunun tekrar tekrar farkına varır. Bir doktrin devlet aygıtını kontrol etmeye ve onun baskı araçlarını kullanmaya başlar başlamaz tereddüt göstermeden terör rejimi kurar; gücünü sorgulayan herkesin sözlerini boğazına tıkar ve çoğu zaman o boğazı da sıkar. Calvin, Castellio’ya ciddiye alınır bir cevap hiç vermemiştir; onu susturmayı tercih etmiştir. Kitapları yırtılır, yasaklanır, yakılır, kitaplarına el konulur, politik baskılarla komşu kantonda yazma yasağı getirilir ve o artık yanıt veremez, söylenenleri düzeltemez bir hale gelmesine rağmen Calvin’in yandaşları iftiralarla ona saldırır: Kısa zaman son ra bu artık bir savaş değil, savunmasız birine alçakça saldırmaktır. Çünkü Castellio artık konuşamamaktadır, yazamamaktadır, yazdıkları sessizce çekmecede durmaktadır. Buna karşın Calvin baskı makinelerine ve kilise kürsülerine, konuşmacı kürsülerine ve kilise meclisine, devlet gücünün tüm aygıtlarına sahiptir ve bunların oynadığı oyunlara acımasızca izin verir; Castellio’nun her adımı izlenir, her kelimesi dinlenir, her mektubu kontrol edilir – garip olan, böyle yüz başlı bir organizasyonun tek bir kişiye karşı üstünlüğü ancak kurmasıdır; Castellio’yu sürgüne gönderilmekten ya da yakılmaktan sadece erken ölümü kurtarır. Ama galip gelen dogmacıların çılgın nefreti onun cesedi karşısında bile dinmez. Mezarına dahi, sönmemiş kireç gibi, suçlamalar ve iftiralar atarlar, adının üzerine küller serperler; sadece Calvin’in diktatörlüğüne değil, genel olarak düşünsel diktatörlüğe karşı savaş açan bu kişinin hatırası ebediyen unutulmalı ve kaybolmalıdır.

Şiddet kullanmayan birine karşı uygulanan bu üst düzey şiddet neredeyse başarılı olmuştur: Bu büyük hümanistin sadece dönemine olan etkisi değil, ünü de uzun yıllar boyunca sistemli biçimde bastırılmıştır; günümüzde bile tahsilli bir kişi Castellio’nun adını hiç okumadığı, hiç duymadığı için asla utanç duymamalıdır. Eserlerinin önemli bir bölümü sansür tarafından on yıllarca, yüz yıllarca basılmaktan alıkonmuşsa nasıl tanıyacaklardır ki! Calvin’in çevresindeki hiçbir matbaa bunları yayımlamaya cesaret edemez ve ancak ölümünden çok sonra ortaya çıktıklarında da hak ettiği şöhret için artık çok geçtir. Bu arada başkaları Castellio’nun düşüncelerini sahiplenir; onun ilk önderi olduğu, çok erken ve göze çarpmadan düştüğü kavga başka isimler altında sürmektedir. Bazıları gölgelerde yaşamak, karanlıkta ölmek yazgısına sahiptir – onu takip edenler Sebastian Castellio’nun şöhretinin semeresini toplarlar ve bugün hâlâ her okul kitabında Hume ve Locke’un Avrupa’da hoşgörü fikrini ilk yayanlar olduğuna dair yanlışlık okunur, sanki Castellio’nun sapkınlık yazıları hiç yazılmamış ve hiç basılmamıştır. Onun ahlâki cesareti, Servet adına yürüttüğü mücadele unutulmuştur; Calvin’e karşı verdiği savaş, “sivrisinek file karşı” unutulmuştur; eserleri unutulmuştur – Hollandaca toplu eserlerinde yetersiz bir resmi bulunur, İsviçre ve Hollanda kütüphanelerinde birkaç el yazması, öğrencilerinden birkaç teşekkür; çağdaşlarının oybirliğiyle yüzyılının sadece en bilgelerinden değil, en asil insanlarından biri olarak övdükleri bu adamdan geriye kalanların hepsi budur. Bu unutulmuş insana karşı hesabı kapatmak için nasıl da bir şükran borcu söz konusu! Buradaki devasa haksızlığın kefareti nasıl ödenir ki!

Nitekim tarihin adil olmaya vakti yoktur. Soğukkanlı bir kronikçi olarak sadece başarıları sayar, bunların ahlâki değerlerini nadiren ölçer. Sadece galiplere göz atar ve yenilenleri gölgede bırakır; bu “meçhul askerler” çekinmeden büyük unutuluşun mezarına atılır, nulla crux, nulla corona, “ne haçla ne taçla” övülür boş yere olduğu için yitip giden fedakârlıkları. Ancak aslında saf, temiz bir biçimde girişilen hiçbir düşünce çabasına boşuna denemez, gücün ahlâki kullanımına dair hiçbir çaba evrende asla tamamen kaybolmaz. Yenilenler de mağlup düşmelerine rağmen zamanı aşan ideallerin erken öncüleri olarak yerlerini alırlar; çünkü bir düşünce ancak onun uğruna yaşayanlar ya da ölenler varsa, ona inananları ve ikna olanları yaratabilmişse yeryüzünde yaşayabilir. “Zafer” ve “yenilgi” sözcükleri ruhsal bakımdan farklı bir anlam kazanır ve bu nedenle sadece galiplerin anıtlarına göz atan bir dünyaya daima ve daima insanlığın hakiki kahramanlarının, geçici krallıklarını milyonlarca mezar ve paramparça olmuş hayatlar üzerine kuranlar değil, Castellio’nun Calvin’e karşı ruhların özgürlüğü ve insaniyetin yeryüzünde kalıcı olması için verdiği savaştaki gibi zorbalığa karşı yenilen, şiddet kullanmayanlar olduğunun hatırlatılması gerekir.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Roman (Yabancı)
  • Kitap AdıCastellio Calvin'e Karşı - ya da Bir Vicdan Zorbalığa Karşı
  • Sayfa Sayısı241
  • YazarStefan Zweig
  • ISBN9789750524295
  • Boyutlar, Kapak13x19,5 cm, Karton Kapak
  • Yayıneviİletişim Yayınları / 2021

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Geçmişe Yolculuk ~ Stefan ZweigGeçmişe Yolculuk

    Geçmişe Yolculuk

    Stefan Zweig

    Zweig’ın 1920’li yıllarda yazdığı tahmin edilen bu novellanın el yazması ölümünden sonra oldukça geç bir tarihte, 1970’lerde gün ışığına çıkarıldı. Ve aşkın sınır tanımazlığı...

  2. Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu ~ Stefan ZweigBilinmeyen Bir Kadının Mektubu

    Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu

    Stefan Zweig

    Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu ; Stefan Zweig’ın 1922 tarihli bu novellası, saplantılı aşk üzerine yazılmış en çarpıcı metinlerden biridir. Hayatı boyunca kendisinin farkında bile...

  3. Dünyanın Çevresini Dolaşan İlk İnsan Macellan ~ Stefan ZweigDünyanın Çevresini Dolaşan İlk İnsan Macellan

    Dünyanın Çevresini Dolaşan İlk İnsan Macellan

    Stefan Zweig

    “1519 yılında Sevilla’dan beş küçük tekneyle dünyanın en maceralı deniz yolculuğuna yelken açan 265 kararlı adamdan yalnızca 18’i geri dönmeyi başarabildi. Yaklaşık iki yıl...

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Soluğun Mucizesi ~ Dimitris SotakisSoluğun Mucizesi

    Soluğun Mucizesi

    Dimitris Sotakis

    “Sotakis, kitlelerin psikolojisini ve insanın doğuştan boyun eğmeye eğilimli yapısını müthiş bir ironiyle ele alıyor.” Eleftherotypia “Bir hikâye anlatıcı olarak Dimitris Sotakis’e şapka çıkarıyoruz....

  2. Aradığım Sensin ~ Stephanie LaurensAradığım Sensin

    Aradığım Sensin

    Stephanie Laurens

    Bu kadın kesinlikle bir leydiydi. Yine de, bu durum Max’a daha önce hiç engel olmamıştı. Ve şimdi, daha dikkatle bakınca, kızın sandığı kadar genç...

  3. Taş Kâğıt Makas ~ Alice FeeneyTaş Kâğıt Makas

    Taş Kâğıt Makas

    Alice Feeney

    On yıllık bir evlilik. Ömürlük sırlar. Unutulmaz bir yıldönümü. Evlendiğiniz kişiyi tanıdığınızı mı sanıyorsunuz? Bir daha düşünün… Bay ve Bayan Wright için işler uzun...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur