Bay Sammler’ın Gezegeni, İkinci Dünya Savaşı’nın insan ruhunda bıraktığı yaralara yeni bir geleceğin penceresinden bakan bir başyapıt. Soykırım kurbanı bir Polonyalı Yahudi, tek gözünü kaybetmiş bir savaş mağduru ve üniversitede ders veren bir entelektüel olarak Bay Sammler savaş sonrası Amerika toplumunda “deliliğin kayıt memuru” olarak tutunmaya çalışır. Salzburg’daki bir toplama kampından yeğeni tarafından kurtarılan Sammler, New York’ta artık hiçbir şeyin kıymetini bilmeyen yeni neslin arasına düşmüştür. Boş zamanın ve lüksün yeni nesli sürüklediği buhrana karşı ahlâki bir sığınağa dönüşen Sammler’ın bireysel gezegeni 1960’ların Amerikası’nın eleştirel bir panoramasını sunarken akılla sezgi, geçmişle gelecek, sağduyuyla delilik arasındaki sınırlar kaybolur. Savaş sonrası Amerikan toplumunun psikolojisine tarihin teleskobundan bakan hüzünlü ve çarpıcı bir anlatı.
“Bay Sammler’ın Gezegeni o kadar etkileyici bir roman ki bitirir bitirmez bizi yeniden okumaya teşvik ediyor. Romanı okurken dönüşüm geçirdiğimiz için sona geldiğimizde yeniden başlamak istiyoruz.”
Joyce Carol Oates
“Bellow, uyum ve düzeni temel alan anlatı ilkelerine dayalı romancılığı alt üst eden bir yazar.”
Philip Roth
*
I
Şafaktan ya da normal bir gökyüzünde şafak sayılabilecek şeyden kısa bir süre sonra, Bay Artur Sammler West Side’daki yatak odasında, bir çalılığı andıran gür kaşlı gözüyle odasındaki birtakım kitap ve gazeteleri inceliyor ve onların iyi kitaplar, iyi gazeteler olmadığını düşünüyordu. Aslında yetmişini aşmış ve bol vakti olan biri için bunun pek de önemi yoktu. Haklı olduğunuzda ısrar etmek için aklınızı kaçırmış olmalıydınız. Haklı olmak büyük ölçüde bir yorum meselesiydi. Entelektüel insan yorumlayan bir insan olmuştur. Babalar çocuklarına, karılar kocalarına, konuşmacılar dinleyicilere, uzmanlar meslekten olmayanlara, meslektaşlar meslektaşlara, doktorlar hastalara, insan kendi ruhuna açıklamalarda bulunup yorumlar yapmıştır. Berikinin kökleri, ötekinin sebepleri, olayların kaynağı, tarihi, yapısı, nedeni-niçini. Çoğunlukla kulaktan kulağa. Ruh, istediği şeyi istiyordu. Kendi doğal bilgi birikimine sahipti. Yorumların üstyapısına acınası bir şekilde tünemiş olan zavallı kuş ne yana uçacağını bilemiyordu. Gözü kısa bir süre için kapandı. Hollanda’daki ağır ve sıkıcı bir angarya düştü Sammler’ın aklına; üç beş dönüm toprağı kuru tutmak için pompala babam pompala. Nasıl ki istilacı deniz, gerçeklerin ve duyuların çoğaltılması için bir metafor ise, toprak da fikirlerin boy verdiği toprak için bir metafordur.
Sammler düşünüyordu, çünkü yataktan çıkmasını gerektiren herhangi bir işi yoktu, bazı güçlükleri kendisi için hayalen çözsün diye uykuya ikinci bir şans tanıyabilirdi; içerisinde teller ve yumrular bulunan fişi çekilmiş elektrikli battaniyeyi üzerine çekti. Parmak uçlarının saten kenar şeridine teması hoş bir duygu yaratıyordu. Hâlâ uykuluydu, ama hiç mi hiç uyuyası yoktu. Uyanık kalma zamanıydı.
Oturdu, elektrikli ısıtma kangalının fişini prize taktı. Suyu yatarken hazır etmişti. Kül rengi tellerdeki değişikliği seyretmekten hoşlanıyordu. Teller minik kıvılcımlar kusarak ateşe dayanıklı cam laboratuvar kabının içinde som kızıllığa ulaşırken öfkeyle cana geldi. Giderek rengi ağardı. Sammler’ın sadece bir gözü sağlamdı. Sol gözü ancak ışıkla gölgeyi ayırt edebiliyordu. Ama parlak, koyu renkli sağlam gözü bazı köpek türlerindeki gibi gözünün üstüne düşen kaşının kılları arasından her şeyi görebiliyordu. Boyuna göre küçük bir yüzü vardı. Bu bileşim, dikkatleri üzerine çekiyordu. Dikkat çekiciliği Bay Sammler’ın hiç aklından çıkmıyor, onu endişelendiriyordu. Günlerden beri öğleden sonraları geç bir vakitte Kırk İkinci sokaktaki kütüphaneden her zamanki bindiği otobüsle eve dönerken bir yankesiciyi işbaşında görüyordu. Adam otobüse Columbus Circle’da biniyordu. İcraat, daha doğrusu suç Yetmiş İkinci sokakta işleniyordu. Bay Sammler uzun boylu olmasa ve ayakta seyahat etmeyi tercih etmeseydi, sağlam tek gözüyle olup biteni göremezdi. Ama şimdi çok yakından seyredip seyretmediğini ve gördüğünün görülüp görülmediğini soruyordu kendi kendine. Her zaman görüntüsünü koruyan füme gözlükler kullanıyordu, ama kör sanılması söz konusu olamazdı. Beyaz bastonu yoktu; sadece İngiliz usulü sarılmış beyaz bir şemsiye vardı elinde. Dahası davranışları bir körünkine benzemiyordu. Yankesicinin kendisinin de güneş gözlüğü vardı. Devetüyü mont giyen güçlü kuvvetli bir zenciydi, West End’deki Fish’ten ya da Jermyn Street’teki Turnbul & Asser’den (Bay Sammler, Londra’sını gayet iyi tanıyordu) giyiniyormuş gibi olağanüstü şıktı. Zenci’nin altın çerçeveli Jansiyon moru yusyuvarlak gözlük camları Sammler’a doğru döndü, adamın yüzünde gücünden emin büyük bir hayvanın arsızlığı okunuyordu. Sammler çekingen değildi, ama şu hayatta fazlasıyla sıkıntı düşmüştü payına. Bu sıkıntının önemli bir kısmı, asimilasyonu beklemek, hiçbir zaman sindirilemeyecekti. Sammler, suçlunun (kör numarası yapan) uzun boylu, yaşlı bir beyaz tarafından gözetlendiğinden, işlediği suçun en ufak ayrıntısının bile görüldüğünden haberdar olduğundan kuşkulandı. Aşağı çevrilmiş gözler dik dik bakıyordu. Sanki bir açık kalp ameliyatını izliyordu. Ve hırsız ona baktığında görmezlikten gelmeye karar verdiği halde, derli toplu hatlara sahip, yaşlı ve uygar yüzü kızardı, kısa saçları diken diken oldu, dudakları ve diş etleri yanmaya başladı. Yüreği daraldı; sinirlerin, kasların, kan damarlarının sıkı sıkıya birbirine geçtiği kafatasının tabanında bir karıncalanma hissetti. Savaş zamanı Polonyası’nın nefesi, hasar görmüş dokuların –spagettiye benzettiği sinirlerin– üzerinden geçmişti.
Otobüslere katlanılabilirdi, metro onu öldürüyordu. Otobüsten vazgeçmeli miydi? New York’ta yaşayan yetmiş yaşındaki insanların hepsinin yapması gerektiği gibi bu işe burnunu sokmamalıydı. Yaşını unutuyor olması Bay Sammler’ın ezeli problemiydi; durumu değerlendiremiyordu; mevki, makam ya da New York’ta yıllık elli bin dolarlık gelirin –kulüp üyeliklerinin, taksilerin, kapıcıların, korunan mekânların– sağladığı her şeyden uzak yaşamanın getirdiği ayrıcalıklar burada onu koruyamazdı. Onun için otobüs ya da bunaltıcı metro vardı ve self servis öğlen yemekleri. Şikâyet etmek için fazla bir neden yoktu, ama bir “İngiliz” olarak geçirdiği yıllar, Varşova gazete ve dergilerinin muhabiri olarak Londra’da yaşadığı yirmi yıl Manhattan’daki bir göçmene pek de faydalı olmayacak alışkanlıklar bırakmıştı onda. Oxford’daki profesörlerin toplantı salonlarına uygun jest ve mimikler edinmişti, British Museum’da ders veren bir öğretmenin yüzüne sahipti. Sammler Birinci Dünya Savaşı’ndan önce Krakow’da okula giderken İngiltere’ye âşık olmuştu. Bu saçma fikirlerinin çoğundan neredeyse eser kalmamıştı. Salvador de Madariaga, Mario Praz, André Maurois ve Albay Bramble’ı1 şüpheci bir yaklaşımla değerlendirerek bu İngiliz severlik sorununu yeniden düşünmüştü. Bu olguyu biliyordu. Yine de, otobüste bir çantayı karıştırmakta olduğunu gördüğü bu şık hayvanla karşılaşınca –çanta hâlâ açıktı– tipik İngiliz tavrını takındı. Kuru, temiz, aşırı ciddi bir yüz kimsenin sınırlarının aşılmaması gerektiğini ilan ediyordu; insan kendi işiyle yetinmeliydi. Ama otobüsün şişkin lastikleri Yetmiş İkinci sokaktaki büyük bir virajı homurdanarak yavaşça alırken üzerine abanan ve onun da kendi ağırlığını üzerlerine yıktığı bedenler arasında tutunma kayışına asılı vaziyette kıpırdayamayacak duruma gelen Bay Sammler koltukaltlarında hararetin yükseldiğini, terden sırılsıklam olduğunu hissetti.
Gerçekten de Bay Sammler yaşını ya da hayatın hangi noktasında durduğunu biliyor gibi görünmüyordu. Bunu, yürüyüş şeklinden görebilirdiniz. Sokaklarda, gergin, hızlı, kararsızca çevik ve delidoluydu; yaşlanmış saçları ensesinde uçuşurdu. Caddeden karşıya geçerken sarılmış şemsiyesini havaya kaldırır hızla geçen arabalara, otobüslere, kamyonlara, üzerine doğru gelen taksilere gideceği yönü işaret etmek için sallardı. Arabaların altında kalıp ezilebilirdi, ama körlemesine ileri atılmaktan kendini alamıyordu.
Yankesici konusunda ihtiyatsızlığın sınırında bir bölgeye girmiş bulunuyoruz. Adamın Riverside otobüsünde iş tuttuğunu biliyordu. Onu çantaları karıştırırken görmüş ve polise ihbar etmişti. Polis ihbara pek rağbet etmemişti. Hemen Riverside yolunun üzerindeki telefon kulübesine koştuğu için Sammler kendisini bir aptal gibi hissetmişti. Telefon elbette parçalanmıştı. Sokaklardaki telefonların çoğu kırılmış, kullanılmaz hale getirilmişti. Ayrıca birer helaya dönüşmüşlerdi. New York giderek Napoli veya Selanik’ten de kötü oluyordu. Bu açıdan bir Asya, bir Afrika kentini andırıyordu. Kentin varlıklı mahalleleri de bundan bağışık değildi. Değerli taşlarla süslenmiş bir kapıyı açıyor, kokuşmuşluğa adım atıyordunuz; ileri uygarlığın Bizans lüksünden yüzeyine barbar renk dünyasının fışkırdığı tabii duruma geçiyordunuz. Barbarlık pekâlâ taşlarla süslenmiş kapının her iki yanında da hüküm sürebilirdi. Cinsellik bakımından mesela. Sorun, hiç kuşku yok ki, Bay Sammler’ın kavramaya başladığı kadarıyla, ayrıcalıklar elde etmekten ve uygarlaşmış düzenin koruması altında serbestçe barbarlık yapmanın yollarına, mülkiyet haklarına, incelmiş teknolojik örgütlenmelere sahip olmaktan ibaretti. Evet, böyle olmalıydı.
Bay Sammler kahvesini, uzun dizleri arasına sıkıştırdığı dikdörtgen biçimi bir kahve değirmeninde, çevirme kolunu saat ibresinin ters yönünde çevirerek çekiyordu. Günlük, sıradan hareketlere kendine has, aşırı detaycı bir beceriksizlik katıyordu. Polonya’da, Fransa’da, İngiltere’de onun zamanının öğrencileri, genç erkekleri mutfağa yabancıydılar. Şimdi o, bir zamanlar aşçıların ve hizmetçilerin yaptığı şeyleri yapıyordu. Bütün bunları yaparken bir din adamı kadar ciddiydi. Toplumsal düşüşün itirafı. Tarihsel yıkım. Toplumun dönüşümü. Kişisel aşağılanmadan öte bir şeydi bu. Polonya’da savaş sırasında bu fikirlerin üstesinden gelmişti; özellikle de sınıf ayrıcalıklarını kaybetmenin neden olduğu aptalca acıları yenmeyi öğrenmişti. Tek gözünün imkân verdiği kadarıyla, kendi çoraplarını yamıyor, düğmelerini dikiyor, kendi lavabosunu ovabiliyor, kıştan çıkınca yünlülerine bir sprey kutusuyla baharda ilaç püskürtebiliyordu. Elbette kadınlar vardı; kızı Shula, dairesinde yaşadığı yeğeni (evlilik yoluyla) Margotte Arkin. Bu işleri akıllarına geldiğinde onun için yapıyorlardı. Bazen çok da yapıyorlardı, ama bel bağlanacak gibi değil, düzenli olarak değil. Her günkü işleri o kendisi yapıyordu. Muhtemelen gençliğini –belli titremelerle devam eden gençliğini– kısmen buna borçluydu. Sammler bu titremelerin farkındaydı. Çok matraktı bu; Sammler örgü tayt giyen yaşlı kadınlarda, seksi yaşlı erkeklerde muktedir bir genç tavrıyla itaat ettikleri canlılığa işaret eden bu titremeleri görmüştü. Güç güçtür; hükümranlar, tanrılar, krallar. Ve elbette, kimse gitme zamanını bilmiyordu. Kimse ölümle aklı başında, doğru dürüst bir anlaşma imzalamış değildi.
Çekilmiş kahve dolu küçük çekmeceyi cam kabın üzerine tuttu. Kızıllaşmış kangalın rengi giderek ağarıyor, metal sarımlar sinir krizi geçiriyordu. Suda küçük kabarcıklar oluşmaya başladı. Öncüler, tek tek zarafetle yüzeye doğru yükseldi. Sonra hep birden kaynamaya başladılar. Kahveyi fincana boşalttı. Bir parça şeker, bir kaşık Pream marka krema ilave etti. Komodinin üstünde Zabar’dan satın alınmış, yağda kızartılmış soğanlı küçük çöreklerle dolu bir torba vardı. Plastik bir torbaydı; plastik bir klipsle ağzı bağlanmış, saydam bir rahim. Eskiden tütünlük olan bakır astarlı komodin, yiyecekleri taze tutuyordu. Margotte’un kocası, Ussher Arkin’e aitti. Üç yıl önce bir uçak kazasında ölen Arkin’i, bu iyi adamı Sammler çok özlüyordu, ona üzülüyor, yasını tutuyordu. Arkin’in dulu tarafından gelip Batı Doksanıncı sokaktaki büyük apartman dairesinin bir odasına yerleşmesi teklif edildiğinde, Sammler Arkin’in tütünlüğünü kendi odasına koyup koyamayacağını sordu. Duygusal biri olan Margotte, “Elbette, dayıcığım. Ne güzel düşünmüşsünüz! Siz Ussher’ı çok severdiniz,” dedi. Margotte Almandı, romantikti. Sammler bambaşka bir şeydi. Onun dayısı bile değildi. Margotte, 1940’ta Polonya’da ölen karısının yeğeniydi. Onun müteveffa karısının. Dulun müteveffa teyzesinin. Ne yana dönsen ya da dönmeye çalışırsan vefat etmiş insanlar görüyordun. Buna alışmak o kadar kolay değildi.
Greyfurt suyunu, üçgen biçimi iki delik açarak pencere pervazına yerleştirmiş olduğu bir kutudan içti. Kutuyu almak için kolunu uzatırken perde aralandı, Sammler dışarı baktı. Kırmızı kumtaşı bina cepheleri, tırabzanlar, camlı, ferforje cumbalar. Bir albümdeki pullar gibi – parmaklıkların, çinko su oluklarının koyu karasının bozduğu binaların donuk pembesi. Burada burjuvazinin itibar ettiği biçimler arasında hayat ne sıkıcıydı! Bunu sürdürme girişimi hüzün vericiydi. Şimdi aya uçuyorduk. İnsanın kişisel umutlar beslemeye hakkı var mıydı, cam kap içindeki kabarcıklar gibi olmak mesela? Ama öte yandan, insanlar içinde bulundukları durumun trajedisini abartmak eğilimindeydiler. Yerle bir olan güvenceleri çok kuvvetle vurguluyorlardı; eskiden inanıp güvendikleri şey şimdi acı bir kara mizahla, ince bir alayla çevriliydi. İç karartıcı burjuva güvenilirliğinin reddi böyle tercüme ediliyordu. Bu fazlasıyla yersizdi, yanlıştı. Aylaklığı, ahmaklığı, sığlığı, huysuzluk ve şehveti temize çıkaran insanlar eskinin saygınlığını tersyüz ediyorlardı.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Anı - Anlatı Çağdaş Dünya Edebiyatı
- Kitap AdıBay Sammler’ın Gezegeni
- Sayfa Sayısı291
- YazarSaul Bellow
- ISBN9789750519321
- Boyutlar, Kapak13x19,5 cm, Karton Kapak
- Yayıneviİletişim Yayınları / 2016
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Yokuş ~ Nikos Kazancakis
Yokuş
Nikos Kazancakis
Kötülüğün tırnakları arasında çırpınan bütün dünyayı düşünüyordu; açgözlülük, inançsızlık, kin salıverilmişti; halklar açlık çekiyor ve üşüyordu, bitip tükenmişlerdi ve artık ölüm istemiyorlardı ancak onları...
- İnsancıklar ~ Fyodor Mihayloviç Dostoyevski
İnsancıklar
Fyodor Mihayloviç Dostoyevski
Klasik Rus edebiyatının ünlü isimlerinden Dostoyevski’nin 1846’da yazdığı ilk romanıdır İnsancıklar. Mekân Petersburg’dur; tema dostluk, sevgi, acıma ve fedakârlık üzerine kurulmuştur. Dostoyevski İnsancıklarda öksüz...
- Babamın Tanrı Olduğunu Sandım ~ Paul Auster
Babamın Tanrı Olduğunu Sandım
Paul Auster
“Ulusal Radyo’nun ayda birkaç kez canlı yayında hikâyelerimi okuma önerisini reddetmek üzereydim. Akşam yemeğinde karımın verdiği fikir olmasa bu kitaptaki parçaların çoğu yazılmamış olacaktı....